Dolar 34,5055
Euro 36,4583
Altın 2.955,93
BİST 9.084,29
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 18 °C
Az Bulutlu

Sinemanın | Efsane İsmi Pervin Tan

17.10.2019
2.313
A+
A-
Sinemanın | Efsane İsmi Pervin Tan

Söyleşi: Seran Vreskala

Pervin Tan, Beyoğlu sineması, 1885’lerden günümüze uzanan tarihsel sürecin tanığı…

‘Yılmaz Güney’in Yol filmi yasaklanmıştı, sansürden çıktığı an ilk bizde oynamıştı.’

Kapanma riski altındaki efsanevi Beyoğlu Sineması’nın kurucu ortağı Pervin Tan’ın hayali, kâr amacı gütmeyen, en güzel filmleri zarar etme pahasına seyirciye sunabilen bir salon işletmek. Artı Gerçek’ten Seran Vreskala’nın Pervin Tan’la yaptığı bu uzun söyleşiyi arşivinizde saklamanızı öneriyoruz.

90’lı yıllar, lise yeni bitmiş, artık büyüdüğüme göre annem de yeni yeni müsaade ediyor Beyoğlu’na sinemaya gitmeme… Entelektüel olacağız diye tuhaf bir çabayla, özenti Hollywood filmlerinden ziyade alternatif filmler peşindeyiz tabii ve bir arkadaşımın sayesinde bir cuma gecesi, 1885’te Halepli M. Hacar tarafından inşa edilen Halep Pasajı’nın içindeki Beyoğlu Sineması’yla tanıştım. Herkesin sinemada izlediği ilk film hala hafızasındadır, dolayısıyla ben de orada ilk izlediğim Fransız yapımı ‘Şarküteri’ filmini hiçbir zaman unutmadım. O güne kadar izlediğim filmlerden çok farklıydı, sadece muazzam bir tat bırakmamıştı damağımda, filmden çıktıktan sonra da etkisi devam etmiş, sindirebilmek için yarım saat sessizce yürümüş ve sonrasında arkadaşımla saatlerce film hakkında konuşmuştuk. Ondan sonra orada izlediğim her film aynı tadı verdi bana; bu konuda hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadım. O yüzden Beyoğlu Sineması’nın 90’ların gençliği için yeri bambaşkadır. Bizleri bilinenden farklı dünyalarla, kültürlerle, ismini hiç duymadığımız yönetmenlerle, alternatif sinemayla tanıştıran büyülü bir mekandır. Dolayısıyla bu söyleşiyi biraz da kendim için yaptım.

Konforlu bir sinema olmadı hiç. Ahşap sandalyeler çok rahatsızdı. Kışın donar, yazın yanardık. Alt yazıları okuyabilmek için her tür şekle girerdik. Yer gösterici huysuz ama tatlı amcayla arada tartışır, arada kucaklaşırdık. Festival zamanı genelde en iyi filmler burada gösterildiği için salon dolu olurdu. Bilet bulabilmek için yaz kış saatlerce kuyrukta bekleyenleri bilirim. Çok güzel bir kafesi vardı, çayı çok lezzetliydi. Filmden en az bir saat evvel gider, o kafede otururduk. Söyleşilerin, sohbetlerin, tangoların yapıldığı zamanlara hiç denk gelmedim ama gözlerimi kapadığımda hepsini rahatlıkla hayal edebiliyorum. Festivaller harici salon boştu genelde, hatta bu yüzden pek çok defa kapısından döndüğümü bilirim. AVM merkezli salonların gelmesiyle daha da büyük darbe aldılar. Yıllardır can çekiştikleri için hiçbir zaman salonu tam anlamıyla yenileyemediler. Eksiklerini tamamlayamadılar. Bu yüzden hala bir sürü şikâyet gelmeye devam ediyor ama bütün bu olumsuzluklarına rağmen, ben sinemayı burayla sevdim. Ekşi Sözlük’te -büyük ihtimalle benim neslimden- biri burası için “Sinemayla muhatap olmak, kolay ve rahat bir iş değildir oysa. Sinema, ehli için aşktır. Aşkta rahatlık ne arar?” yazmış. Orayı başka türlü ve daha iyi ifade edemezdi diye düşünüyorum. Çok uzun zamandır ayakta kalmaya çalışıyorlar ve bunu kapanmamak, Beyoğlu’nun Emek Sineması ya da Alkazar gibi tarihi değerlerinden birini daha yok etmemek için yapıyorlar; yoksa bırakıp gitmek o kadar kolay ki! Seyircilerinden gayri başka kimseden, şirketten destek görmemişler. Her kapıyı çalmışlar ama Beyoğlu Belediyesi’ne bile seslerini duyuramamışlar. Haklarında yapılan tuvaletin paralı, ses sisteminin fena ya da koltukların nasıl da rahatsız olduğuyla ilgili olumsuz yorumları okuyunca ve tüm bunların seyirciye saygısızlık olduğunu söyleyenleri görünce, verdikleri onca emeğin, başlattıkları geleneğin anlaşılmadığını düşünüyorum. İstanbul’un en harika salonlarından birini böylesine harcamak büyük vicdansızlık gerçekten. Eğer diğer salonlar gibi burası da kapanırsa, duyacağımız pişmanlık asla yakamızı bırakmayacak.

