Acının Sürgünü: Ahmet Kaya | Müslüm Kabadayı
Doğanın eyleyen bir parçası ve toplumsal varlık olarak insan, yaşamının bütünlüğü ve döneminin gerçekliği çerçevesinde değerlendirilirse hem hak ettiği yere daha sağlam oturtulur hem de ona haksızlık yapılmamış olur. Son kırk yılda hakkında yapılan yayınlarla gerçekler arasındaki çelişki bakımından haksızlığa uğrayan sanatçılardan biridir Ahmet Kaya.
Onun yetiştiği Anadolu topraklarının ve İstanbul dükalığının çelişkilerini ve çatışmasını kişiliğinde derinden yaşayıp hisseden Ahmet Kaya’yı anlamak için ne akademisyen ne de yakın dostu olmaya gerek var. Dönemin temel toplumsal yapısına vakıf olmak, o yapının en çalkantılı 40 yılında yetenekli ve isyan damarlarında sürekli ezilen kan basıncı yükselen yaratıcı yeteneğiyle kendini var eden Ahmet Kaya’ların iç dünyasını keşfetmek yeterlidir diye düşünüyorum.
Benden üç yaş büyük olan Ahmet Kaya’yla yüz yüze hiç tanışma ve konuşma olanağım olmadı. Konserinde yüzünü canlı gördüğüm, kasetlerden söylediği parçalarını defalarca dinlediğim Ahmet Kaya’nın, 12 Eylül askeri-faşist darbesinin oluşturduğu karanlığın dağıtılmasında 1980’li yıllarda yaptığı müziğin payının da olduğunu söyleyebilirim. Peki, onun müziği o dönemde neden bu kadar etkili olmuştu? 1989’a kadar farklı gazete ve dergilerde kendisiyle yapılan söyleşiler yanında başka kalemlerin onun yaşamı, siyasi anlayışı ve sanatı üzerine yazdıklarından okuduklarım arasında, Ahmet Kaya’yı en iyi anlatanı, 1989’da yayımlanan Cemal Süreya’nın 2000’e Doğru’daki röportajıydı. Hem güncel siyaset hem sanat hem de feminizm, çevre konularıyla ilgili düşüncelerini samimiyetle dile getirdiği bu röportajda müziğiyle ilgili değerlendirmelere karşı söyledikleri dikkatimi çekmişti. Kendisi, müziğiyle devrimci mücadelesini sürdürdüğünü söylüyordu. “Sol Arabesk” diyenlere verdiği yanıtta “Sol ve Arabesk bir araya gelemez.” sözü hiç aklımdan çıkmamıştır. Her müziğin kendine göre beslendiği bir toplumsal kesim, yaşam tarzı ve kültür atmosferi olduğunu vurgulayan Ahmet Kaya’nın, çubuğu ezilenlerin içinden gelen ya da onlardan beslenen bir müzik yaptığına büküyordu. “Protest müzik”, hatta “özgün müzik” kavramlarını da sorgulayan açıklamaları vardı. Bu konular üzerine düşündüğünü, bir arayış içinde olduğunu hissettiriyordu. Samimi konuştuğunu, kendisinin beste yaptığını, şiir yazacak kadar birikiminin olmadığını dile getirmesinden anlamak mümkündü.
