Zamanaşımsız Olmak | Müslüm Kabadayı
Yunus Emre, Karacaoğlan, Ahmede Hani, Nâzım Hikmet aynı konu ve temaları işleyiş ve söyleyişte öncekileri aştıkları için edebiyat var oldukça yaşayacaklardır.
Maddenin boyutlarından biri olarak zaman, maddenin diyalektiğinin de izdüşümüdür. İnsan türü için zamanın en dar ve en geniş boyutu arasında sıçramalı bir etkileşim söz konusudur. Anlaşılır kılmak için çokça örnek verilebilir. Radyum ve polonyum elementlerini eşi Pierre ile bulan, Sorbon Üniversitesi’nde ilk kadın profesör olan Madam Curie’yi bilim alanından örneklemeyi anlamlı buluyorum. Bugün kemoterapi olarak bilinen tedavi tedavi, literatürde curieterapi olarak bilinir ve bu, yüce bilim insanı Madam Curie’nin deneylerde maruz kaldığı radyasyon nedeniyle ölümünden alınan dersle kazanılmış önemli bir bilgidir. Eğer Madam Curie, radyasyona maruz kalan bedeninin her gün erimekte olduğuna aldırıp bilimsel çalışmalarından vazgeçseydi, bugün tümörlerin tedavisi dahil birçok buluşun gerçekleşmesi belki çok gecikecekti. Burada, kritik zamanlarda kritik karar verme cesareti ve başarısından söz ettiğim açık. Özellikle bilim alanında erkek egemenliğinin olduğu bir dönemde kocası Pierre’nin bir kaza sonucu ölümü üzerine içine, çocuklarına bakmak için evine kapanmayı tercih etseydi Madam Curie, bu alanda zaman ağır işleyecekti. Zamanında cesurca kritik kararlar verip bilimsel, sanatsal, siyasal kararlar veren insanlar, sadece koşulları değiştirmezler, ayrıca zamanı hızlandırırlar.
Bir de sıradan bir insanın, kritik zamanda cesur bir kararla harekete geçmesini örneklemekte yarar görüyorum. Gazi Mustafa Kemal ve binlerce askerin zekasının, cesaretinin 18 Mart Zaferi’nde büyük payları olduğu biliniyor. Balıkesir Havran’a bağlı Çamlık köyünden Seyit Ali Çabuk’un Çanakkale Savaşı’nda 275 kiloluk mermiyi kaldırıp topa sürme cesaretini göstermeseydi, o merminin vurduğu Ocean zırhlısı, belki Çanakkale Boğazı’nı geçecek ve savaşın kaderi değişecekti. Bu cesur karar ve uygulama da koşulları değiştirmiş ve zamanı hızlandırmıştır. Çanakkale’de İngiliz emperyalizminin önü kesilmesi; 1912’de RSDİP’ten sosyalist devrim kararlılığıyla ayrılıp Bolşevik hareketini ayağa kaldıran Lenin’in, “Bütün iktidar Sovyetlere!” diyen Ekim Devrimi’ni taçlandırmasına katkıda bulunmuştur. Sovyetler Birliği’nin kurulması da; işgalci Çarlık ordusunun Osmanlı topraklarından çekilmesine, Anadolu’yu işgal eden yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşı başlatma kararını cesurca alan Mustafa Kemal önderliğinde bu savaşın kazanılmasında etkili olmuştur. Kurulan Cumhuriyet’i ilk tanıyan ülke de SSCB olmuştur.
Toplumları ilerleten, insanlığı geliştiren böyle cesur kritik kararlar alma ve bunu ölümüne mücadeleye, uygulamaya dönüştürme örnekleri kadar, toplumları gerileten, insanlığı savaşlarla yıkıma sürükleyen kararlar(kişiler) da tersinden örneklenebilir. Bunlarla konuyu uzatmak istemiyorum. Esas olarak edebiyat-sanat-kültür alanındaki “zamanaşımsız” insanlar konusuna değinmek istiyorum. Kestirmeden bir cümle kurarak konuyu deşmeye çalışayım. “Büyük anlatıcı Homeros üç bin yaşında.” “Âmâ ozan Homeros, niye zamanaşımına uğramadı?” sorusuyla devam edeyim. İnsanın kişilik kazanmasının ya da geliştirmesinin dinamikleri olan aşkı, mücadeleyi, ihaneti, savaşı destansı bir anlatımla işlediği için diyebiliriz. Bu dinamikleri sayısız ozan, yazar işlemiştir ama hepsi zamanaşımsız olamamışlardır. Burada haksızlığa ya da yoksunluğa uğrayanlar olduğunu da hesaba katarak, temel neden, kendilerinden öncekileri işleyiş ve söyleyiş güzelliğinde aşamamaktır, diye bilirtebiliriz.