Bu efsaneleşmiş Beyoğlu Sineması’nı açan dört sinema aşığı arkadaştan biri Pervin Tan’dı. Karşımda rengarenk bir kadın var; turuncuya çalan kırmızı saçlar, mor uzun bir elbise, kırmızı ceketine uygun kırmızı bir hasır şapka ve onları tamamlayan göz alıcı kırmızı bir ruj… Sadece saçı ve kıyafeti değil kişiliği de rengarenk. Kaç yaşında olduğunu asla söylemiyor ama ne tahmin ederseniz edin, gösterdiği yaş kesinlikle gerçek yaşı olmayacaktır. Bandırmalı bir aileden geliyor. 7 kardeşler, 6’sı kız. Babası eğitimin çok önemli olduğuna inandığı için her birini okutmak için elinden geleni yapmış. Pervin Hanım kimya yüksek mühendisi… Hacettepe’den… Bir süre Ankara’da, Sağlık Bakanlığı’nın çevre departmanında mühendislik yapmış ve anlattığına göre o dönemler sağlık bakanlarının değil mühendislerin imzası kabul edilirmiş. Bu yüzden sağlık ve çevre sorunlarıyla bizzat ilgilenerek, çevreye zarar verebilecek her oluşuma, her fabrikaya, her projeye hayır diyebilmiş. Ayrılana kadar Tetra Pak denilen kutu ambalajlı sütlere bile izin vermemiş. Bu konuda kendini gerçek bir aktivist olarak görüyor.

Küçük yaşlardan beri tam bir sinema aşığıymış; bu yüzden Beyoğlu Sineması’nın kurucu ortağı olarak İstanbul’a gelmesi aslında onun için küçüklük hayalinin gerçekleşmesi… Film endüstrisini ve Beyoğlu Sineması’nı o kadar sevmiş, o kadar inanmış ki kurdukları günden bu yana yapmadığı kalmamış. Elindeki avucundaki her şeyi harcamış. Benimle buluşmaya geldiğinde yanında, o güne kadar gazetelere çıktıkları haberler, hazırladıkları broşür ve davetiyeleri içeren bir dosya getirdi ve içindekileri tek tek gösterdi. Sponsor arayışında başvurduğu her kurumla ve şirketle paylaştığı bu dosyayı hazırlayabilmek için bilgisayar kursuna gitmiş, web tasarımı ve photoshop öğrenmiş. Şimdi genç ve yetenekli yönetmenler filmlerini gösterebilecek salon bulamazken, daha o zaman genç yönetmenlere kapısını sonuna kadar açan Beyoğlu Sineması hayatta kalmak için direniyor ve desteğimizi bekliyor.

“BEYOĞLU’NDA SİNEMA AÇMAKLA, RESMEN DON KİŞOTVARİ YEL DEĞİRMENLERİNE SAVAŞ AÇMIŞTIK”

Sinemanızı neden Beyoğlu’nda açtınız?

89’da açtık sinemamızı… Aslında o dönem sinemayı Bağdat Caddesi’nde de açabilirdik ve muhtemelen daha fazla izleyici gelirdi ve kesinlikle para kazanırdık ama Beyoğlu’nda açmayı tercih ettik çünkü öyle bir dönemdi ki hem Beyoğlu hem Türk Sineması çökmüştü; böyle yaparak orayı canlandırmak istemiştik. Biraz taze kan getirmek istemiştik ve nitekim de öyle oldu.

Türk Sineması çökmüştü kısmını biraz açabilir misiniz?

Türk filmleri tamamen tozlu raflardaydı. Onlara kimse dokunmuyor, hiç kimse salonunda göstermiyordu, gösterse de tek tüktü. Dediğim gibi biz iki şeye çok dikkat ettik; Türkiye Sineması’na destek vermek ve Beyoğlu’na kültür sanat alanında bir hareket getirmek…

Yeşilçam bitmiş miydi o zaman?

Yıl 89, Yeşilçam diye bir şey kalmamıştı zaten. Seks furyasının öne çıktığı, porno filmlerin gösterildiği, diğer filmlerin rafa kalktığı bir dönemdi.

Sinema açma fikri nasıl ortaya çıktı peki?

Ankara’daki ortağımızın bir sineması vardı zaten, buradaki ortağım da Moda Sineması ile ortaklıktan yeni ayrılmıştı, dolayısıyla bir arayıştaydı. Fikir yoktan var olmuş bir fikir değildi ama Beyoğlu semtinde böyle bir karakteri olan bir salon yoktan var edilmiş bir fikirdi. Çok riskli bir adımdı aslında, resmen Don Kişotvari yel değirmenlerine savaş açmıştık.

Bu riske rağmen açılış galası muhteşem geçmiş sanırım.

Gerçekten de öyle. Açılış galası inanılmaz kalabalıktı ve haftalarca ‘30 yıl sonra ilk kez bir pasaj sinema salonuna dönüşüyor’ başlıklarıyla televizyonlarda haberleri yapıldı.

Büyük bir ihtiyacı karşılaşmışsınız demek.

Evet. İlk defa olan bir şeydi. Salonların çoğu kapanıp pasaja dönerken, ilk kez bir pasaj sinema salonuna dönüyordu. Biz bunu yaparak o kaderi kırdık.

Açılışı hangi filmle yaptınız?