Ahmet Kaya’nın doğduğu kent Malatya. Oradaki Mensucat Fabrikası’nda çalışan babasının da Adıyaman’dan geldiği biliniyor. Bir kez babasının çalıştığı fabrika, bir zamanlar Orhan Kemal’in de çalıştığı fabrika olduğu için hemen ilgimi çekmişti. Tanışmış olabilirler mi diye düşündüm. Oğlu Işık Öğütçü’yle yaptığım bir söyleşiden öğrendiğim üzere Orhan Kemal 1944’te birkaç ay burada çalışıp Adana’ya dönmüş ve bu olayı da “Dönüş” öyküsünde işlemiş. Anladığım kadarıyla Ahmet’in babası Mahmut Kaya, daha sonra bu fabrikaya girmiş ve 1972’de emekli olunca da ailesini alarak İstanbul Kocamustafapaşa’ya göçmüşler. Babasının Mahmut’un Adıyamanlı bir Kürt, annesi Zekiye’nin de Erzurumlu bir Türk olduğu belirtiliyor. Malatya’nın demografik özellikleriyle ilgili ilk izlenimimi 1976’da burada ebe-hemşire olarak çalışan Menekşe ablamın yanında yaz tatilinde kaldığım sırada öğrendim. O zamanlar “Eski Malatya” diyorlardı, şimdi “Battal Gazi” ilçesi olmuş. Buraya bağlı Alişar köyündeydik. Bu köyde tütüncülük yapan Adıyaman’dan gelen aileler vardı. Yanında çalıştıkları toprak ağası Sünni Kürt’tü, marabalar ise Alevi Kürtlerdi. İlk kez orada duymuştum, onlara “Rafizi” diyorlardı ayrıca. Çalışkan, yardımsever insanlardı. Daha önce Ermenilerle hiç tanışmamıştım. Malatya’daki Cezmi Kartay Caddesi’nde “Bağdadi” soyadlı bir Ermeni doktoru ziyaret ettiğimizde, 16 yaşındaki bir genç olarak güzel söyleştiğimizi hatırlıyorum. O zaman bana Vakıflı köyünü sormuştu da, utanarak “Bilmiyorum.” demiştim. Samandağ’a bağlı bu köyün, Türkiye’de Ermenilerin yaşadığı tek köy olduğunu öğrenmiş ve utanmıştım ondan. (Tam 20 yıl sonra vakıflı’dan Marya Kadıyan teyzeyle Samandağ’daki bir dershanede çalışmış ve Vakıflılarla dostluk kurmuştum.) Orada Hrant Dink’in de doğduğu bir Ermeni Mahallesi olduğunu göstermişlerdi. Malatya kültürel bakımdan zengin bir kentimizken, Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun bombalı paketle öldürülmesi provokasyonuyla adım adım tutuculaşan bir atmosfere büründü.
Ahmet Kaya’nın bu kentte babasının çalıştığı fabrikanın işçilerince 1966’da düzenlenen “İşçi Bayramı”nda düzenlenen bir gecede sahneye çıkıp bağlamasıyla türküler söylediğini biliyoruz. 6 yaşındayken babasının aldığı bağlamayı kısa sürede öğrendiği dile getiriliyor. Kulağının müziğe yatkın olduğundan söz ediliyor. Dayısının ve amcasının çalgılarının olduğu bir ortamda bu doğal değil mi? Burada üzerinde durulması gereken nokta kendine özgü bir düzenle bağlama çalması, Ruhi Su’nun kendisine “Böyle at koşturur gibi bağlama çalınmaz.” demesine karşın, kendi tarzını geliştirmekten geri durmamasıdır. Daha sonra açıklamalarından anlıyoruz ki, bağlamayı orkestrasında geri planda tutuyor. Çünkü, bağlamayla senfonik müzik oluşturmanın zorluğunu kavrıyor. Bu noktaya gelen Ahmet Kaya, verimli çağında sürgüne gönderilmemiş olsaydı, senfonik müzik alanında da yeni üretimlerde bulunabilirdi, demekten kendimi alamıyorum. Bunun gibi olaylar, durumlar, ülkemizin bugün de kanayan büyük yarasıdır.
1985’te Ankara Gölbaşı’nda Gerçek Mühendislik’te teknik ressam olarak çalışıyordum. 12 Eylül faşizmi, esas mesleğim öğretmenliğimi yapmama, güvenlik soruşturması adlı deli saçması uygulamasıyla izin vermiyordu çünkü. 1987’de dava açtığım Trabzon İdare Mahkemesi’nin verdiği kararla ilk kez Türkiye çapında bu deli saçması uygulamanın hukuki olmadığı ortaya konmuştu ve ben mesleğime dönebilmiştim. Askeri-faşist darbenin yaraladığı muhatap sosyalistlerden iki kişi olarak Elektrik Mühendisi arkadaşım Şemsettin Dertli’yle çalışıyorduk. O zaman radyolu kasetçalarımız vardı. Hem büroda hem de evde kullanırdım onu. Ahmet Kaya’nın 1985’te çıkan “Ağlama Bebeğim” ve “Acılara Tutunmak” kasetlerini sık sık dinliyordum. “Çok uzaklarda öyle bir yer var/ O yerlerde mutluluklar / Bölüşülmeye hazır hayat var” sözleri nedeniyle kasetler için toplatma kararı çıktığında öykücü arkadaşım Mehmet Bıçak’la evde, alçak sesle kasetleri dinlemeye devam ettiğimizi de dün gibi hatırlıyorum Gölbaşı’nda. Ahmet Kaya’nın adının kitlelere mal olmasını, bir bakıma popülerleşmesini sağlayan “Şafak Türküsü” albümü 1986’da yayımlandığında hapiste idamla yargılanan Nevzat Çelik adlı şairi de tanımış olduk. “Bir sabah anne bir sabah/ acısını süpürmek için açtığında kapını/ adı başka, sesi başka, nice yaşıtım/ koynunda çiçekler içinde bir ülke getirirler.” dizeleri belleğimize kazındı.
