Göç ve barış kültürü | Müslüm Kabadayı
İngilizceye direnme gücü bulunan Çince, Rusça, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Türkçe ve Arapça dışındaki dillerin 50 yıl içinde öleceği söylenebilir.
Homo Erectus’tan Homo Sapiens’e kadar insan türünün hem biyolojik hem de kültürel evriminde göçlerin önemli yer tuttuğu bilinmektedir. Göç olgusunun diğer canlı türlerindeki rolü üzerine de bilimsel çalışmalar devam etmektedir ama üzerinde durmak istediğimiz dil-kültür evriminin diyalektiğiyle ilgili göç olgusudur. Bunu da, güncel soruna hem toplumsal hem de politik açıdan öne çıkarmak istediğim yönleriyle örneklemekte yarar görüyoruz.
Bilimsel yöntem gereği, verdiğimiz örnek ve yaptığımız değerlendirmelerde “bugünkü verilere göre” kaydını düşerek, Avustralyapitecus, Homo Habilis türlerinin Afrika kıtasında göç yaptıkları belirtilmektedir. Bu kıtanın dışına çıkan ilk insan türüyse Homo Erectus olup, iki ayakları üzerinde tam durmayı becermesi ve ateşi bulup protein kaynağı eti pişirip yemesiyle öncekilerden ayrılmıştır.
Bu ayrılış, onun beyninin hem hacim hem de ağırlık bakımından büyümesini sağlamış, böylece yeteneklerinin gelişmesine vesile olmuştur. Avustralyapitecus fosilinde küçük boyutuyla görülen dil kemiği hyoid, Erectus’ta gelişkindir. Tam da bu noktada, beynin evrimiyle dilin evriminin yeni bir aşamaya sıçradığı, bilim dünyasında kabul görmektedir. Özellikle bir milyonu aşkın yılda yiyeceklerin pişirilerek yenmesi, çene ve diş yapısının küçülmesini, böylece ağız içinde dilin damaksıl sesleri çıkarmasını sağlamıştır.
Diğer hayvan türlerinin “ünlü” ya da “sesli” olarak bilinen sesleri çıkarabildikleri hatırlandığında, insan türünü hayvanlardan ayıran en önemli niteliğin, beyinde dilin gelişimini sağlayan F5 alanının oluşmasıdır. Bu nitel değişimin insan türünün opozisyon (başparmağı diğer parmaklarla birleştirerek kullanma) yeteneğini geliştirmesiyle birleşmesi, dil-kültür evriminin hızlanmasını sağlamıştır.
Bu özet bilgilendirmeden konumuza odaklandığımızda, yine özetle üzerinde durulması gereken veri ve bilgilere dikkat çekmek durumundayız. Disiplinlerarası çalışan bilim insanlarının (kazıbilim-insanbilim-genbilim-dilbilim) ortaya koyduğu bilgilerden biri şudur: Yaklaşık 300 bin yıllık Homo Sapiens türünün evriminde son 55 bin yıl çok önemlidir. Çünkü, gerek Hırvatistan’daki bir mağarada bulunan Homo Sapiens’le Neandertal’in birleşmesinden doğan insan fosiliyle Sibirya’daki bir mağarada bulunan Nenadertal’le Desinova’nın birleşmesinden doğan insanın fosili 45-50 bin yıl öncesine tarihlenmiştir. Her iki fosilin de kadın olması, ayrıca önem taşımaktadır. Bugün Dünya’daki insanların bu melezlenmelerin çocukları olduğu dikkate alındığında “göç”ün ne kadar belirleyici olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Büyük antropolojinin de teyit ettiği üzere, insan türünün göç başlangıcı Afrika’dır, özellikle Doğu Afrika…
Bu göçün uğrak ve durakları incelendiğinde Mezopotamya ve Anadolu’nun en eski “göç kavşağı” olduğu söylenebilir. Neolitik dönemin tarım devriminin ve ortaya çıkan ilk uygarlıkların da bu coğrafyaya ait olduğu kabul görmektedir. Dünya’nın beş önemli dil ailesinden ikisi bu coğrafyada gelişmiştir. Büyük nehirlerin oluşturduğu verimli topraklar, dil ailelerini de besleyen kültürel zenginliğin zeminidir aynı zamanda. Dünya’daki 142 dil ailesi incelendiğinde bu açık biçimde görülecektir. Dünya’da dil çeşitliliği en çok olan Afrika ve Okyanusya’dır. Bunun temel nedeni de toplulukların birbirinden izole yaşayabilecek alanlara bölünmüş olmasıdır. Okyanusya’da adaların çokluğu, Afrika’da da ormanların sıklığı bu oluşumda temel etmendir.
