Dolar 34,5055
Euro 36,4583
Altın 2.955,93
BİST 9.084,29
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 18 °C
Az Bulutlu

Pavyon Güzeli | Ertuğrul Erdoğan

25.08.2019
1.629
A+
A-
Pavyon Güzeli | Ertuğrul Erdoğan

|Öykü

          Çiftlik şehrin on kilometre uzağında, doğa harikası bir göle komşu köyün girişindeydi.  Çiftlik ve yakın çevresi usta bir ressamın elinden çıkan bir tablo güzelliğinde, yemyeşildi. Çiftlik oldukça geniş bir araziye sahipti. Tam ortasındaki üç katlı evin her mevsimi süsleyecek, etkileyici bir güzelliği vardı. Çiftliğin sınırları bir insanın erişemeyeceği yükseklikteki çit ve dikenli ağaçlarla çevriliydi. Demirden giriş kapısı iki kanatlı ve yüksekti. Kapının her iki kanadında aslan motifli gösterişli birer kapı tokmağı vardı.

Postacı zile bastığında sabahın epeyce erken bir saatiydi. Bekledi. Açan olmayınca bir kez daha çaldı, bu kez önceki sabah ürkekliğini üzerinden atarak biraz uzunca. Önce uzaktan bir köpek havlaması işitildi. Ardından gelen inek ve koyunların sesi, hayvanlar ses korosunu tamamladı. Evin en büyük oğlu Murat, gözlerini ovuştura ovuştura çiftliğin kapısını araladı.  Emeklisi gelen postacı elindeki mektubu uzattı. Mektubu alan Murat yarı uykulu gözleriyle postacıya teşekkür ederek kapıyı kapattı. Mektubun üzerine baktı, yalnızca alıcısı olan babasının ismini okudu. Yazı düzgün yazılmıştı. Merak etti. Kim olabilirdi ki gönderen? Sağ elinde tuttuğu mektubu sol elinin içine vura vura ineklerin bulunduğu ahıra gitti. İzbe, loş ahıra girince önce lambayı yaktı. Birkaç inekten ses geldi. İneklerin sırtlarını sevgiyle sıvazladı. Yemleri kontrol etti. Köşede duran çuvallardan birini alıp eksilen yemlikleri tamamladı. İneklerin geviş getirirken çıkardığı ses, bir orkestranın ritmik ve hatasız icrasından farksızdı. Aralarında hasta olan var mı diye dikkatlice her birini kontrol etti. Babası bu konuda çok titizdi. Onu her defasında ‘Hayvanlara iyi bak! Hasta olmasınlar, yoksa canına okurum!” diye uyarırdı. Mektubu bıraktığı yerden alıp, koyunların bulunduğu yere geçti. Annelerini emen yeni doğan kuzuları da tek tek inceledi. Hasta olan yoktu. Sevindi.

            Babası, hayvanlar hasta olduklarında paraları gidecek diye veteriner çağırmazdı.  Yıllar yıllar önce çağırdığı veterinerden gördükleri ve köylülerin kendi aralarında yaptıkları konuşmalardan öğrendikleriyle hasta hayvanlara bakardı. İlaçlarını bin bir pazarlıkla alır, iğnelerini de kendi yapardı.

Murat hayvanları kontrol ettikten sonra eve geçti. Mektubun kimden geldiğini öylesine merak ediyordu ki, sonradan anlaşılmayacak şekilde zarfı nasıl açabileceğini ciddi ciddi düşündü. Mutfaktan aldığı bıçağın da ona yardımcı olamayacağını anlayınca içini kemiren bu merakla oflaya puflaya çaresiz katlayıp arka cebine koydu.