Ocak 1987’de Trabzon Vakfıkebir’e bağlı Yavuzköy Ortaokulu’nda Türkçe Öğretmenli yapmaya başlamıştım. Kitaplarımın yanında Ruhi Su, Sadık Gürbüz ve Ahmet Kaya’nın kasetlerini de götürmüştüm. O dağlı köy çocukları önce bu sesleri, müzik ve sözleri garipsemişler, sonra da kendileri kaset alıp dinleyenler olmuştu. Özellikle “An Gelir” şarkısından hareketle Attila İlhan’ın “Ben sana Mecburum” ve “Üçüncü Şahsın Şiiri”ni çocuklara okutmuş, ergenlik çağına giren bu köy çocuklarının dillerinden düşmez olmuştu bu şiirler. Hafta sonları Trabzon’a gittiğimde kitaplar, kasetler ve dergiler alıp getiriyordum. Bir hafta sonu Dilay Kitabevi’nde “Yorgun Demokrat” kasetini gördüm Ahmet Kaya’nın. “Demokrat” sözcüğüne hiç sıcak bakmadığım gibi bir de “yorgun”unu görünce kasetin üzerinde almaktan vazgeçmiştim. 12 Eylül faşizminin insanı çürütmeye, toplumu atomize etmeyi başarmasında soldan bu türden katkıların da payının olduğunu hep gördüm. Hatta o günlerde, “Bu düzen sol’u bozarsa başarıya ulaşır. Onun için sol değerlerimizden hiçbir koşulda ödün vermemeliyiz.” diyerek siyasi tavır geliştirmiştik. Bunun ne denli önemli olduğunu, bugünden baktığımızda çok daha iyi anladığımızı düşünüyorum. Bu konuda Orhan Gökdemir’in kaleme aldığı bir yazının bir bölümünü buraya not düşmekte yarar görüyorum.
“Soğuk savaşla birlikte savaş, ABD’nin ideolojik taarruzuna dönüşmüştü. Ama bu taarruzun asıl başarısı, yapılan her şeyin demokrasi için olduğuna geniş bir aydın kesimi “ikna” etmiş olmasındaydı.
II. Dünya Savaşının paltosundan çıkan, bir soğuk savaş gevelemesidir demokrat. Olmazsa olmazı ise “Sovyet Marksizmi”ne ve daha inceltilmiş bir biçimi olan “Stalinizme” yönelik eleştirel tutumdur. İddia ediyorlardı ki “Sovyet Marksizmi” ve “Stalinizm”, Marksizm’in Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet etmiş, yozlaşmış biçimleriydi. Anti-Stalinizm, soğuk savaşın laboratuarlarında imal edilmiş ve demokrasi sosuyla sindirilebilir hale getirilmişti. Bu zokayı yutanlara demokrat diyoruz!
***
“Bir sen kaldın geride
Ah akıp gidiyor hayat
Yüreğim anlıyor seni
Artık susma Yorgun Demokrat…”
“Yorgun Demokrat” bizim Ahmet Kaya’nın 12 Eylül karanlığında ürettiği şarkılarından biri. 12 Eylül darbesi burjuvazinin korkularını yatıştırmıştı ve geride umutsuz, yorgun demokratlar yığını kalmıştı. Solcular demokrat olduklarını sanıyorlardı ve demokrasiye ulaşamamaktan yorgun düşmüşlerdi. Sosyal demokrasi yeniden moda olacaktı o yıllarda. Yorgun demokratlar, SHP çatısı altında yorgunluklarını atacaklarını umuyorlardı.”[1]
Evet, Gökdemir’in çok iyi betimlediği bu olgu üzerinden sol’umuzu çürütme süreci hızlandı. O nedenle Ahmet Kaya’yı takip etmez oldum. Yalnız, onun Anadolu insanı, hele hele ezilmiş bir Kürt emekçisi olarak büyüdüğü İstanbul’un çelişkilerini görmüş bir sanatçı olarak bazı olaylara, durumlara gösterdiği tepkilerdeki haklı yönlerini de takdir etmedim değil. Bu da, hiçbir insanın hatalardan, yanlışlardan, zaaflardan arınmış olarak gelişim gösteremeyeceğinin, yaşayamayacağının bir göstergesidir, diye düşündüm.
