Günün Kitabı | İlişkiler ve Stres | Sinan Canan
Kitap Yorumu: Derya Cesur…
Bizi yaşatan şey, korkularımızdır desem…
Tamam, benden önce mutlaka birileri demiştir ama belki sen ilk defa benden duyarsın.
Karanlıktan, ıssızlıktan, yalnızlıktan, kaybolmaktan, yaban hayattan, farklılıklardan, yabancılardan korkar dururuz. Yaşamsal bütünlüğümüzü tehdit eden her şey korku kaynağımızdır. Bir patlama sesi duyduğumuzda, düşünmeksizin kendimizi yere atar ve başımızı kollarımızın arasına alıp cenin pozisyonuna geçeriz. Bunlar öğrenilmiş tepkiler değildir. Saniyeler içerisinde uzuvlarımızı siper ederek hayati organlarımızı korumaya alırız. Kol ve bacaklarımız olmadan hayatımızı sürdürebiliriz ancak beyin ve iç organlarımız olmadan yaşayamayız.
Tüm canlı hayatın ortak tepki biçimidir bu. Türlerin devamını sağlayan bir kod gibidir korku. Bir tsunami dalgasının yaklaştığını, yırtıcı bir hayvanın üzerimize doğru geldiğini ya da bir grup insanın herhangi bir yöne doğru çığlıklar atarak koştuğunu gördüğümüzde kalp atışlarımız hızlanır, kaslarımızı gerilir, kaslara giden kan akışı ileri düzeyde artar, beynimizi uyandıran sistemler harekete geçirilir, beyin dalgalarımız hızlanır, göz bebeklerimiz genişler, adrenalin ve kortizol gibi hormonların salgılanması ile bu tip etkiler vücuda hızla yayılır. Vücut bunları yapabilmek için sindirim ve bağışıklık sistemini geçici olarak yavaşlatır ya da buraya harcanan enerjiyi keser. Yani saniyelik zaman biriminde bir “seferberlik” hali ilan edilir. * Bu sayede alışıldık performansımızın ötesinde bir hızla koşup kendimizi yaklaşan tehlikeden kurtarmaya çalışırız. Tüm bunlar, adına “savaş veya kaç” da denilen sempatik sistemin mucizeleri. Bu noktada sempatik sisteme oldukça sempati beslediğimi söyleyebilirim.
Peki bilim makalesi olmayan bir yazıda neden bunlardan bahsediyorum? Yapıyorum; çünkü adına duygu dediğimiz şeylerin çoğunun bir takım kimyasal karşılıkları var. Biyoloji, kimya, fizyoloji ve psikoloji bizi hayatta tutmak için voltranı oluşturmuş durumda. Hangisine dokunsak, altından diğeri çıkıyor. Konu oldukça girift ve ben oldukça az bilgi sahibiyim. Bu yüzden bağlayacağım bölüme geliyorum.
Biz “olağanüstü gündem” konusunda oldukça bereketli bir ülkenin insanlarıyız, yanılıyor muyum? Yani bizi her gün bir yırtıcı kovalıyor. Aslandan kurtulup çakala, çakaldan kurtulup sırtlana, ondan da kurtulup akbabaya hedef oluyoruz. Şöyle geniş bir “Oh!” diyemeden önümüzde bir diğeri beliriyor. Kaçmaya ya da savaşmaya çalışırken harcadığımız enerjiyi telafi edemeden başka bir tehdide maruz kalıyoruz. Bu da bizi ruhsal bir enfeksiyon karşısında güçsüz bırakıyor. Bizi dirençli kılan ve yaşam kalitemizi yükselten olumlu duygular her yeni kavga ya da kaçışla erozyona uğruyor, onların yerini kalın bir kaygı tabakası kaplıyor. İşte bu durumun yarattığı sürekli ve yıkıcı tepkiye kronik stres diyorlar.