Günlerden Perşembeydi. Babasıyla birlikte sütleri satmaya şehre gideceklerdi. Birazdan ev ahalisi de eksiksiz ayaklanmış olurdu. Murat eşi ve çocuklarıyla bu evde aile içinde aileydiler. Anne ve babası, bekâr üç erkek ve iki kız kardeşiyle birlikte yaşıyorlardı. Anne mutfağa geçip kahvaltılıkları hazırlarken bir yandan da gelinine sesleniyordu,

– Sofrayı hazırlamadın mı daha?

Üstü kapalı emir içeren bu sesleniş, yeni yeni ışımaya başlayan günün serinliğine ürkütücülükle eşlik ediyordu. Yeni günün ışıkları henüz köye düşmeden inek ve koyunları sağmış, yorulmuştu. Her gün tekrarlanan ev işlerinden, çocuklarının bakımına eklenen bu sağım işinden gına gelmişti Murat’ın eşine. Kısa bir süre de olsa annesine kaçıp birazcık olsun dinlenmek istiyor ancak kayınpederi türlü bahanelerle buna müsaade etmiyordu.  Bir köleden farksızdı. Sızlandığında kocası bir türlü sonunu getiremediği sinirlerini ayağa kaldıran aynı cümleyi tekrar edip duruyordu,

“Babam… “

            Herkes hazırlanmış, sofrada yerini almıştı. Babası masanın başında, bir patron edasıyla kasılıyordu. Çocuklar da uyanıp sofradaki yerlerini almışlardı. Anne, tavukların altından aldığı yumurtaları kaynatıp her bir tabağa koydu. Babası kendisinden beklenen bir tepkiyle annesine seslendi.

– Yahu Karı!  Her gün de yumurta yenmez ki! Vallahi satacak yumurta kalmayacak!

Masadakiler tabaklarındaki yumurtayı sessizce tabaklarından alıp masaya bıraktılar. Sessiz karşı çıkışları suratlarını ekşitmekle sınırlıydı. Murat’ın çocukları dört ve altı yaşındaydılar. Onlar çatallarını peynir tabağına götürdükçe dedeleri kahvaltısını bırakıp torunlarına ters ters bakıyordu. Karısıyla göz göze geldi. Gelinleri bir ara peynire uzanırken kayınpederinin baktığını görünce, çatalını geri çekti. Sonra domates tabağına yöneldi. Baba ortaya konuştu ama söz varacağı yeri zaten biliyordu.

 – Yahu peynirin şehirdeki fiyatından haberiniz var mı? Bir kilo peynirin kaç kilo sütten yapıldığını biliyor musunuz?

Torunları pür dikkat dedelerini dinliyordu. Evin gelini çocukların kulaklarına bir şeyler fısıldadı. Büyük olanı,

“Dede peynirin fiyatı ne olmuş?”

“Tam tamına 36 gayme! Vallahi, billahi!”

“Gayme ne dede? Kaymak mı?”

            –  Büyüyünce anlarsın gaymeyi. Hadi laf yetiştirmeyi bırak da domatesten ye!

Sofradakiler evin babasının kalkmasını ne kadar çok isteseler de, o inadına denetim memuru gibi başlarında bekliyor, herkesin lokmasını sinsice saymaya devam ediyordu.

– Haydi bakalım, herkes işine! Kahvaltı faslı bitti! Avrat, çocuklar inekleri akşama kadar çayırda otlatsınlar. İyi sahip çıksınlar. Aman deyim kayıp filan etmesinler. Yoksa canlarına okurum!  Hanım, sen de tarhanaya başlasan iyi olur. Kışın pek lezzetli oluyor. Onsuz yapamam, biliyorsun. Yalnız yumurtaları fazla harcama ha! Biz birazdan oğlanla sütleri satmaya çıkacağız. İstediğin bir şey yoktur her hâl.

– Bey daha bir şey istemeden ağzıma tıkıyorsun. Şu üzerimdeki urbayı kaç zamandır giyiyorum. Artık eskidi. Bak yırtıklarına. Gelirken bir urba alsan diyecektim. Geline de al, çocukların üstünü başını görüyorsun. En iyisi mi sen bizi de çarşıya götür.

