Günün Hikayesi | Gölgeler Şatosu | Gülçin Yağmur Akbulut
Gölgeler, acımasız göz sanrılarıydı kimsesizliğin.
Karartıları odalardan sektiren cıvıltılı bir zaman tüneli açılıyordu ruhumun duvarlarında. Kalbim yerinden uçacak gibi oluyordu, mutfaktan tabak, bardak sesleri duyulunca. Paslanan kapları zorluyordum usulca. Kahvaltı için pişi hazırlayan hayat arkadaşımı görünce bütün sevinçler damarlarıma zerk ediliyordu ömür çıkınımda.
Casus gibi dolaşıyordum evimin koridorlarında. İçimde kurguladığım roman, dev bir büyütecin mercekleri altında. Elinde bez bebeğiyle balkondan salona doğru koşan kırmızı kurdeleli kızım Sera. O oda senin, bu oda benim futbol sahasındaymış gibi top koşturan oğlum Kayra. Bastonuyla tavanı döven alt komşum Hayrettin dedenin tatlı bağırtıları çınlıyordu kulaklarımda.
Evin tavanlarını adımlayan Halil İbrahim türküsü su serpiyordu adeta bağrıma.
Anlıyordum ki bir gün doğumu daha bizimleydi ailemizin çınarı babam Hayrettin Paşa, hayat sofrasında. Eksik kalırdı Fikret; Fikret’in yarısı yaşam albümünden söküp koparılırsa.
Hayal çarşafını gerdiğim kasnakta, kardeşim Suat beliriyordu çalan kapı zilinin ardında. Elinde poşet; içinde yengesinin sevdiği türden bir poşet dolusu simit, poğaça. Benim değil de Elsa’nın kardeşi sanki mübarek. Elsa’nın tabiriyle Fikret’in göğsünde bıcır bıcır kurtlar çetesi turlamakta.
Sera benim, Kayra Suat’ın omuzlarında. Sabah reçeli bu olsa gerek, ömre ihtilal şeker tadında. Elsa’nın çağrısıyla bütün aile efradı kahvaltı masasında. Hayrettin efendi göz ucuyla kahvaltılıkları incelerken inceden inceye gelinine övgüler yağdırmakta. Çocuklar ve Suat dersen çoktan pişinin yerinde yeller estirtmekte. Kalanlarla yetinmek ise her zamanki gibi Fikret ve Elsa’nın sevimli yazgısında.
Ben gazete sayfalarına gömülürken Suat’la babam yine tavla başında. Kırılan vazo sesinden anlaşıldığı gibi çocuklar yine haylazlık periyodunda. Bir telaş, bir koşuşturma… Her zamankinden daha fazla vakit geçiriyor Elsa, sanki bugün mutfakta.
Uyuya kalmışım. Vakit ikindi ile akşam arası. Kulağıma çalınan ısrarlı bir kapı zili sesi. Kapıyı açan Suat. Evin salonuna doluşan eş dost akraba, arkadaş. Salonda sadece özel günler için açılan on iki kişilik masa. Masanın ortasında üstünde otuz iki adet mum yanan çikolatalı pasta. Yanında yöresinde envaiçeşit içecek, börek kurabiye. Hangi ara hazırladı bunları marifetli karım Elsa.
Hayta Ferhat! Çiçek desenli, mutfak önlüğü almış bana doğum günü hediyesi. Sıkça görüşememekten şikâyetçi. Sözleştik, balığa gideceğiz gelecek hafta cumartesi. Yetersiz kalır dost tabiri. Ferhat canımdan öte can, dosttan da ötesi. Yürekten sımsıcak, samimi…
Şaka gibi. Bir elinde baston, diğer elinde küçük bir paket Hayrettin dede de çıkıp gelmez mi? En çok onun hediyesi mutlu etti beni. Babadan, atadan kalma, sırtı eski motiflerle işlemeli bir kama. Elim gitmese de almaya ”Bir ayağım çukurda, benden sonra sahiplenecek kimsem yok ki evlat sözü gözyaşları içinde kamayı cebime yerleştirme sebebi. Sürekli bağırıp çağıran, bastonuyla tavanı döven dede, meğerse ne çok seviyormuş bizi.
Bir kez daha kapı zili… Elinde bir buket kır çiçeğiyle çiçekçi. Şaşırtılı bir muştu gibi. Ablam. Hatırlamadığım annemin ikiz kimliği. Otuz beşinden sonra gelin gittiği gurbet elden her sene mutlaka gönderir bir deste kır çiçeğimi. İnce bir rüzgâr esti Alize Sultan’ın göğünden. Şefkat, muhabbet ve sevecenlik rayihalı.
“Soğan, patlıcan, patates!” Nasıl da var gücüyle bağırıyordu tablacı. Uyandıracak şimdi kuzenim Işıl’ın üç aylık kuzusunu. Tablacıyı uyarabilmek adına hızla balkonda aldım soluğu. Adam bir dolu laf sayıp, saygısızca uzaklaşmaz mı. Hem suçlu hem güçlü, sokak külhanbeyi.
Burnumdan soludum, içeriye yöneldi adımlarım. Şaka olmalıydı bu yaşadıklarımın adı. Karım, çocuklarım, akrabalarım yoktu. Doğum günü pastam, kurabiyelerim, hediye paketlerim neredeydi? Salon, mutfak, çocuk odası. Hatta kiler, banyo lavabo. Şaşkın bir vaziyette, evin dolaşmadığım yeri kalmadı.
Antreden geçerken boy aynasına gözüm takıldı. Karşımda duran adam yetmiş iki yaşında bir ihtiyardı. Aynanın yanındaki baston gövdemin içine yerleşen yaşlı kamburu çağırıyordu.
Kolonlar arasında aşina gölgeler arıyordu bilinçaltım. Sessizliğin biri diğeriyle hiç durmaksızın çarpışıp duruyordu. Onları bulamadığım her yer, gövdemi kılıçtan geçirip duruyordu. Kırılmış bir cama dönüşmüştü rutubetli duvarlarım. Kürekleri ve sandalı parçalanmış tahta yığınıydı gençliğim. Usulca dönüp içimdeki şaşalı şatoya tekrardan çaldım kapısını gölgelerin.
Gölgeler, acımasız göz sanrılarıydı kimsesizliğin.
Gülçin Yağmur AKBULUT
Eliz Edebiyat Dergisi Ekim 2023