Çok tartıştık bu konuyu ortaklarımla. Bütün yabancı şirketler kuyruğa girmişlerdi, hepsi de kendi filmleriyle açılış yapmamızı istiyordu. Hatta Hollywood’dan Fox, Warner Bros gibi çok büyük şirket patronlarının talimatıyla, açılışta hangi filmin olacağı takip ediliyordu. Hepsinin burada bir temsilcisi ve genel müdürleri vardı o zaman. Paramount, Universal ve Dreamworks yapımı filmlerin dağıtımını yapan UIP (United International Pictures) şirketi de bizimle ilgileniyordu. Hepsi de çok önemsiyordu, onlardan birinin filmiyle açılış yapalım diye… Düşünsenize, 300 koltukluk bir salon, ta Hollywood’daki patronlar için ne kadar önem arz etmiş! Onlar da Beyoğlu’na nasıl bir hareket getireceğimizi o günlerden görmüşlerdi ve bizimle piyasaya girmek istiyorlardı. Beyoğlu Sineması resmen bir semboldü o zaman. Hepsi bizi yemeğe çıkarmışlardı ikna etmek için, ben de bir kadın olarak kadehimi kaldırıp, “kusura bakmayın, biz yabancı bir filmle değil, tozlu raflarda duran bir Türk filmiyle açılışı yapacağız” dedim. Hakikaten de iki yıldır raflarda tozlanan rahmetli Şahin Kaygun’un filmi ‘Dolunay’ ile açılışı yaptık. Tozlu diyorum çünkü makinistin filmin tozunu alacak diye canının çıktığını bilirim. (Gülüyor)

Neden o filmi seçtiniz?

Çünkü raflarda kaliteli başka bir film yoktu o dönemde. Sonuçta belli bir çizgimiz vardı ve pornografik olmayan tek sanat filmi oydu.

Nebil Özgentürk’le yaptığım söyleşide, seks furyasının patladığı o dönem için, “bunlar devletin bilinçli olarak siyasi gençliği mastürbasyon salonlarına itme operasyonudur” demişti…

Doğru ifade etmiş. 12 Eylül’le birlikte -her alanda olduğu gibi- böyle uyuşturan tavırlar kültür sanat ve sinema alanlarına da yansımıştı. Bu yüzden sinematekler kapatıldı. Çok büyük baskılar geldi ardından. Yönetmenler istedikleri gibi filmler çekemez, sözlerini söyleyemez oldu. Televizyonun da başlaması ister istemez o baskı dönemiyle çakıştı, salonlar kapatılınca toplumda Türk Sineması’na karşı bir yargı oluştu. Artık nitelikli filmler çekilemez olmuştu.

Peki, Dolunay filmiyle açılış yaptığınızda nasıl tepkiler aldınız?

Çok büyük bir olay oldu. Sansasyon yarattı. O gece gelmeyen isim kalmamıştı. Gelenleri oturtacak yerimiz kalmamıştı, koridorlara taşmıştı herkes. Bu filmle açılış yapmamız Türk sinema camiasına da o kadar büyük bir moral verdi ki! Yönetmenler ve oyuncular çok umutlanmıştı. İkinci gün bile bizim o küçücük müdüriyetimiz doldu taştı. Benim bir filmim var, yeni bir senaryo peşindeyim ya da yeni bir film çekeceğim diyenler mi ararsın… O ölü toprağı serpilmiş alanda öyle bir hareket başladı ki, o umutsuzluk bir günde değişti. Gelen herkese elimdeki anahtarı şöyle bir sallayıp, “siz yeter ki yaratıcı olun, film çekin, salonunuz hazır” demiştim hepsine… O açılışla yavaş yavaş Türk Sineması büyük bir ivme kazandı. O güne kadar hiçbir salona Türk Sineması girmezken, şu an dünyada kendi filmleri en çok gösterilen az sayıdaki ülkeler arasındayız. Amerika’da Hollywood, Hindistan’da Bollywood’dan sonra büyük ihtimalle Türkiye üçüncü sıradadır. Uzakdoğu ve İran Sineması’nı geride bırakmıştır. Biz o Dolunay filmiyle camianın kaderini, gidişatını değiştirdik. Bazı şeyler küçücük gözükür ama kelebek etkisi yapar, arkasından kocaman bir dalga yaratır. Beyoğlu Sineması’nın da koskocaman bir dalga yaratan bir gücü oldu.

İran Sineması da şahanedir ama.

Elbette ama bu günlerde hep kendilerini tekrar etmeye başladılar ne yazık ki. Çok önemli İranlı yönetmen Abbas Kiarostami’nin taklitçileri gibi geliyor bu yeni yapımlar. Senaryoda çok başarılılar ama estetik ve oyunculukta çok başarılı olduklarını söyleyemem. Bizim sinemanın yönetmenlerine bakın, her birinin ayrı bir tarzı, ayrı bir dili vardır. O yüzden çok daha renklidir.

“BİZLER 12 EYLÜL’DEN SONRA YOK OLMUŞ SİNEMATEK KÜLTÜRÜ TEKRAR CANLANDIRDIK”

Demin bahsettiniz de merakımı cezbetti, sinematekler mi vardı o dönemlerde?

Olmaz mı? 12 Eylül’e kadar İstanbul’da sinematek vardı. Eski kuşak hep onlarla yetişti. En başta Şakir Eczacıbaşı ve Onat Kutlar olmak üzere birçok kişi sinematek açmıştı. Sinematekler 7/24 devamlı filmlerin oynatıldığı, 16 mm’lik filmlerin daha çok gösterildiği, genelde bodrum katlarda yer alan çok küçük salonlardı. Çok zor koşullarda olmasına rağmen en fazla önemsenen ve iz bırakan dönem sinematek dönemidir. Biz 12 Eylül’den sonra o yok olmuş kültürü tekrar canlandırdık; hem yeni yönetmenler için bir okul olduk hem aydınların buluşma yeriydik hem de sinematek işlevini gördük. Filmleri seçerken çok özen gösterdik, ödül almış sanat filmlerine her zaman öncelik verdik. Yerli yabancı fark etmedi hiçbir zaman. Hatta Yılmaz Güney’in Yol filmi yasaklanmıştı, sansürden çıktığı an ilk bizde oynamıştı.