Hemen hemen tüm hayvanlar tek bir zamanı yaşar; şimdi. Şimdiki zamanda koşar, şimdiki zamanda korkar, şimdiki zamanda doyar ve çoğalır. İnsan ise aynı anda üç farklı zamanda yaşamayı becerebilen tek canlı. Fikrimiz sorulsaydı “Ne gerek var?” diyebilirdik ancak gelişmiş beynin de bir bedeli var. Şimdiki zamanda ekmek doğrarken üç yıl öncesinin “keşke”si ile dünyamızı karartabilir, henüz yaşanmamış bir zamanın kara senaryolarını düşünerek yatağımızdan çıkmayı reddedebiliriz. Değiştiremeyeceğimiz bir geçmiş ile henüz ortada olmayan bir geleceğin düşüncesi ile çoğu zaman şimdiki zamanı felce uğratırız. Avcı toplayıcı atalarımıza kıyasla oldukça konforlu hayatlar yaşıyoruz. Hayatta kalmak için yırtıcı hayvanları dert etmeye, akşam yemeği için av bulup bulamayacağımızı düşünmeye gerek yok. Bu yüzden korkularımızın çoğunu geleceğe aktarırız; yani, henüz olmamış bir zamana. Gelecek; yarın, öbür hafta, öbür ay, öbür yıl ya da yıllar sonrası olabilir. Günler, aylar, yıllar geçse ve o korkulan durumlar aşılsa dahi, gelecekten kaygılanma hali bir tür zihinsel alışkanlığa dönüştüğünden şimdiki zamanı -akışı- neredeyse tamamen kaybederiz. Kronik kaygı bizi esir alır ve kolay kolay bırakmaz.
Hali hazırda bir buçuk senedir küresel bir salgınla mücadele ediyor, aramızdan ayrılanları görüyor, duyuyoruz. Ekonomik sıkıntılar, işsizlik, dijitalleşen dünya yüzünden yaşadığımız sosyal izolasyon, kuraklık tehlikesi, çoktandır ölmekte olan denizlerimizin ürettiği müsilaj, terör, mülteci sorunu, toplumsal değerlerin hızlı çöküşü, nitelik sorunu yaşayan eğitim sistemi, kadın cinayetleri ve her gün, her türlü ekrandan hayatımıza sokulan güncel kötülükleri ve gidişatı düşününce, kişisel kaygılarımızın ötesinde, bize dünyayı dar eden bunca problemin içinden sağlam vücut ve sağlam ruhla çıkmanın olanaksızlığına hükmediyorum. Tüm bunlar karşısında fiziksel ve manevi bütünlüğümüzün sarsılmaması mümkün müdür? Aynı anda, aynı kuvvetle üzerimize gelen bunca tehditle yaşamak bizi nasıl bir şeye dönüştürür? En yakın ihtimal, kronik mutsuzlara… Ve bu son derece yıkıcı, yok edici bir insanlık hali.
Bizi öldüren şey korkularımızdır desem?
Yaşatan şey, aynı zamanda öldürebilir mi?
Yemek bizi hayatta ve sağlıklı tutar; lakin gereğinden fazlası fabrika ayarlarımızı geri dönüşsüz şekilde bozar. Su bizi hayatta tutar ve ihtiyaçtan fazla dökülürse yemek borumuzdan; işkence yöntemidir, boğar. Korku tetikte tutar, tehditten uzaklaştırır. Fakat bizi kuşatırsa, ele geçirirse paranoyalara, anksiyetelere ve kim bilir nerelere sürükler, hayatı kötürüm kılar, yaşarken mezara sokar.
Tespit fena sayılmaz. Ya çözüm?
Bu sarmaldan nasıl çıkılır? Üstümüze gönülsüzce geçirdiğimiz bu kostümden nasıl kurtulunur? Umut nasıl geri çağırılır, huzurlu bir “yarın” nasıl hayal edilir? Hepimize uygun bir reçete var mıdır? Çok soru ve az cevap…
Dün’ün ‘keşke’leri ve yarın’ın ‘acaba’larını çıkarırsam zamandan bekli bir şansım vardır; belki bir şansımız… Elimden geleni yaptığım bir “şimdiki zaman” tutar çıkarır belki beni elemden. Geçip gitmişin üzerinde tepinmek belki pek işlevsel değildir ve gelecek belki ‘en korktuğum’ gibi olmaz. Belki ‘iyi’nin muhtemeli ‘şer’inkinden fazladır. Belki korkunun ayağıma dolanan ipi ‘şimdi’nin avcundadır. Belki yapamadıklarımdan çekip, yapabildiklerime ve onları daha iyi nasıl yapacağıma uzatmam gerekiyordur aklımı. Ekranlardan ve insanlardan taşan yozluk, kabalık, hadsizlik ve duyarsızlıktan kaçıp sığınabileceğim(iz) kapılar vardır belki. “Tanrım, bu işin sonu ne olacak?” demeden geçireceğimiz günler belki gelecekte bir yerde değil de, benim bu cümleyi yazdığım ve senin onu okuduğun ‘an’dadır.