            – Bayram değil seyran değil. Hele bir bayram gelsin, düşünürüz.

– Etme bey, parayı mezara mı götüreceksin? Kefenin cebi yok derler. Şükür aç değiliz açıkta değiliz. Bankada da bir sürü paramız var. Bir iyilik yap da sevindir şu çocukları.

            – Karı, karı! Para öyle kolay kazanılmıyor. Harcanmadığında birikiyor. Şimdi sırası değil! Bak, komşumuz İsmet bize nazire yaparcasına köyün en güzel arabasını aldı.  Nah şuraya yazıyorum. Ben de ondan daha iyi araba almazsam ne olayım. Para lazım para!  Şimdi sırası değil elbisenin, çaputun!

Süt yüklü kamyonet şehre doğru yol alırken, onları yolcu etmek için dışarı çıkan annesi arkalarından söyleniyordu,

– Cimri Adam! Yarın ölünce o paraları da yanında gömerler inşallah!

Şehre yaklaşırlarken babası her zamanki uyarısını yaptı.

– Oğlum kaç defa söyleyeceğim arabayı biraz yavaş sür diye.  Hızlı gidince ne kadar çok yaktığının farkında değil misin? Zaten traktörlere mazot yetiştirmekte zorlanıyoruz.

Murat ayağını gazdan çekince araç yavaşladı. Sağ şeride geçti.

– Baba yetmiş kilometre çok değil ki. Yavaş gidince arkadaki şoförler de rahatsız oluyorlar. Hem sütler de bozulabilir.  Kamyonete soğutucu yaptırsak iyi olacak. Havalar iyice ısındı. Müşteriler şikâyetçi olacak.

            – Şimdiye kadar kimden şikâyet geldi? Bozulmaz, bozulmaz! Bizim sütler okunmuştur. Sen soğutucunun ne kadar olduğunu biliyor musun? On hafta satışa çıksak ödeyemeyiz. Sen bana laf yetiştirmeyi bırak da arabayı dikkatli sür.

Murat babasına belli etmeden “La havle…” diyerek, kafasını sola çevirdi. Dikkatini dağıtmak için teybi açtı. Esmeray’ın “Gel Teskere” şarkısı çalıyordu. O an aklına babasına gelen mektup geldi. Emniyet kemerini gevşetip kıçını yanladı. Arka cebindeki mektubu güç bela çıkardı ve babasına uzattı. Babası “Hayırdır!” diyerek aldığı mektubu hemen açtı ve okumaya başladı. Murat babasına çaktırmamaya çalışarak mektuba baksa da bir yandan gözü yolda olduğundan yazılanları bir türlü seçemedi.

            – Baba mektup kimden?

            – Merak edilecek bir şey yok. Asker arkadaşım İbram’dan.

            Murat uzun zamandır babasının yüzünü böyle mütebessim ve gevşemiş hâlde görmemişti. 

            – Hayırdır baba, mektup seni bayağı gülümsetti.

            – He ya. Dedim ya asker arkadaşım İbram yazmış. Gece eğitiminde yaptığı şakayı anlatıyor. Soğuk bir gecede eğitime gitmiştik. Ne ara şarjörümü aldı, hiç haberim olmadı. Koğuşa döndük. Tüfeğimi kontrol ettim, bir de ne göreyim. Şarjör yerinde yok. Nasıl korktum bir bilsen. Sabah olunca komutana ne diyecektim? Aksilik bu ya, o gece 3-5 nöbetim de vardı. Eğitimden döndükten sonra gözüme uyku girmedi. Neyse bir ara dalmışım. Uyanınca baktım, şarjör burnumun dibinde. Ben ne olup bittiğini anlamaya çalışırken arkadaşlar İbram’ın şaka yaptığını söyleyince ona ne küfürler ettim, ne küfürler.