Onat Kutlar’ı tanır mıydınız? Nasıl bir adamdı?

Tabii tanırdım. Muhteşem bir adamdı. Çok nezaketliydi. Herkese karşı öyleydi. Beyoğlu Sineması’na o kadar çok emeği geçmiştir ki! Filmleri seçmemizde büyük yardımı olurdu. Yaratıcı filmleri bulmamızda etkisi büyüktü. Belli bir çizgiyi oluşturmamızda katkısı büyüktür. Maalesef çok vahim bir olayda kaybettik onu, sadece biz değil ülkemiz de çok şey kaybetti.

Kafede söyleşilerin yapıldığını hatırlıyorum.

Evet. Onu da ben önermiştim çünkü insanların tartışma kültürüyle tanışmasını ve yönetmenlerin, oyuncuların, senaristlerin halkla bir araya gelmesini çok istiyordum. Açılışı takip eden yıllarda söyleşilerimize ilk Ömer Kavur’la başlamıştık. O sırada ‘Gizli Yüz’ filmini yeni bitirmişti. Biz salonu açınca morali çok yükselmişti ve film çekme ihtiyacı duymuştu; Gizli Yüz öyle ortaya çıkmıştı. Kendisinden bir söyleşi yapmasını rica ettiğimde hiç düşünmeden hay hay demişti. Düşünsenize, filmi izliyorsunuz ve çıkarken bir bakıyorsunuz, seyrettiğiniz filmin yönetmeni kafede oturuyor. İzdiham yaşanırdı bu söyleşilerde…

Nasıl biriydi Ömer Kavur?

Muazzam bir insandı. Ülkenin en entelektüel yönetmenlerinden biriydi. Anayurt Oteli’ni kim unutabilir? Çok insancıl, çok sevgi doluydu. Çok özel filmler yaptı zamanında ve filmlerinde inanılmaz tahliller görürdünüz. Kendine has bir dili vardı. Oyuncuları çok iyi yönlendirirdi, onun zamanında oyuncular parlamıştır gerçekten.

Çok sessizce gitti, sanki öldüğünde hak ettiği değer verilememiş gibi gelir bana hep.

O kadar haklısınız ki! Kendisi Türk Sineması’nın üstüne çöken ölü toprağını kaldıran çok değerli yönetmenlerden olmasına ve filmleri çok ses getirmesine rağmen, ölümü çok sessiz oldu.

Gizli Yüz de şahane bir filmdi. Zuhal Olcay ilk o filmle tanındı galiba.

Evet. Filmin senaryosunu Orhan Pamuk yazmıştı. İlk senaryosuydu. Hatta onunla da söyleşi yapılmasını rica ettiğimde hemen kabul etmişti ki böyle davetlere genelde çok iştirak etmezdi. O zamanlar da çok ünlüydü. ‘Sinema’ isminde binlerce kişiye ücretsiz olarak dağıtılan bir sinema dergisi vardı, onun varlığı da sinemaya bir güçtü. Derginin sahibi arkadaşımdı, Gizli Yüz’ün tanıtımını yapabilmek için benden söyleşi yapmamı istemişti. Bu sebeple Orhan Pamuk’un Erenköy’deki evine gitmiştim. Koskocaman bir evdi ve üstünde onlarca kitap bulunan kocaman bir masası vardı. Beni çok güzel ağırlamıştı. Çok saygılı ve nezaketliydi. Samimiyetini çok sevmiştim.

Dediğiniz gibi Zuhal Olcay parlamıştı o filmle, Ömer Kavur’un keşfettiği bir oyuncudur ve hakikaten muazzam bir oyuncudur; onun evine de gitmiştik söyleşi için. Nitelikli bir güzeldir o, başka türlü bir aurası vardır. Hemen her hafta kafemizde de sinema sohbetleri düzenlerdik. Filmlerin tanıtımında ve seyirciyi salonlara çekmekte bu sohbetlerin etkisi büyüktü. Çok büyük bir ara oluşmuştu seyirciyle Türk filmi arasında… Hatta varoşlarda yaşayan ve bir salonda hiç film izlememiş kadın seyirciyi salona getirebilmek için çok uğraşmıştım. Varoşlarda yaşayan binlerce kadını düşünün, hayatında hiç sinemaya gitmemiş; onlara ulaşabilmeyi ve salonda film izlemelerini istiyordum.

Nasıl ulaşabildiniz onlara?

(Gülümsüyor) O dönemde büyük telefon rehberleri vardı. O rehberde kadın ismi olan her adrese “Sizi biz seçtik” başlığıyla ücretsiz davetiye yolladım. Numaraların yanında adres de yazardı o zamanlar… (Yanında getirdiği davetiye örneğini gösteriyor) Her hafta 200-300 davetiye yollardım ve davetiye yolladıklarımın çoğu film izlemeye gelirdi çünkü kendilerine değer verildiğini hissederlerdi. Bu yolla hem sinemayı kitlelere yaymayı hedefliyor hem de farklı kesimden insanları bir araya getiriyorduk. O güne kadar böyle bir şey hiç yapılmamıştı, şu anda da yapıldığını sanmıyorum. Öyle bir kitleye film izletmeyi başarmıştık. Bu yüzden bir efsane haline gelerek bu günleri görebildi Beyoğlu Sineması; yoksa çok fazla salon zincirleri var, çok fazla kapanan salon var, kimsenin de bu kapanan salonlardan haberi olmuyor maalesef ama biz düşe kalka da olsa bu günlere gelebilmeyi başardık. Zamanında halka çok sahip çıktığımız için, halk da şimdi bize sahip çıkıyor.

