Bir yaşam öyküsü | Aysel Çınar Demirci
İnsan nesil nasıl yetişir;
Adana toprağında yetişen kıymetli bir öğretmen, yazar, memleket , vatan sevdalısı rahmetli MUZAFFER İZGÜ’ nün kaleminden…
Muzaffer İzgü kendini anlatıyor:
“Babam bir ev yapmış bize, tahta parçalarından… Adana’ya yapılan ilk gecekonduydu. Ondan önce gecekondu bilinmiyordu.
Dam çinkoydu, babam eskiciden almış, üstünü çamurla sıvamış, tek oda…
Yatak odası, yemek odası, oturma odası, misafir odası, mutfak, hatta banyo, hepsi o oda…
Annem bizi leğende yıkardı, kendileri de aynı leğende yıkanırdı, hiç unutmuyorum, annem bir kova su getirir, bir de maşrapa, ben leğene otururdum, annem su dökerdi kafama, bütün içtenliğimle söylüyorum, havlu yoktu, annem eski fanilaları birbirine dikip bir şey yapmıştı, onunla bizi kurutur, köşeye oturturdu.
Yer yatağına, yere sıralanır yatardık. En başa babam, yanına annem, yanına ablam, yanına öteki ablam, yanına ağabeyim, en uca ben, üç kişiye bir yorgan düşerdi.
Tekir vardı, kedimiz… Kim çok üşüyorsa, annem Tekir’i onun üzerine koyardı. Tekir de ısıtırdı sabaha kadar…
Gece yarısı yağmur yağarsa, tıp tıp tıp… Yağmur damlası tam da benim burnumu bulurdu.
Şubatta odun kömür biterdi bizde, ama hepimiz birbirimizi çok severdik. Annem babamı çok sever, babam annemi çok sever, kardeşler birbirini çok severdi; böyle bir evden çıktım ben.”
“Babam okulda hademeydi.
Annem çamaşıra giderdi. Onun bunun çamaşırına…
Önüne dağ gibi çamaşır yığarlardı, karşılığı bir lira… Deterjan yoktu o zamanlar. Küllü su vardı. Küllü su, annemin elini parçalardı. Yine de akşam bir lirayla, mutlu mutlu gelirdi.
O yoksulluk içinde annemin üç çeşit yemeği vardı; etli bulgur, otlu bulgur, sütlü bulgur…
Etli bulgur dediğim, et yok… Annem ekmeğin kabuğunu kuyruk yağında kızartırdı, bulgur içine dizerdi. Alllahhh, oldu sana etli bulgur. Çatır çutur yerdik. Seyhan’ın kıyısından ebegümeci toplardım, otlu bulgur olurdu. Sütlü bulgur ise aslında ayranlı bulgur… Paramız bir kâse yoğurda yeterdi. Bir kase yoğurda bolca suyu karıştır, o ayranı yedi insanın yiyeceği bulgura karıştır, güya sütlü bulgur olurdu. Ama dedim ya, sevgi öylesine çoktu ki evde, sevgi karnımızı doyuruyordu.”
“Annem de babam da Atatürk ve Cumhuriyet tutkunu insanlardı.”
“29 Ekim 1933, Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyet’in 10’uncu yılı… Gündüz resmigeçit olurdu, Atatürk Parkı’nın orada yapılırdı, annem gündüz törene gidiyor, izliyor, alkışlıyor.
Annem okuma yazma bilmezdi, ama o nasıl bir Cumhuriyetçi kadındı…
Gece fener alayı var. Annem illa ‘ben fener alayına gideceğim’ diyor.
Bana, dokuz aylık hamile…
Babam yalvarıyor, ‘yahu hanım gündüz gittin, karnın burnunda, orada sancın filan tutmasın’ diyor.
Annem dinlemiyor, ‘yok ben gideceğim’ diyor.
Babam ne desin, peki diyor. Karşı komşumuz Nazmiye Hanım teyze var. Onunla birlikte gidiyorlar.
Adana Saathane’nin orası, mahşeri kalabalık…
Yağ Cami’nin oradan bando çala çala geliyor.
Annemin sancısı başlıyor!
Nazmiye Hanım teyze polise koşuyor. ‘Çok kalabalık çıkamıyoruz’ diyor.
Polis çare buluyor. ‘Bandonun arkasına takılın, ilk boşluktan çıkın’ diyor.