Kamyonet sıra sıra sitelerin yer aldığı sokağın başına kornasını çalarak girdi. Bu sokağa ziyaretleri, pazartesi ve perşembe olmak üzere haftanın iki günü gerçekleşiyordu. Murat kamyoneti uygun bir yere park edip, süt almak isteyenlere geldiklerini bildirmek için kornasını arka arkaya çalmaya devam etti. Sonra da araçtan inip yüksek binalara doğru bakarak “Sütçüüü! Sütçüüü!” diye bağırdığında saat 11’e yaklaşıyordu. Babası aracın arkasına geçti. Büyük güğümdeki sütleri küçüklerine üçer beşer litre olarak böldü. Balkonlardan uzanan kafalar, teker teker siparişlerini veriyordu. Murat eline aldığı küçük güğümlerle bir apartmana girdi. Süt almak isteyenler kapı önlerine tencerelerini bırakmışlardı. Murat, giriş katından başlayarak sırayla her kattaki müşterilerine sütlerini verip,  dördüncü kata kadar geldi. Yorulmuştu. Biraz nefeslenip merdivenin bittiği yerde, sağdaki ilk zile bastı. Kapıyı açan evin beyi oldu. Orta yaşlardaki adam elindeki tencereyi uzattı. Murat’ın ter içindeki halini görünce,

            – Evlat, yorulmuşa benziyorsun. Sana su getireyim.

            – Sağ ol amca. Durup dinlenmeksizin çalışmaktan bittim artık.

            – Hayırdır? Tatile gitmedin mi?

            – Ne tatili amca? Biz öyle şeyler bilmeyiz. Başımızda bir baba var ki, vallahi nefes aldırmıyor!  Atları bile koşturduktan sonra dinlendirirler, bize gelince çalış babam çalış…

            – Evli misin?

            – Evet, iki tane evladım var. Ellerinden öperler amcası.

            – İyi de, evli insanlar yaşamlarındaki kararları kendileri vermez mi?

 – Ah, sorma ağabey sorma!  Derdim çok! Baba başımızda kral gibi. Astığı astık kestiği kestik! O ne emir buyurursa o olur bizde. Karşısında konuşamazsın bile. Azıcık ağzımızı açsak, hemen  ‘Size miras bırakırsam ne olsun!’ diye tehdit eder.

– Aracın üstündeki baban mı?

            – Evet.

            – Aşağıya inip biraz konuşsam, ona tatilin önemini anlatsam. Ne dersin?

            – Yok, yok olmaz! Benim şikâyet ettiğimi düşünür, daha da köpürür. Ben yıllardır tatil nedir bilmem. Hanımı da hiç götüremedim zaten. Annesine gitmek istediğinde babam ne yapıp edip vazgeçiriyor. Varsa yoksa hayvanları. Vallahi bizlerden daha kıymetli! Onlarla ilgilendiği kadar bizimle ilgilenmiyor. Bak şu üzerimdeki elbiselere, yıllardır giyiyorum. Eşim de aynı durumda, çocuklar da. Malda, mülkte gözüm yok. Para yönünden sıkıntımız yok ama harcamadıktan, harcayamadıktan sonra ne yapayım böyle zenginliği!

            – Bak evlat, para nasıldır bilir misin? Bazıları için tekerlek gibi yuvarlak, hızlanıp gitmek içindir. Baban gibiler için de, üst üste biriktirmek için düzdür. İsraf edenler tabi ki zengin olamaz ama senin baban da işi iyice azıtmış! 