Ferhan Şensoy Tiyatrosuyla da iç içesiniz.

Çok severiz birbirimizi. Birer ay arayla açmıştık yerlerimizi, o pasajı adeta bir kültür merkezi haline getirmiştik, dolayısıyla ta o yıllara dayanan bir diyaloğumuz var. Derya (Baykal) harika bir insandı. O kadar tatlıydı ki. Onun da çok emeği vardır o tiyatroda. Efsanelerdi o zaman, hala öyleler gerçi… Ferhangi Şeyler hala oynamaya devam ediyor çünkü devamlı kendini güncelleyen bir oyun. Hiç taviz vermedi, hiç çizgisinden sapmadı Ferhan. Birlikte çok eğlendiğimiz günleri hatırlıyorum.

“ZOR DÖNEMLER, BASKILAR, ACILAR, İNSANLARI YARATICI KILAR, BU YÜZDEN SANAT BİR KURTARICIDIR”

Anlattıklarınız bana Birinci Dünya Savaşı sonrası, Amerika’da ‘Kükreyen Yirmiler’ diye isimlendirilen müzik, dans, partilerin cirit attığı 20’li yıllarda bir anda zirveye çıkan kültür ve sanat hareketlerini hatırlattı nedense. Siz de bu durumda Zelda Fitzgerald oluyorsunuz, sanırım.

(Kahkaha atıyor) Zelda zamanının çok ötesinde bir kadındı, belki 80’lerin sonu 90’ların başı için ben de biraz öyle bir kadındım sanırım. Tango günlerimiz de oldu sinemamızda biliyorsunuzdur belki. Her hafta gelenlere tango yaptırdık biz. (O esnada ‘Bu tangoya herkes davetli’ başlığıyla kendisinin tango yaparken çekilmiş bir fotoğrafını yayımlayan bir gazete kupürünü gösteriyor) O kadar renkli etkinlikler yaptık ki biz. Çağ adına güzel bir benzetme yaptınız hakikaten. Savaş sonrası en pozitif yıllardı 20’ler, Amerika’daki halkın kendini müziğe, kültüre, sanata verdiği bir zamandı; darbeden sonra bizim Beyoğlu’na gelişimiz ve yaptığımız bütün o etkinlikler de halkta hemen hemen aynı pozitif etkiye neden olmuştu. O anlamda Beyoğlu’nun iyileşmesinde bir etkimiz olduğu tartışılmaz… Zor dönemler, baskılar, acılar insanları yaratıcı kılar. Sanat gerçek anlamda bir kurtarıcıdır bu yüzden devam etmesi zorunludur.

94’de Beyoğlu’nu Refah Partisi aldığı zaman çok şaşırmıştım. Çünkü Kasımpaşa, Sütlüce, Hasköy, Halıcıoğlu, Çıksalın gibi ilçelerin Beyoğlu’na dahil olduğunu bilmiyordum. Siz şaşırdınız mı Refah geldiğinde? O dönem nasıl bir değişim yaşandı?

Hepimiz çok şaşırmıştık çünkü biz de bilmiyorduk o ilçelerin Beyoğlu’na dahil olduğunu… (Gülümsüyor) Üstelik oralarda yaşayanlara film izletmeye çalışmamıza rağmen… Değişim olmaz mı, tabii ki oldu. Bütün Türkiye’de ve her alanda olduğu gibi kültür sanat alanında, haliyle bizde de büyük değişiklikler oldu, adım adım. Bu kaçınılmaz bir değişimdi.

2004’den beri Beyoğlu’nu AKP belediyesi yönetiyor. Hiç baskı gördünüz mü?

Özel bir baskı direkt görmedik ama bizi de hep yok saydılar. O kadar çok gittik ki belediye başkanının makamına, en ünlü yönetmenleri götürdük yanımızda ama hiçbir girişimimiz işe yaramadı. Mesela Zeki Demirkubuz çektiği filmi yarım bırakarak o zamanki başkanın ayağına kadar gitti destek istemek için ama hiçbir şekilde karşılık bulamadık, en ufak bir desteğe bile yanaşmadı. Zeki gibi bir ülkenin sesini duyurmuş, ödüllü bir yönetmenle makamına gitmiştik, daha ne yapabilirdik?

İmkânsız bir şey mi istediniz acaba?

(Gülümsüyor) Belediye belli bir sayıda davetiye alacaktı bizden, yoksul ve genç kesime ulaştıracaktı. Kasımpaşa’daki, Hasköy’deki gençlere ulaşmak, onlara film izletmek istiyorduk ama bunu tek başımıza yapacak gücümüz yoktu. Onun karşılığında da aylık 5-10 bin lira gibi komik bir rakam verecekti bize. Bir belediye için sanata vereceği 5-10 bin lira ne kadar büyük bir rakam olabilir ki? Ama kendisi desteğe hiç yanaşmadı. Yalvardık resmen, ne olur bize böyle bir şans tanıyın, ayakta kalmaya çalışıyoruz diye ama en ufak bir sempati göstermedi. Kadıköy Belediyesi’nin verdiği destek bize de verilseydi, şimdi uçmuştuk.