Bu veriler üzerinden şimdi dikkat çekmek istediğimiz nokta şudur: Göçlere kavşaklık yapan yerlerde ortak diller oluşmuştur. Örneğin denizci kavim olan Fenikelilerle birlikte Akdeniz’de Langue Franca oluşmuştur. Aynı durumu, Fergane Vadisi’nin verimli topraklarında ve çevresinde yaşayan kavimlerin Langue Francası olarak Sogodcanın gelişmesinde görürüz. Aynı olguyla Avustronezya dillerinde de görmekteyiz. Okyanusya’yı oluşturan adaların yerli dillerinde ses benzerliği, özellikle geniz ve artdamaksıl sesler bunun önemli göstergelerindendir.
Buraya Asya kıtasından göçlerin ve adalar arası hareketliliğin kavşağındaki bir ada Langua Francanın oluşmasında rol oynamıştır. Hem diller hem de o dillerin taşıdıkları kültürler bakımından başka kavşaklardan da söz etmek mümkündür. Bunlardan biri de İspanya’daki Atapuerca’dır. Geçiş noktasındaki bu coğrafyada yapılan araştırmalar üzerinden “Neandertallerin işitsel kapasitelerindeki bu değişimler, Atapuerca’da bulunan atalarıyla karşılaştırıldığında, taş alet teknolojisindeki değişiklikler, ateşin kullanılması ve muhtemel simgesel uygulamalar da dahil olmak üzere, giderek daha karmaşık davranış kalıpları sergileyen arkeolojik kanıtlarla da paralellik gösteriyor” denmektedir.
Evet, farklı coğrafyalardan verdiğimiz bu örnekler ışığında günümüze bakacak olursak, son 30 yılda Dünya’da yaşanan göçlerin yoğunlaştığı coğrafya Avrupa olmuştur. İşsizlik, açlık ve savaşlar bu göçün temel etkenleridir. Gönüllü yapılan göçleri de buna eklediğimizde, geleceğin Langua Francası, özellikle Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinde oluşabilir, kanısındayız. Geçmişte SSCB döneminde Rusçanın 130 civarında farklı dilin Langua Francası olması nedeniyle bugün de o dilleri konuşan halkları arasında etkisini sürdürdüğünü görmekteyiz.
Bugün Türkiye’de konuşulan 52 farklı dilin Langua Francası Türkçedir. Türkiye, aslında kavimler kavşağında yer alan ve Göbeklitepe’de somutlanan Mezopotamya kültürünün İstanbul Fikirtepe üzerinden Kuzey İrlanda’ya kadar ulaşmasını sağlayan bir coğrafyanın üzerindedir. Eğer bu ülkede son 30 yılda yaşanan göçlerin sentezlediği kültür sıçratıcı dinamik taşırsa, insanlığın barış kültürünü kökleştireceği bir dönemi de başlatabilir. Bunu başaramazsak, bugün Langue Franca konumundaki Türkçe de dahil Anadolu coğrafyasında yaşayan dillerin ölüm tehlikesi kapımızı çalacaktır.
Onun için bu coğrafyada Türkçeden sonra en çok konuşulan Kürtçe başta olmak üzere eğitim dili olabilecek tüm dillerin desteklenmesi politikası benimsenmelidir. Bu politikanın aslında Dünya genelinde uygulanmasının zorunlu olduğu bir döneme girmiş bulunmaktayız.
Ethnologue’un 23’e göre Dünya üzerinde 7 bin 117 dil bulunuyor. Dünya dillerinin veritabanını oluşturan bu kaynağa göre yüksek bir sayı gibi görünmektedir. Ancak, son yüzyıl içinde aşağı yukarı 3 bin dilin yok olduğunu aklımızda tutmak zorundayız.
Bu ne demektir? Her iki haftada bir bir dil yok olmuştur. Günümüzde emperyalist politika resmi ve eğitim dili olman dillerin ölümünü hızlandırmaktadır. İngilizce, tüm insanlığa kapitalizmin dili olarak dayatılmıştır. Böyle giderse İngilizceye direnme gücü bulunan Çince, Rusça, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Türkçe ve Arapça dışındaki dillerin 50 yıl içinde öleceği söylenebilir.
Peki bu ne demektir?