– Büyük amcam da aynı. Sanırım ailece pinti yetiştirilmişler. Amcam köyün ağasıdır. Yeğenlerim de bizim çektiğimizi çekiyor. Onlara tek iş yaptırmaz, her işi kendi yapar. Dört tane traktörü var. Bozulacak ya da kaza yapacaklar diye kimseye dokundurtmaz. Tarlayı kendi sürer. Çocukları yalnızca ineklerle çayıra yollar. Geçenlerde yeğenlerle birlik olup her ikisini hacca göndermek için müracaat ettik.  Şansımıza çıktı. Önce sevindiler.  Hazırlık için bir şeyler alınması gerekiyordu. Hayvanlara kimse bakamaz bahanesiyle gitmekten vaz geçtiler. 

Adam cebinden çıkardığı parayı uzattı. Elinde süt tenceresi içeri girerken, “Allah yardımcın olsun.” dedi.

            Sütlerin satılması kamyoneti hafifletmişti. Murat topladığı paraların hepsini babasına teslim etti. Babası paraları defalarca saydı.  Ardından mektubu arka cebinden alıp yeniden okumaya başladı. Gülümsüyordu. Oğlunu duymadı. 

            – Baba, karnım acıktı diyorum duymuyorsun. Gel, süt bırakacağımız kebapçıda karnımızı doyuralım. Ne dersin?

            – Aç değilim.  Sabret,  evde yeriz. Kazandığımız parayı kebapçıya mı verelim?

            – Yapma baba! Para harcamak için değil mi? Evdekilere de yaptırırız hem. Sevinirler.  Haydi baba.

            – Oyalanma da işine bak!  Sütü teslim et gel! Benim de canımı sıkma! Yapacak daha çok işimiz var! Para biriktirmem lazım, para!

            – Biriktirince ne olacak?

– Bir inek daha alır, daha çok süt satarız.

            – Satınca ne olacak?

            – Daha çok para kazanırız.

            “…..”

– Kazanınca ne yaparız?

            – Ne bileyim, bir şeyler alırız. Hem ne sorup duruyorsun küçük çocuklar gibi! Araba alırız. Komşumuz İsmetler son model araba aldılar, havalarından geçilmiyor. Öyle bir araba alacağım ki, o görür gününü!

            – Arabayı alınca ne olacak?

            – Ananın örekesi olacak!

            – …..

Murat uzun bir süre sustu. Sinirinden dudaklarını ısırdı. İçinden babasına öyle şeyler söylemek geçiyordu ki. İmkânı olsa, kapıyı çarptığı gibi özgürlüğüne koşacaktı ama yapamazdı. Kebapçı dükkânın önüne geldiklerinde babası arka tarafa geçip son kalan küçük güğümü oğluna uzattı. Tezgâhının önünden geçerken burnuna gelen döner kokusuyla Murat’ın içi geçti. Masada yemek yiyenlere baktı. Hesabı kitabı bir yana bırakıp, karnı doyuncaya kadar kebap yemenin keyfi nasıldı acaba? Düşünceleri kebap kokusuna bulanırken evdekiler aklına geldi. Çoktandır şöyle tadı damaklarında kalacak bir yemeği onlar da yememişlerdi.  Bir an onlara paket yaptırıp götürmeyi aklından geçirdi. Sonra birden hiç parası olmadığı aklına geldi. Dükkân sahibi ile ayaküstü sohbet ettiler. Ona da, her hafta olduğu gibi içini döktü. Bu yakınmayı defalarca dinleyen kebapçı kamyonete doğru yöneldi.  Önde oturan babasına,

            – Amca be, oğlanı iyi görmüyorum. Belli ki tatil yapmamış. Yılların yorgunluğunu vücudu kaldırmıyor bak. Koy cebine üç beş kuruş da çoluk çocuğu ile bir tatil yapsınlar. Hem dinlenen vücut iyi iş yapar.

            – Ne tatili? Ben yıllardır dinlenmeden eşek gibi çalıştım, şu yaşımda hâlâ çalışıyorum. Erkenden kalkıp rızkımın peşine düşüyorum. Biz bilmeyiz öyle deniz kenarı, piknik gibi yerleri! Hem bizim köyün suyu mu çıktı? Az ilerisinde göl… Buraya gelmek için can atan bir sürü insan var. Hem bana çok para lazım, çoook!  Daha araba alacağım ben!