Tarihte yanılmıyorsam, 1 Eylül 2009’da, Dünya Barış Günü’nde, Paris’teki Pere La Chaise Mezarlığı’na kızımız İlkyaz, kuzenim Mehmet ve eşi Zeynep Kabadayı’yla gitmiştik. Paris’te kasaplık yapan Antakyalı şair arkadaşım İbrahim Deniz Aslan’ın rehberliğinde iki gün dolu dolu Paris gezisi yapmıştık. Seine Nehri’ndeki gezintide gördüğümüz doğa harikası adacıkları ve insan emeğiyle güzelleşen yapıları, Eiffel Kulesi’ni, Notre Dame Kilisesi’ni, Ressamlar Sokağı’nı gezdikten sonra bu mezarlığı gezerken çok duygulanmıştık. Adeta birer anıt heykeli andıran mezarların bulunduğu bu 200 yıl önce yapıldığını öğrendiğimiz mezarlıkta, ülkemizden yetişen iki önemli devrimci sanatçının mezarını ziyaret etmenin duygusal atmosferinden söz ediyorum. İşte o iki sanatçıdan biri Yılmaz Güney, diğeri de Ahmet Kaya’ydı. O yıl izlenimlerimi ve duygularımı kaleme alıp yayımlamıştım. Bu yazıya, 2020’de yayımlanan “Avrupa’nın Yüzleri” adlı kitabımda yer vermiştim.
Ahmet Kaya’nın mezarındaki mermerin üzerindeki kabartma resminin altında şu dizeler yer alıyordu: “Tarifi imkansız acılar içindeyim / Gurbette akşam oldu yine rüzgar peşindeyim / Yurdumdan uzak yağmurlar içindeyim / Akşam oldu sürgün susuyor” “Sürgün Acısı” şiirinde geçen bu dörtlük, hüznümüzü kamçılamıştı. Kuzenim Mehmet, “Gurbette akşam oldu yine Ahmet Kaya” deyip mermeri okşarken, Anadolu-Mezopotamya insanının duyarlığını ve göçmen-sürgün insanların toprağından, köklerinden kopmalarının büyük sancısını yüreğimizde hissettiğimizi, gözyaşlarımıza hakim olamadığımızı hiç unutmuyorum.
Bugün 14 Kasım 2021 Pazar günü. Ajanslara düşen bir haber beni yüreğimden parçaladı. 12 yıl önce ziyaret ettiğimiz, üzerine göz yaşı döktüğümüz Ahmet Kaya’nın mezarının tahrip edildiği haberi düşmüştü ajanslara. Birini buraya aktarmak istiyorum.
“Haber Merkezi – Kürt sanatçı Ahmet Kaya’nın Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan mezarının tahrip edildiğini gösteren görüntüler sosyal medyada paylaşıldı.
16 Kasım 2000 tarihinde Fransa’nın başkenti Paris’te hayatını kaybeden Kürt sanatçı Ahmet Kaya’nın kabri tahrip edildi.
Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda bulunan mezarı ziyaret edenler, ünlü sanatçının kabrindeki mezar taşının ve üzerindeki yazıların tahrip edildiğini gördü.
Ancak kabrin kim veya kimler tarafından tahrip edildiği bilinmiyor.
Tahrip edilen mezarda mezar taşı kabartması üzerine ‘Türkiye’ yazılmış olması da dikkat çekti. 1957 yılında Malatya’da doğan Ahmet Kaya, hem besteleri hem de yorumu ile bir döneme damga vurdu.
11 Şubat 1999 yılında düzenlenen Magazin Gazetecileri Derneği ödül töreninde yaptığı konuşmada, ‘Kürtçe’ şarkı söyleyeceğini açıklamasının ardından salonda bulunan kişilerin saldırısına uğramış ve eşi Gülten Kaya ile birlikte zorlukla salonu terk etmişti. Bu olay sonrası Ahmet Kaya Türkiye’den kaçarak Fransa’ya yerleşmiş ve 16 Kasım 2000 yılında hayatını kaybetmişti.”[2]
“Sürgün acısı”nı Paris’te besteleyip kayda alırken aramızdan ayrılan bu ülkenin kendine özgü figürlerinden, devrimci sanatçılarından Ahmet Kaya’nın, bu kez mezarında “acının sürgünlüğü”nü yaşamasından büyük utanç duydum. Bu alçaklığı yapanlar ne zaman utanma duygusu kazanacaklar acaba?
Kaynak: https://www.rudaw.net/turkish/culture-art/14112021
[1] https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/yorgun-demokrat-262727