Günün Hikayesi | Tuşe | İnci Gürbüzatik
Kitap Editörü, edebiyatımızın önemli öykücülerinden Inci Gurbuzatik’in Öyküsü .
2. YazarEvi Öykü Günleri…
‘Daha yaşım on altıyken, ölümlerden ölüm seçtim. Umudumu kucaklayıp, ben bu sabah ömür biçtim.’
TUŞE
Akbabalar,
leş kargaları. Sabahtan beri buradalar, başımda. Çömmüşler duvar diplerine
bekleşiyorlar. Kuşkudalar. Gerçeği öğrenme istekleri giderek artıyor. Merakları
hainliklerinden. Gerçeğin bedenimde gizli olduğunu biliyorlar. Korkuları ondan.
İçleri kurtlu, cinlikleri o yüzden. Gölgeler kaygan. İniltiler kaypak. Sesler
‘fısır fısır’ vahşi. Çölde rüzgâr, oynak kum. ‘Kıpır kıpır’ kuşku. Sırat
köprüsü kurmuş, Allah’tan önce hesap soruyorlar.
Bekliyorlar kinle.
Ruhumda
en ufak bir pişmanlık, en ufak bir iç çekmesi, en ufak bir sitem yok.
Gereğinden fazla düşünüp dizginsiz öfkelere kapılmak da yok. Kendi kalbini
kırmak da kendini incitmek de. İnsan yerine ‘ot’ olsaydım, bir hayvan, kuş,
böcek.Yaşam avuçlarının içine alıp ruhumu yakmasaydı. Ben daha az düşünseydim.
Daha az hissetse, acı çekse, daha az inansa, sevseydim. İçeriye üşüşen
kalabalık, bir tek benim üşümediğimi, soğuğun yalnızca benim iliklerime
işlemediğini düşünmeden titriyor. Sıcak evlerinden uzakta bu soğuk, kasvetli
yerde hep birlikte, kuşkularının karşılığı, onlar da benim gibi soğuyorlar. Ama
en gerçek soğuk benim soğuğum. Tenimin soğuğu.
Kör soba yanmayınca tütmüyor. Tütmeyince kokmuyor. Ama bedenim kokuyor. Ben
kokuyorum. Başladım.
Ben. O.
Gergin
yüz kasları, açılmış burun delikleri, alında derin bir iz. Kaşlar çatık.
Kirpiklerin gölgesinde, ince donuk, korkusuz bir gülümseme. Upuzun siyah saçlar
ince belik. Acı. O anı hatırlatan bir kare. Korku… Maske.
Hiç bir ressamın yapmadığı bir resim. Baskı. Gravür.
Umutsuzluğun donduğu an. Bir yontu, taş.
Zavallı içe dönük kıvrık bedenim.
Ne kadar da masum.
Güzelmişim.
Ben.
O.
Haberi
alınca hemen yola çıkmışsınız. Fısıldaşıp mırıl mırıl bekliyorlar. Çamur, yağlı
balçıktır şimdi. Yol yapış yapış. Gittikçe ağırlaşan ayaklarınızla adımlarınız
külçedir. Kan ter içinde, kurşuni bir gök altında, soluk soluğa yürürken,
kendinizi taşıyamazsınız. Hemen yola çıktıysanız birazdan gelirsiniz.
Köy göründü mü? Karaltısı olsun belirdi mi uzaktan?
Kokumu aldınız mı? Siz.
Sizler.
Korku
insanı küçültür. Ne kadar korkarsan o kadar küçülürsün. Ama korku köpürür
taşar. Hiç bir yere sığamaz. Gizlenip kaçamazsın. Avuçlarda ayna olur
parlarsın. ‘Zalım avcı düşmüş gelir izine,
Kaç kuzulu ceylan kaç avcı geldi’ diye uyarır Neşet.
‘Kaçacak
yerim yok, duysam da kaçamam. Sürek avlarında,’kanlı olur avcıların tazısı’
Ölümlerden ölüm sunar ‘beğen’ derler hep bir ağız. ’Ölümlerden ölüm beğen!
Vahşi çığlıklar atarken acımaz, vicdan nedir bilmezler.’Vurma zalım vurma’
derim dinlemezler. Bir ceylan gibi kıstırırlar. Ahu gözlerime konar‘mor
sinekler’ sonra. Bildiklerinle bilmediklerin yaşamı zorlaştırır. Debelenirsin.