– İyi de arabayı alınca gezmek lazım.

            – Hele bir alalım, onu da yaparız.

            – İnsan ne için çalışır? İyi yaşamak için. İnsan eğlenmek ve dinlenerek yorgunluğunu atmak için tatile gider.  Benim oğlanlar şimdi deniz kenarındalar. Yıl boyunca hem burada çalıştılar hem de okulda başarılı oldular ve tatili hak ettiler. Dinlenmek iyidir, iyi. Sen gönder oğlanı.

            –  Sen hiç hayvan baktın mı?

            – Yok, bakmadım ama burada bir sürü insan çalıştırıyorum. Onların sorumluğu, maaşları, vergileri? Tüm bunların üstesinden gelmek pek de öyle kolay değil.

            – Hayvan bakmak bu anlattıklarına hiç benzemez!

Murat kebap kokularının arasından zorla kendini sıyırıp sessizce şoför koltuğuna oturdu. Kontağı çevirdi. Birkaç metre gitmişti ki, elini camdan çıkarıp kebapçıyı selamladı.  Cehenneme dönüş yoluna koyuldu.

              Eve geldiklerinde, kamyoneti ahırın yanındaki çeşmenin önüne bıraktı. Boş güğümleri araçtan indirip hortumla her birini yıkayıp bir kenara koydu. Babası eve girmişti. Odasına geçti. Çarşı pantolonunu çıkarmadan önce mektubun son satırlarını bir kez daha okudu.

            “Biricik Ağam. Geçenlerde geçirdiğimiz o geceyi hiç unutamadım. Pavyondan sarhoş bir halde çıkıp eve geldiğimizde sana yaşattığım o tatlı anları tekrar yaşamak ister misin? Pazar günü seni aynı yerde bekleyeceğim. Yeni araba alacacağını söylemiştin, aldın mı? Biliyorsun, gösterişli bir yüzük getirirsen sana neler yaşatacağım.  Pavyon güzelin Ayten…”