O dillerin söz varlığında binlerce yılda biriken zengin bir kültür de yok olacak demektir. Şu anda Dünya dillerinin yüzde 41.71’i tehlikede, geriye kalan yüzde 51.23’ü ise tehlike sınırında olduğuna göre, acilen politika değişikliğine ihtiyaç duyulduğu ortadadır. İlk politika değişikliği de “13 düzey içeren EGIDS ölçeğine göre, dünya üzerindeki dillerin sadece yüzde 2.5’i resmi dil, yüzde 3.3’ü eğitim dili” gerçeğinin tersine çevrilmesidir. Yani Dünya’nın her tarafında isteyen halkların, toplulukların dillerinin resmi ve eğitim dili olarak hayata geçirilmesidir.
Savaş, baskı ve şiddet, ırkçılık, dinsel ve cinsel ayrımcılığı körükleyen kültürler dışındaki kültür envanterinin de Dünya çapında tutulduğu merkezler aracılığıyla insanların kaynaşacağı, halkların barış içinde yaşayacağı bir kültür atmosferi yaratmak için yola koyulmalıyız.
Bu amaçla, 2019’da başladığımız Türkiye’den çoğu zorunlu olarak yurtdışına giden ve halen gittikleri ülkelerde yaratıcı-üretici çalışmalarını sürdüren kişilerle söyleşileri Mart 2021’de kitaplaştırabildik. Klaros Yayınları’ndan çıkan kitabımızın adı Farklı Coğrafyalarda Üretenler. Kitabın okurla buluşmasını sağlayan Lokman Kurucu’ya ve dizgi, grafik-tasarımını yapan Şafak Özgü’ye teşekkür ediyoruz.
Almanya, Hollanda, İsviçre, Belçika, Fransa, İngiltere, İsveç, Norveç, Rusya ve Avustralya’da yaşayan ve buralarda bilim, sanat, edebiyat ve eğitim alanlarında yapıtlar veren 20 kişinin, Türkiye’den ayrılış ve o coğrafyalara tutunuş hikayelerinin de çok dramatik, aynı zamanda öğretici olduğunu görmekteyiz. Öykülere, romanlara, filmlere konu olacak yaşantılarla örülü bir “göç(ert)me” sürecine tanık olmaktayız. Kitaptaki sıraya göre şair-çevirmen Özkan Mert, yazar-çevirmen Fırat Ceweri, müzisyen Selahattin Yılmaz, yazılım mühendisi Aysima Karcaaltıncaba, masalbilimci ve eğitimci Yücel Feyzioğlu, şair-gazeteci Murat Altunöz, yazar-senarist Dursaliye Şahan, yazar Nimet Çetiner, şair-çevirmen Aytekin Karaçoban, gazeteci Doğan Özgüden, şair ve eğitimci İbrahim Eroğlu, yazar ve eğitimci Murat Tuncel, doktor ve şair İsmet Özer, ressam ve eğitimci Sabahattin Şen, gazeteci ve çevirmen Ahmed Arpad, yazar Muhittin Çoban, gazeteci ve yazar Özgür Topsakal, yazar ve ressam Muzaffer Oruçoğlu, yazar M. Hakkı Yazıcı, mineralog ve dilci Musa Güner, yaşam öykülerini ve çalışmalarını merakla okuyacağınız kişiler…
Olanak bulursak ikinci cildini hazırlamayı düşündüğümüz Farklı Coğrafyalarda Üretenler kitabımda ileri sürdüğüm tezi burada paylaşmak isteriz. İklim krizi, gezegenimizin parçalanmasına yol açacak nükleer savaş vd. bir tehlikelerin de ortadan kaldırılması için acilen Dünya ölçeğinde barış sağlanması için ayağa kalkmak gerekiyor. Bu barış iklimini yaratacak kişilerin ve toplulukların başında da Avrupa, Türkiye gibi göçün en yoğun yaşandığı coğrafyalarda yaşayan ve farklı ülkelerden gelen yaratıcı-üretici insanlar gelmektedir.
Öncelikle Dünya’nın neresinde bu konumda bulunan kişi ve topluluk varsa, onların deneyimleri ortaklaştırılmalıdır. Bunlar arasında bağ kurarak daha güçlü ve sistemli çalışmalarla alternatif barış kültürü politikaları gündemleştirilmelidir.
Bugün, Dünya çapında bir barış kültürü oluşturmanın yol ve yordamını, yöntem ve tekniklerini, en önemlisi araçlarının niteliğini belirlemek için çalışmayı, mücadeleyi önüne koymayanlara gerçek anlamda aydın, bilim insanı ve sanatçı denmeyeceğini düşünüyoruz.