Yaptığım şey buydu. Yaşamak için debelenmek.
Artık o da yok.
Akbabalar,
leş kargaları, karaltılar. Merakla bekleşiyor ama dokunamıyorlar. Hiçbir şeye
dokunmadan her şeyi olduğu gibi öylece bırakmaları gerekiyor. O yüzden yanmıyor
soba. O yüzden ben böylece buradayım. O yüzden bekliyorum böyle. O yüzden koku.
Yalnızca, et, kemik, kan var katılaşmış bedenimde. Çoktan uzaklaştım oysa.
Uçuş uçuş. Ruhum artık…
‘Püfff’!
Soba
hafiften tütüyor. Bedenimde korkudan eser yok. Kalbim,‘tik tak’. Oda sıcak.
Yolum cehennem. Namlu kalbime dayalı. Vücudum yanıyor. Parmağımda ölüm. Tetik
beni bekliyor. Yalnızca bir nefes kurşun kokusu, bir de o ‘tok’ ses. Duyanları
irkilten bir patlama.
Tam isabet.
‘Püfff!’
‘Ürküp
uçuşan kuşlar. Kanat sesleri. Bir kuşun göğsünden kopan beyaz tüy. Son nefesim.
Dikilen kulaklar. Havkıran köpekler. Açılan soluk perdeler. ‘Ah!’,
‘of!’,’aman!’, ‘uyyyy!’ çığlıkları.
Ters çevrilen aynalar. Tavanda yanan ampul.
Gözüm örtülesiye bir el, soğuk bir dokunuş.
İşte hepsi bu. Avaz avaz yalan.
Ölüm kara bir kuş. Tünemiş sobanın yanına. Soba soğuk, kalbim sönük. Ben işte. Ne kadar anlamsız bir görüntü ve ne kadar geciktiniz siz.
Şimdi artık yaşantımı anlamsız kılan, kendimle çatıştığım hiçbir şeyi yapmak zorunda değilim. Yüreğimdeki isyan duygusu ile korkunun taşmasına tanıklık etmek, çıkar yol bulmak için çaresizce kıvranmak yok. Önceden belirlenmiş alın yazısına kahretmeye, hatta doğmamış olmayı düşlemeye de geceleri gözleri tavvanda yatmaya da gerek yok. Yeryüzünden silinmeyi, buralardan kaçıp kayıplara karışmayı düşlemek yok. Aile meclislerindeki erkeklerin sayısı kadar korkuyu, katlayıp çoğaltmak yok. Her an, en beklenmedik zamanda, yerde, koşulda, kıstırılıp, törelenmek yok.
Ayak
sesleri!
Beklenenler geldi işte. Girdiler içeri. Nasıl da isteksizler.
Kasvet hemen yansıdı göz bebeklerine. Evdeki kara gölgeler dalgalandı. Titrek.
Korku. Koşuşuyorlar yapmacık. Ağıtçıların sesi sahte perdeden. Uluyorlar hep
birlikte. Gerçekten uzak, vıcık vıcık, riya, yalan sözcükler. Hep aynı kalıp,
bildik, ezber laflar. Üfürük hurafeler.
Kulağımda ölümümün sessizliği evin uğultulu, çirkin çınlaması. Sahte kalıp
türküler. Fısıltıyla dolaşan, gidip gelen aç gölgeler.
Sürekli yiyorlar doymuyorlar. Ete. Cana.
Bana, s-a-k-ı-n d-o-k-u-n-m-a-y-ı-n . U-z-a-k d-u-r-u-n. Oradan bakın öyle,
kapı aralığından. Siz. Hepiniz.