Yunus Emre, Karacaoğlan, Ahmede Hani, Nâzım Hikmet aynı konu ve temaları işleyiş ve söyleyişte öncekileri aştıkları için edebiyat var oldukça yaşayacaklardır. Onlar gibi yaşayacağını öngördüğümüz şair-yazarlardan biri de Ali Yüce’dir. 1928’de Hatay Yayladağı ilçesinin Hisarcık köyünde doğup yoksulluklar ve yoksunluklar içinde büyüyen Ali Yüce de, babasının, köylülerin engellemesine karşın Düziçi Köy Enstitüsü’ne gitme kararını alıp dağdan taştan kaçarak gitmeseydi, bugün biz böyle bir öngörüde bulunamayacaktık.
Peki, neden Ali Yüce zamanaşımsız olacaktır? Başka etkenler bir yana, onun şiirinde yaşamdaki çatışma ve çelişkilerin püf noktalarını ince ve derin bir mizah diliyle işlemesi, bunu da yalınlığın zengin söyleyişiyle, sözcük mozaiğinden oluşan dize kuruluşuyla gerçekleştirecektir. 1994’te İtalya’nın Palermo kentinde yapılan Akdeniz Şiir Yarışmasında birincilik ödülü alan “Olmaca” şiiri, her koşulda zamanaşımına direnecektir. “Ben tüfek olsaydım eğer/ Patlamazdım kimsenin üstüne/ Bir tetiğimden utanırdım/ Bir de eğri parmağımdan/ İnsan amcaların” dizeleri, her çağda gözlerini kan bürüyen insanlara tutulmuş şiir aynası olacaktır. Ali Yüce, 29 Nisan 2015’te toprağına kavuştu. Onun şiirleri, Ruhi Su’nun “Mürselekli Kadınlar” diye çığıran sesinde, “Anamı Arıyorum” diyenlerin dilinde, “Antakya Çarşıları”nda dolaşanların gözlerinde yaşıyor, yaşayacak.
Yıllar mı çabuk geçiyor, yoksa biz mi hızla yaş alıp yıllanıyoruz bilemiyorum ama onun aramızdan ayrılmasının üzerinden altı yıl geçti. Bugünlerde, sevgili oğlu Prof. Dr. Galip Yüce, beni onurlandıran ve aynı zamanda üstüme büyük sorumluluk yükleyen bir iş yaptı. Babasının kütüphanesinden dört koli kitap ve dergiyi teslim etti. Kendisine teşekkür ediyorum. Bunları tek tek gözden geçirirken üzerlerine ya da eklediği kağıtlara aldığı notları okudum. Üşenmeden göz nuru dökerek ve el emeğiyle yazdığı bu notlardaki müthiş saptama, değerlendirme ve eleştirileri okudukça bilincimin tazelendiğini fark ettim.
Mahmut Makal’ın “Yeraltında Bir Anadolu” kitabına düştüğü notlardan biri şöyle: “Barış gönüllülerinin ilginç araştırmaları, halkın yapısını, dini inançlarını anlamak için sordukları soru tipleri, bugünkü emperyalizme bağımlı dinselleştirilmiş Türkiye’yi yaratmak için yapılmıştır.”
Fay Kırby tarafından kaleme alınan “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabına düştüğü not da, bir öncekini tamamlar nitelikte. Şöyle: “Barış gönüllüsü Fay Kırby’nin görevi,Balkan göçmenlerinin köylerdeki durumunu incelemek iken, karşısına her yerde Köy Enstitüleri çıkar. Asıl görevini bırakıp Köy Enstitülerini inceler. Amerika’dan tepki geleceğini düşünerek Kanada uyruğuna geçer.”
Olanak buldukça Ali Yüce’nin bu notlarını incelemeye, değerlendirmeye çalışacağım. İlk kez karşılaştığım ve okumak için can attığım kitapları raflara dizerken, şunu düşünmedim değil: “Bizden sonra bu kitapları kütüphanesinde koruyacak, okuyacak ve sonraki kuşaklara devredecek gençler, çocuklar yetişecek mi acaba?” “Dijitalleşmenin yıkıma uğradığı bir zaman gelir de bu kitaplara dokunma, onları okuma ihtiyacı hissedenler çoğalırsa…” diye de düşüncemin devamını getirmedim değil…
Bu düşünce yoğunluğuna beni yönlendiren kitaplarından yola çıkarak Ali Yüce’yi saygı ve özlemle anıyorum. Onun şiir ışıldağının her yeni nesli aydınlatmasını diliyorum.