Önde bando, arkasında annem, karnında ben, arkamızda fener alayı…
Eve geliyor, doğuyorum.
Bando mızıka takımı “çıktık açık alınla” dedikçe, ben de annemin karnından çıkmak için bağırıp duruyormuşum.
Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde Onuncu Yıl Marşı eşliğinde doğuyorum, var mı daha büyük mutluluk.”
“Beş yaşındayım. Babam o zamanlar Saathane’nin oralarda bir kahvede garson olarak çalışıyor.
Patronuna ‘yarın Atatürk gelecek, çocuklarımı götüreceğim, büyük insanı yakından görsünler’ diyor. Patron itiraz ediyor, ‘sen gidersen çayı kim taşıyacak?’ diyor.
Babam ‘istersen işime son ver, ben yarın çocuklarımı Atatürk’e götüreceğim’ diyor.
Ertesi gün, annemin elinde bir kara torba, babamın elinde bir testi, yola düştük, Atatürk istasyon alanına gelecekmiş, kürsünün 20 metre kadar uzağındayız, yer tutmak için erken gittik. Kara torbada zeytin ekmek… Karnımızı doyurduk, testiden suyumuzu içtik.
Bir gürültü, bir ses, “Atatürk geldi”…
Herkes ayağa kalktı, ben de kalktım ama nerede göreceğim. Boyum yetmiyor. Alkışlar, Atatürk çok yaşa sesleri, babam beni omzuna oturtuyor. Ben de alkışlıyorum aklım sıra. Az daha arkam üstü düşüyordum. Babam son anda yakalıyor. O sırada gördüm o güzel insanı, bir heyecanlandım…
‘Bak, baba Atatürk baba’ filan diye bağırıyorum.
Atatürk’ün son sözleri hâlâ aklımda; ‘çok çalışacağız arkadaşlar’ lafını hiç unutmuyorum. Belki de ömrüm boyunca bu denli çalışmamın sebebi budur.
‘Çok çalışacağız arkadaşlar’ dedi ve bu sözü beynime kazındı. Kürsüden indi ve gitti.
Yıl,1938’di. Babam hem sevinçliydi, hem de üzgündü.
‘Hasta hasta Adana’ya geldi’ demişti.
‘Niye baba?’ diye sordum.
‘Seni görmeye geldi oğlum’ dedi, ben bir şiştim, bir sevindim. Çocuk aklı işte, “Atatürk beni görmeye gelmiş… “
İşte böyle bir ana babadan, böyle bir evden çıktı Muzaffer İzgü.”
“Atatürk öldüğünde, biz dört arkadaşım, elektrik direğinin dibinde ağlamaya başladık. Ağlıyorum ama neye ağladığımı bilmiyorum tabii.
‘Atatürk ölmüş’ dediler, ağlamaya başladılar, ben de ağladım. Gözyaşlarımızı bir havuza toplar gibi ağladık arkadaşlarımla”…
Koştum sonra, eve gittim.
‘Anne Atatürk ölmüş’ dedim, ağlıyordu annem…
Nuri amca diye bir akrabamız vardı, yakınlarda götürüp toprağa koymuştuk, ‘Nuri amca gibi mi oldu?’ dedim, annem ‘he oğlum’ dedi, benim bir gidişim var. Arkadaşlarımın yanına, nasıl ağlıyorum.
Yüreklerimizdeki Atatürk ölmez çünkü beynimde öyle bir insan o, ışıklar içinde yatsın. Büyük insanım o benim, çok büyük insanım o benim.”
Muzaffer İzgü, Muzaffer İzgü’yü işte böyle anlatırdı. * Mübarek adamdı.
Onuncu Yıl Marşı’yla geldi.
Zafer Bayramı’yla veda etti.
Eğilmeden, bükülmeden, biat etmeden, nasıl başladıysa öyle bitirdi.
Mustafa Kemal’in askeriydi.
Henüz ilkokul sıralarımda tanıştığım, zihin dünyamızın şekillenmesini sağlayan, yolumuzu aydınlatan meşaleydi.
Zorluklar karşısında hayata gülümseyerek bakmamızı…
“Kindar nesil” olmak yerine, daima “insan nesil” kalmayı öğretti.
Değerli öğretmenim, güle güle…
Ülkeyi yönettiğini zannedenler, iddia ediyorum, eğer bir kitabınızı bile okumuş olsalardı, bugün çok başka olurdu Türkiye…