Gelenler
çamurdan ıslanıp, ağırlaşan botlarını zorlukla sıyırıp çıkartırlarken ayak
parmaklarını avuçlarının arasına alıp ovuşturuyorlar. Babam, dedem, amcam,
ellerini kollarını sallaya sallaya nasıl da masum, nasıl da masal anlatıyorlar
üzgün. Belli belirsiz bir şeyler soruyor gelenler. Adamlardan biri savcı,
değeri doktor. Onları, beklendiklerinden biliyorum. Yüzlerinde yaptıkları işten
hiç de hoşnut olmadıklarını gösteren ifadesiz bir donukluk var. Soğukla
karışmış bir isteksizlik, kanıksama. Bir olayın ardından böyle bir havada
yapılması gerekenleri yapmak zorunda olmanın ağır sorumluluğu. Gözlerini önce
göğsündeki tüfeğiyle kendine kapanmış cansız bedene, bana, sonra da sobaya
çevirdiler. Kalın paltosunu çıkartmadan kafasına doladığı atkıyı çözen uzun
boylu olanı, gözlerini benden alamıyor. Paltosuna sıkı sıkıya sarılıp sırtını
kapıya dayayan şu sessiz ürkek, ben yaşlardaki hemşire kız, gözlerini kaçırıyor
bedenimden. Dokunmaya korkuyor. Gözlerini kapattı. Bayılacak sanki. Üçüncü adam
soğuktan kızarmış yanaklarının, sıcağı görünce yavaş yavaş çözüleceğini,
yüzünün, hissizleşmiş parmak uçlarının birazdan kanı harekete geçince sızım
sızım sızlayacağını aklına bile getirmiyor. Eski daktilosunu pencerenin önüne
koyup ellerini yandığını sanıp sobaya uzatıyor. Soba soğuk. Borular kurum.
Duvar is. Yerde zift. Şıplamış katran.
Koku. Kan ve ben,
o.
Doktor,
parmaklarımın arasından sıkı sıkıya kavradığım çeliğin soğuğunu çekip alıyor.
Uzatıyor savcıya. ‘Başla’ diyor savcı. ‘Yaz!’.
Yazıcının donuk parmak uçları eski daktilonun tuşlarının karasında, isteksizce
inip kalkıyor,
‘Kerpiçdamlıküçükeskibirköyevininalçaktavanlıodasınadarbirkapıdangirildiodadakisobanın
yanında…
Tok. Tok.Tok.Tok…Tok.Tok.Tok.Tok.Tok.Tok. Toktoktoktoktok…
Katılaşmış
dal bedenimi yere yatırmaya çalışırken doktorun herkesten daha üzgün olduğunu
görüyorum. Seyircileri kovalıyor. Üşüşen kargalar kapının dışında çirkin
çığlıklarla bekleşirken meraklı, elbisemi sıyırıyor, önce karnımı açıp bastıra
bastıra yokluyor. Dedelerim, babam, abilerim, amcam, dayım, oğulları, kızları,
tanıdığım tanımadığım, bütün ‘dini bütün’ namuslu erkekler-kadınlar sizler
adına, töre adına, inanç adına, din adına, şimdi de lastik eldivenlerini gere
çeke geçiriyor parmaklarına. Sizler adına doğrultup dikiyor bacaklarımı.
Ayırıyor. Açıp bakıyor sizler adına.
Elleri buz gibi.
‘El
çek tabip el çek yaram üstünden.
Sen benim derdime çare bilmezsin’ desem? Diyemem.
Ortalıktayım.
Öylesine pervasız. Gerçeğim iffetini yitiriyor işte. Mahremim ulu orta. Çıplak.
Doktor uzatıyor elini. İşaret parmağıyla orta parmağını bitiştiriyor yan yana.
Bir namlu oluyor iki parmak, İki kem göz. Bedende o yerde, o noktada öylece
kalıyor. Tuşe’ siz, yalnızca soğuk bir bakış bir dokunuş.
Bir nefes bir iç çekme.
Üşüdüm.
Ben.
Kara örtülü, karakaşlı, kara yüzlü, kara kafalı karaltılar.
Ağu dilli, bet suratlı cüceler.
Korkunun yok ettiği sevgisiz, ruhsuz, taş kalpli don yüzler.
Gölgeler kaygan. İniltiler kaypak.
Sesler ‘fısır fısır’ vahşi. Çölde rüzgâr, oynak kum. ‘Kıpır kıpır’ kuşku.
‘Yaz!’
diyor savcı .‘Yaz!’
‘Bakire’.
Yazıcının donuk parmak uçları eski daktilonun tuşlarında tok
seslerle gezerken, harfler bedenimi delik delik deşiyor.
Yüzlerce çift göz, yumruk, el, parmak, tırnak, tırmık hepsi orada.
Ben delik, ben deşik, ben azat.
Uçuş uçuş bir tüyüm.
Kıldan ince köprünüze, inancınıza, törenize,
‘Püüüfffff!’