Akış…
Düğümün çözüleceği yer.
Hayatı parçalara ayırıp yaşamaktan daha kötü bir yol olmasa gerek. Yatağından kesintisiz şekilde akan suyun bir geçmişi, Ay Işığı Sonatı’nın bir geleceği var mı? Yalnızca akana dokunuyor ellerim ve yalnızca o saniyede çalanı duyuyor kulaklarım. Beethoven çok yakın bir zamanda duyma yetisini tamamen yitireceğini bilse de müziğini yazmaya devam etti. Su, döküleceği yeri bilmese de akmaya devam ediyor. O halde? Korkularımın sesini yükseltip, kendimi odama, yatağıma, sosyal medyaya, beni edilgen kılacak herhangi bir bahaneye hapsedebilir ya da volümü düşürüp duyacak başka sesler, kulak verecek başka duygular bulabilirim. Şikayetlerimden soyunup kendime etken bir rol yaratabilirim.
Sabahları yürüdüğüm sahil yolunda hep aynı manzara vardır; deniz, çöpler ve temizlik görevlileri… Deniz hep aynı yerde durur, insanlar hep aynı yere gelir, aynı şeyleri yer içer, aynı sohbetleri yapar ve aynı yiyecek içecek ambalajlarını itinayla bırakıp evlerine dönerler. Temizlik görevlisi ertesi sabah hep aynı mıntıkadan başlar çöpleri toplamaya. Ne söyler, içinden ne geçirir bilmem. Belki beddua eder, belki küfreder, belki de şarkı söyler. Ben yalnızca uzaktan merak ederim. Kaderine sayıp döker mi mesela? İnsanlıktan umudu keser mi? Bir keresinde içlerinden birinin yanından geçerken “Dur!” dedi iç sesim. Döndüm, kulaklığımı çıkardım ve “Emekleriniz için size teşekkür ederim.” dedim. Şaşırdı, heyecanlandı sanki. Yolun sonunu gösterip “Ta marinanın sonuna kadar gidiyorum.” dedi. “Harikasınız.” dedim. “Siz olmasanız biz burada pislik içinde yürümek zorunda kalacaktık.” Gülümsedi, teşekkür etti. Birini bedavadan mutlu etmenin parayla alınamaz keyfi çöktü üstüme. Arkama dönüp bakmadım sonra. Baksam da göremezdim ya, kim bilir o pis işi nasıl sevdi o “an”. Belki “İnsanlar da o kadar lanet değil gibi.” demiştir. Belki kıymet bilen birine daha rastlama umuduyla ertesi gün işine heyecanla gitmiştir.
Yarın mutlaka olacak bir şeyler;
biraz mutlu, biraz dertli, muhakkak sevinçli ve kederli.
Biraz kılıç sallayıp biraz kaçacağım. Yeniden savaşmak için gücümü ‘an’dan alacağım.
Korkacağım mutlaka; bir değil, pek çok şeyden.
Birinden kurtulup ötekine takılacağım.
Burada doğdum, burada öğrendim iyiyi ve kötüyü.
Kurdu, çakalı, akbabayı ormandan önce yolda gördüm.
Tilkiler, sırtlanlar, pisliğinde yuvarlanan domuzlar çıkacak dört köşeden. İçimdeki tavşanlara, kuzulara, ceylanlara hırlayıp duracaklar, umuduma türlü kapanlar kuracaklar.
Onlardan aşa aşa insan’a varacağım.
Derya Cesur
Temmuz 2021
* İnsanın Fabrika Ayarları / İlişkiler ve Stres, Sinan Canan, 2020