Belki yeni belediye başkanı kültür sanat seven biridir ve bu konuya daha duyarlı yaklaşır.

Umarım. Umut her zaman vardır. (Gülümsüyor) Daha gitmedik geçen yıllardaki tecrübelerimizden dolayı ama kendisini sinemamıza bekliyoruz.

“ŞİMDİKİ DÖNEMİN EN BÜYÜK SORUNU ESTETİKTEN YOKSUN OLMASI… TEKNOLOJİ GELİŞTİ AMA ESTETİK ANLAYIŞI VE SAYGI GERİYE GİTTİ”

Sinema sizce kan kaybetti mi şu son yıllarda? Netflix gibi özel kanallar sinemanın tahtını sarstı sanki.

Seyirci olarak kesinlikle kan kaybetti. Televizyonda ve internette izleniyor artık filmler ama izledikleri sinema olmuyor işte. Sinema beyaz perdede izlenir. Tiyatro sahnede izlenir. Konserler alanda izlenir. Klasik konserler özellikle salonda izlenir. Aksi hiçbir zaman aynı etkiyi bırakmaz. Onları küçücük bir ekrana taşımak, sanata yapılan en büyük haksızlık bence.

Peki, bugüne kadar izledikleriniz arasında sizi çok etkileyen film hangisi?

Alain Resnais’in ‘Hiroşima Sevgilim’, Visconti’nin ‘Venedik’te Ölüm‘ ve Ettore Scola’nın ‘Özel Bir Gün’ filmleri beni çok etkilemişti. Bu üç filmi çok özel bulurum.

Sizde ilk ‘Şarküteri’ filmini izlemiştim. ‘Kayıp Çocuklar Kenti’ filminden de çok etkilenmiştim. İkisinin de yönetmenleri aynıydı.

İkisi de benim çok sevdiğim filmlerden… Şarküteri bayağı ilgi görmüştü, kara komedi tarzında yapılmış bayağı ilginç bir filmdi. Çok sürrealist ve zamanının ötesinde bir filmdi.

Sizde izlediğim en önemli filmlerden biri de Mikhalkov’un Oskarlı filmi ‘Güneş Yanığı’ idi. Gerçek devrimcilerin cezalandırıldığı, paraya ve güce satılmışların yetkili olduğu bir Rusya’ya tanık olduğumuz çok etkileyici bir filmdi.

Hatırlıyorum. Gerçekten de dönemin en önemli filmlerinden biridir. Stalin dönemini eleştiren ama tarafsız yaklaşan ve kararı seyirciye bırakan muhteşem bir filmdi.

Kieslowski’nin Üç Renk üçlemesini de sizde izlemiştim.

İlk defa bizle tanımıştır sinema seyircisi Kieslowski’yi… Amacımız, çok özel, çok ödüllü ya da yetenekli yönetmenleri ve filmlerini ülkemizde tanıtabilmekti zaten. Son yılların en iyi filmleri arasına girer o üçleme… Fransa’nın bayrağındaki renklerin anlamlarından (özgürlük-eşitlik-kardeşlik) yola çıkarak çekilen filmlerin üçü de derinliği olan filmlerdir.

Bu yönetmenlerin hepsini Beyoğlu Sineması’nın sayesinde tanıdım. Hatta ilk gittiğim günü bile çok iyi hatırlıyorum, gittiğim tüm salonlardan farklıydı, biraz şaşırmıştım. Öyle çok konforlu değildi ama huzurlu bir atmosferi vardı.

Kesinlikle. Çok geniş bir kafesi vardır, onu özellikle öyle istedik ve işletmeye vermedik. Zarar etme pahasına vermedik çünkü seyirci orada rahat etsin istedik. Kafasını boşaltsın ve sadece sinema düşünsün istedik. O nedenle o küçücük fuaye, zaman geçirmek için saatler öncesinden gelen, ayakta bekleyenlerle dolup taşardı. İzleyeceği filme konsantre seyircilerdi bunlar. Kendilerini psikolojik olarak hazırlayıp, filme öyle girerlerdi.

O zamanın seyirci profiliyle şimdikini kıyaslasanız neler söylersiniz?

O zaman sinemaya gösterilen özen maalesef şu anda yok. İlgiden bahsetmiyorum. Kültür ortamı çok değişti maalesef. O zamanlar televizyonlar ve akıllı telefonlar olmadığı için sinema çok ön plandaydı. İnsanlar film gösterilirken asla konuşmazlardı, şimdi ise bırakın konuşmayı aralarında gülüşenler, telefonuyla oynayanlar var. Seyirci aydın ve emeğe saygılı bir seyirciydi. Zeki Dumurkubuz, Nuri Bilge Ceylan gibi o kuşağın bütün yönetmenleri bizim izleyicimizdi. Şimdiki dönemin en büyük sorunu estetikten yoksun olması… Teknoloji gelişti ama estetik anlayışı ve saygı geriye gitti.

“EURİMAGES ÜYESİ SALONLARIN HEPSİ ÜLKELERİNDEN GANİ GANİ DESTEK GÖRDÜLER, BİR TEK BİZ KENDİ ÜLKEMİZDEN DESTEK ALAMADIK”

Beyoğlu Sineması’nın şimdiki durumu nedir? Biraz zar zor ayakta duruyor sanki.