Ertuğrul Erdoğan  

http://ertugrulerdogan.com/kitaplarim/pavyon-guzeli-kendi-sesimden/

Ertuğrul Erdoğan
Yazar Hakkında 1 Ankara’nın gecekondu semti Akdere’de 3 Eylül 1958 yılında iki katlı beyaz badanalı bir evde dünyaya gelmişim. Gecekondunun bahçeleri alabildiğine özgürlüktü. Kiraz ağaçlarının en tepesine çıkılır ve kulaklarımıza taktığımız iri kirazlarla gülüşürdük. Yazları bir başkaydı. Bahçemizdeki variller içindeki suya dalıp, serinler, şaşkın ördekler gibi kurulanırdık güneşin sıcaklığında. Bir başkaydı oyuncaklarımız, telden araba, tahtadan tornet arabası yapardık yaratıcı minik ellerimizle. Dedik ya yaratıcıydık o dönemler. Hele arka bahçemizin gölgeliğin tadına doyun olmazdı. Müsamerenin kolonyasını rengarenk gramofon kâğıtlarıyla yapıp, konuk arkadaşlarımıza ikram ederdik. Destan satanların peşinden gider, ağıtları ayakkabılarımızın çamura saplanmasında dinlerdik. Komşuluklar bir başkaydı gecekonduda… Oyunlarımız gündüzlere sığmaz, geceleri kâh Karabulut amcaların ve şişman Meliha Teyzenin bahçesinde fıkra ve sohbetlerin hoşluğunda gecelerdik… Mahallemiz siyasilerin unutmuşluğunda 1965 yıllarında şehrin uzaklarındaydı… Sokaklarında asfalt yoktu ama siyasi partilerin at ve altı ok bayrakları her tarafı süslerdi… 1968 yılı gecekondunun özgürlüğünden ayrılıp, Cebeci semtinin asfaltlı, temiz çocukların bulunduğu, bana da yüksek gelen Levent Apartmanının 6. katına taşındığımızda, kendimi sanki gökyüzüne yakın hissederdim. Geceleri uçakların geçişini balkonda yıldızların çokluğunda ve kaymasında izlerdim. Babam sattığı gecekondumuzun sermayesi ile açtığı ve Doğan Yayınevi adını koyduğumuz kitapçı dükkanımızı gece gündüz bekledik. Kitaplar, artık en iyi dostum olmuştu. Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki ezilenleri okuyup iyiliği öğrenmiştim kalbimce. Ve her hafta gittiğimiz sinemalarda Türk filmlerinin duygusallığına ağlardık sevgililerin ayrılışlarında. Ve ilk televizyonu izlemenin onurunu yaşadık Grundig mağazasının önünde biriken kalabalığın çekirdek çitlemelerinde. Çoğu zaman evimize gelen ve artık bizden biri olan “Tele konuklar”ı ağırlardık, annemin güzel pasta ve meyve ikramlarında… Zamanla kayboldu misafirler, komşularımızın evine giren televizyonlarla. Çocukluğum ve gençliğimde öğrenci hareketlerini gördüm. Polis ve öğrenci çatımalarının en şiddetlisini izledim, 12 Eylül öncesi yıllarda. Siyasal ve Hukuk Fakültelerinin bahçelerinde tabancalardan fırlayan kör kurşunlar ve taşlar uçuştu dükkânımızın önlerinde. Kepenkler ardında can havliyle sığındık tezgâh gerilerine. Prof Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, şair, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Fikret Otyam gibi yazarların kitaplarını bastığımız yazarların, babamla yaptığı akşamüstü sohbetlerini keyifle dinledim. Ve onların kitaplarını matbaamızda orijinallerini ilk dizenlerden oldum. Dükkanımızın önündeki Cemal Gürsel Caddesi’nde nice yürüyüşlere tanık oldum, polislerin panzerli su sıkmalarında ve polislerin coplu dayaklarında… Ve 12 Eylül darbesinin ardından yayınevimiz ve matbaamızın sonlandığı yıllardı 1980. Askerlik dönüşü Ordu şehrinden aldığım teklifi değerlendirip, Karadeniz 52 Gazetesi’nde dizgi operatörü olarak çalıştım. Hürriyet Muhabiri arkadaşımızın ölümü üzerine yazdığım “ Ağlayan Tuşlar” yazımı beğenen Yayın Yönetmenimizin teklif ettiği, Tercüman Gazetesi ve Akajans’ın muhabirliğini kabul ederek ilk gazeteciliğime başladım. Dört ay oteldeki yaşamımı daha sonra bir odalı ev kiralayarak devam ettim. Geceleri en yakın arkadaşım, süpürgelikte bir türlü bulamadığım fareydi. Daktilo ve farenin tıkırdamaları arasında yazılarımı tamamlar, öyle uykuya dalardım. Politikacı, sanatçı ve futbolcu gibi birçok ünlüyü gazetecilikte tanıdım. Daha sonra maddi nedenlerle gazetecilik mesleğini noktalayıp, Ne uzayıp, ne kısalmak için PTT’de göreve başladım. Hep söylerim; “İki yıl gazetecilik yaptım, yirmi sekiz yıl gibi yaşadım. Yirmi sekiz yıl memurluk yaptım, iki yıl gibi yaşamadım.” Evliyim ve Allaha emanet bir erkek çocuğumuz var, Bir de içimde Atatürk Sevgisi… Okumayı, araştırmayı ve yazmayı çok seviyorum. “ Daha iyi bir dünya için herkesin yapabileceği mutlaka bir güzellik vardır” diyor, Saygı ve Sevgilerimle, Ertuğrul Erdoğan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.