Vallahi zar zor da olsa ayakta durmaya çalışıyor. Desteğe çok ihtiyacı var, seyirciye güvenmekten başka şansımız yok maalesef.

Gösterdiğiniz gazete kupürlerine bakıyorum, hep aynı başlıklarla haber yapmışlar sizi; “kurtarılmayı bekliyor” …

Evet. En nitelikli insanlar bizlere çok sahip çıktı, yer yerinden oynadı ama elini cebine atan bir firma, bir sponsor yok. Devletten destek yok. Yurtdışındaki sinema salonları bu anlamda çok şanslılar çünkü hepsine devlet kurumları destek veriyor, böylece ayakta kalmak için mücadele etmek zorunda kalmıyorlar. Avrupa Sineması Destek Fonu Eurimages üyesi salonların hepsi ülkelerinden gani gani destek gördüler, bir tek biz kendi ülkemizden destek alamadık.

Nasıl geçiniyorsunuz peki?

Geçinemiyoruz ki. Belki Kültür Bakanlığı ya da belediye biraz destek olabilse en azından biraz rahatlarız. Ama maalesef seyirci olacaklarına, durumumuza seyirci kaldılar. (Gülümsüyor)

Emek Sineması kapatılmasın diye ünlü ünsüz herkes sokakları doldurmuştu ama pek işe yaramadı. Beyoğlu’nun tarihi sineması Alkazar da 9 yıl evvel kapılarını kapattı. Bunlar hep İstanbul’un kaybolan değerleri… Sizde de böyle bir risk var mı?

Biz komşuyduk onlarla ve daima iletişim halindeydik. Sahibiyle ve personeliyle dirsek temasımız hep vardı. Emek Sineması’nın kapanacağını duyduğumda çok hüzünlendim çünkü orası bir mabetti. Mekân olarak çok özeldi. Genelde Hollywood filmleri gösterilirdi. Alkazar da çok özel bir sinemaydı. Buram buram tarih kokardı. Daha çok bağımsız filmlere ağırlık verirdi. Çok kısa sürdü hayatı, keşke kapanmasaydı. İkisinde de canım çok acıdı. Bizimki çok küçük bir salon, pek çok handikabı var ama hala ayakta kalmaya çalışması direndiğimizi gösteriyor. Biletlere zam geldiği halde salonu bir türlü yenileyemeyişimizin sebebi kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olmamız… Bir çivi çakacak gücümüz yok, yoksa gönül neler yapmak istiyor. Galalarda serdiğimiz kırmızı halımız eskidi, yenisini alamadık. Tuvaleti paralı yapmak durumunda kaldık, hep parasızlıktan… Oradan gelen gelirle iki çalışanımızın maaşını ödüyoruz. Neyse ki kirayı ödeyemediğimiz durumlarda bile çalışanlarımızın parasını hep ödedik. Kapanma riski her salonda var, bizde de o risk yüksek ama bizim seyircimiz buna asla müsaade etmez diye düşünüyorum.

Umutlusunuz yani.

Elbette umutluyum. Nasıl ki siyaset alanında Millet İttifakı büyük bir başarı kazandıysa, bu alanda da her şeyin çok güzel olacağına inanıyorum. Bakın insanlar bir ara video kasetlerden film izliyordu, sonra CD’lerden izlemeye başladı. Şimdi de internet kanalıyla izliyorlar ama nasıl ki daha öncekilerin kaset, CD dönemi geçmiş ve insanlar onlardan bıktıkları için sinemaya dönmüşlerse, bu dönemin de geçeceğini insanların sinemaya tekrar geleceğini düşünüyorum. Başka Sinema diye bir oluşum var biliyorsunuz, onlara inanılmaz saygım var, ilk bize gelmişlerdi ve onlara ilk katılan biz olduk. Gerçi en zor dönemdeyiz şu anda, insanlar sokağa çıkamaz hale geldi, politik nedenlerin etkileri bunlar ve bu etki bütün yaşama yansıyor ama bizler gerçekten direniyoruz, salonumuz konforlu olmayabilir ama film kalitemizden ödün vermeden seyircimiz için direniyoruz.

Sosyal medya bir işe yaramıyor mu peki? Hesaplarınız var diye biliyorum.

Tabii ki sosyal medyanın yararını görüyoruz ama o konuda eksiğimiz olduğunu düşünüyorum, verimli çalıştırılamıyor maalesef. Muhabbet ederken şikayetlere geri dönmediğimizden bahsetmiştiniz, maalesef şikayetlere geri dönemeyişimiz de biraz bu yüzden, yarınımızı düşünmekten gereken özeni gösteremiyoruz. Bir öz eleştiridir bu.

Neden duvarda duran o güzelim çizimleri koruyamadınız?

Çünkü o panonun arka tarafı tamamen küflenip, çürümüştü. Onları temizlemeye çalışırken parçalandılar.

Hayaliniz nedir?

Hiçbir kâr amacı gütmeden kapısı herkese açık olan, ayın sonunu nasıl çıkaracağız kaygısı taşımayan, 300-400 kişilik ışıl ışıl bir salonda en güzel filmleri zarar etme pahasına seyirciyle buluşturabilmek… Genç yönetmenlere salon bulamama endişesi yaşatmamak, filmlerine ev sahipliği yapabilmeye devam edebilmek… Sinema aşığı biri daha ne isteyebilir ki?

Beyoğlu’nun şimdiki hali için ne düşünüyorsunuz?

Beyoğlu Güzelleştirme ve Koruma Derneği’nin komite üyesiydim aynı zamanda. Vitali Hakko başkanımızdı. 15 yıl Beyoğlu’nun kalkınması için büyük emekler sarf ettik ve gerçekten de 2000’li yılların ortalarına kadar Beyoğlu, 24 saat yaşayan, şıkır şıkır bir enerjisi olan dünyanın en güzel semtlerinden biriydi. İstanbul da en güzel şehriydi. Şimdiki haline tabii ki üzülüyorum ama umutsuzluğa kapılmıyorum çünkü ben batakhane olduğu dönemleri de ondan sonraki değişimi de biliyorum. Yeter ki o tohum ekilmiş olsun, o tohum ortamını bulduğu zaman açar çünkü.

Ferhan Şayılman
1956’da Ankara’da doğdu. Asker bir babanın oğlu olarak ilk gençlik yıllarına kadar hep göçebe yaşadı. Ankara'dan Erzurum'a, Çorlu'dan Balıkesir'e uzanan kocaman bir coğrafyada gitmedikleri yer kalmadı. Ortaöğretimini Bursa Erkek Lisesinde yaptı. Ankara'ya yıllar sonra, 1976'da, üniversiteye girdiğinde geri döndü. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksekokulu'nun taşradan gelmiş bu ürkek delikanlısı Okul yıllarında diğer yaşıtları gibi terörün, kardeş kavgasının cehenneminde kendi payına düşenleri fazlasıyla yüklendi. 1978 yılından itibaren Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı Film stüdyolarında kurgucu ve yönetmen olarak çalıştı, senaryo yazarlığı ve belgesel yönetmenliği yaptı. Türkiye'nin en önemli belgesel sinemacısı Süha Arın'ın başta Tahtacılar ve Safranbolu'da Zaman olmak üzere bazı filmlerinin kurgu çalışmalarına katıldı. İstanbul'da Sinema-Televizyon Enstitüsü'nde yönetmen Lütfü Akad'tan sinema dersleri aldı. Mesleğe üniversitede girdi ve bir daha hiç çıkmadı. Yayıncılık alanında ilk işi 16mm kurguydu. Birçok belgesel filme senaryolar yazdı. Senaryolarını kendisinin yazdığı ilk belgesellerini 1985'ten itibaren çekti. Tarihin Tanıkları, Halıcılık, Bir Şenliktir Kadırga, Şemaki Evi bunlardan bazıları. 1992'de özel televizyon yayıncılığı başladığında kurulan Flash TV'de Uzun yıllar haber müdürlüğü, haber koordinatörlüğü, Ankara Temsilciliği ve İcra Kurulu Üyeliği yaptı. 1997'den bu yana yönettiği haber tartışma programlarında, canlı yayınlarda Türkiye'nin içinden geçtiği süreci izleyicileriyle paylaşma çabasını sürdürdü. Halen aynı kanalda haber programcısı olarak mesleğine devam ediyor. 1992'de Damar Dergisi ve Çankaya Belediyesi'nin ortaklaşa düzenlediği öykü yarışmasında "Sığınak" adlı kitabıyla ikincilik ödülü aldı. Bu dönemde öyküleri Damar, Yazıt, İnsancıl gibi edebiyat dergilerinde yayınlandı. Dialog Dergisi'nde sinema eleştirileri, Nokta Dergisi'nde haftalık köşe yazılarıyla çalışmalarını sürdürdü. Damar Dergisi'nde "Perice" adıyla günlükleri yayınlandı. İkinci öykü kitabı N’olur Beni Eve Götür’deki ‘‘Koza’’ adlı öyküyü, Demirtaş Ceyhun, Varlık dergisinde Türk öykü antolojilerine girecek değerdeki bir “ilk aşkın eşsiz güzellikteki anlatımı” şeklinde değerlendirdi. Prof. Dr. Talat Halman’ın ‘‘anlatı sanatında bir virtüöz’’ olarak tanımladığı Şaylıman’ın üçüncü kitabı Zaman Geriye Dönmez, edebiyat eleştirmeni Ömer Türkeş tarafından, aynı yıl yayınlanan 174 “ilk roman”ın ilk sekizi arasında gösterildi. 22 Nisan 2001'de yaptığı bir canlı yayın programını "Kuşatılmışlar Ülkesi Türkiye" adıyla kitaplaştırdı. Yönetmenliğini Yaptığı Belgesel Filmler Şemaki Evi - 1993 Tarihin Tanıkları - 1990 .... Belgesel, 00:09:00 4. Ankara Film Festivali, Kısa Metraj ve Belgesel Yarışması, Belgesel Dalı, Finalist. 1992 Halıcılık - 1989 Kadırga Bir Şenliktir - 1987 Kurgu Filmografisi Şemaki Evi - 1993 Tarihin Tanıkları - 1990 Halıcılık - 1989 Kadırga Bir Şenliktir - 1987 Tahtacı Fatma - 1979 Safranbolu'da Zaman - 1976 Şaylıman’ın Eserleri: • Sığınak (öykü, Damar Yayınları, 1992) • N’olur Beni Eve Götür (öykü, Art Yayıncılık, 2004) • Zaman Geriye Dönmez (roman, Merkez Kitaplar, 2006) • Kırılma Noktası (günce, İmge Kitabevi Yayınları, 2008) Kaynak imge.com.tr 4. Ankara Film Festivali katalogu
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.