Bir Ölünün Günlüğü | Ömer Faruk Hüsmüllü
2-
Günlüğü okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı, hava biraz daha kararmış, gökyüzünde yıldızlar az da olsa parlamaya başlamıştı. Günlüğü yanındaki koltuğun üzerine koyup, etrafı seyretmeye başladı.
Arabadan indi, mezarlığı bir kere daha dolaşmak istiyordu. Zifiri bir karanlık olmadığı için etrafını, bastığı yeri görebiliyordu. Vakur adımlarla efsunlu bir mezara doğru yaklaştı. Nereden biliyordu bu mezarın efsunlu olduğunu? Aslında bildiği filan yoktu, içine öyle doğmuştu. Çakmağını yakıp mezar taşında yazan ismi okudu. Soyadı değil ama adı babasınınkiyle aynıydı. Babası geldi aklına, o buyurgan sert mizaçlı, pervasız, amiyane üslûplu adam… Bir ara yani çocukken bu babası olan adama öykünmüş, onun gibi olmak için çok çaba harcamıştı. Tabii olamamıştı. O zaman da kendini, değişmeyeceğini zannettiği yazgısı nedeniyle biçare hissetmişti.
Bir vaveyla koptu, tiz bir ses yükseldi. Sesin geldiği tarafa döndü, birkaç metre ilerideki ağaca doğru sinsice ama sükunet içinde yaklaştı. Bakışlarında özgün bir ifade vardı. Hiçbir şey göremedi, morali bozuldu. Belki de duyduğu ses içinden gelmişti, onu ezen vicdanından olabilirdi.
Yavaş yavaş karanlık iyice çökerken çelimsiz bir adam geliyordu karşıdan, yırtık pırtık pantolonlu, varla yok arası param parça ayakkabılı. Sarhoş mu ya da deli mi? Elinde bir poşet var, yeni gömülmüş bir ölünün mezarının yanında durdu, elindeki poşeti bırakıp yürüdü gitti. Daha doğrusu buna gitme de denemez, birkaç adım attıktan sonra kayboldu. Bu adam günlüğün sahibi olabilir miydi? Bıraktığı poşetin içinde ne olduğunu merak etti, gidip bakacaktı. Gitti ama poşet falan yoktu. Oysa gördüğünden o kadar emindi ki. Yanılma ihtimalini düşünmek bile istemiyordu. Korkmaya başladı, boynundan beline doğru bir sıcaklık yayıldı. Mezarlıktan çıkıp arabaya bindi. Birazdan hava iyice karardı. Bu saatten sonra bir yere de gidemezdi, biraz sonra korona nedeniyle dışarı çıkma yasağı başlayacaktı. Arabanın içinde uyuyabilirdi, elini arka tarafa atıp paltosunu aldı, üzerine örttü, koltuğu yatırdı. Güneş batınca hava soğumuştu, motoru çalıştırıp kaloriferi açtı; ama soğuk üflüyordu kalorifer. Motor ısınana kadar beklemek gerekecekti. Olsun, beklerdi; şimdilik paltosu onu soğuktan korurdu.
Birkaç saat geçti, hâlâ uyanıktı. Dikiz aynasından bir arabanın arkadan gelmekte olduğunu gördü. Saatlerdir buradaydı ve bir tek araba dahi bu yoldan geçmemişti. Eski bir kamyonmuş. Takır tukur sesler çıkarak düşük bir hızla geçip gitti.
Beş dakika sonra da karşı tarafta bir aracın yanıp sönen siren ışığını gördü. Resmi bir araba olmalıydı ya da kendini bilmez birinin taktığı çakar lamba da olabilirdi. Son zamanlarda geçiş üstünlükleri varmış gibi tehlike şeritlerini bile ihlal eden çakar lamba takmış o kadar çok araç vardı ki.
Bu gelen onlardan değildi. Suziki’nin yan tarafındaki şeritte duran araçtan iki jandarma indi. Elindeki fenerle biri Suziki’nin içini aydınlatınca mecburen kapıyı açtı. Jandarma:
-Merhaba amca, dedi.
Bu şekilde kendine hitap edilmesine kızmıştı.
-Ne amcası? Amca değil, beyefendi beyefendi! Dedi.
Bu söz de jandarmaya kızdırdı.
-Tamam öyle olsun beyefendi. Ama şu anda bir yasağı ihlal ediyorsunuz.
-Hangi yasakmış o ihlal ettiğim?
-Maskesiz dolaşıyorsunuz.
-Etrafta kimse yokken neden maske takayım?
-Ayrıca bu saatte dışarı çıkmak da yasak. Evinizde olmalıydınız. O nedenle size ceza yazacağız?
-Benim burada evim yok. Kasabada otel ya da pansiyon bulamadığım için yasak bitinceye kadar arabanın içinde bekliyorum.
-Dört-beş kilometre ötedeki kasabada bir pansiyon var. Oraya gidin kalın.
-Ben buraların yabancısıyım, o kasabaya nasıl gidileceğini bilemem.
-Öyleyse sizi oraya biz götürelim. Gidince pansiyona sorun yer var mı yok mu, diye ve durumdan bizi haberdar edin. Sizden cevap gelinceye kadar bekleyeceğiz.
-Tamam, teşekkür ederim.
Jandarma aracı önde Suziki arkada kasabanın içine doğru gitmeye başladılar. Kasabanın ışıklarının çoğu sönmüştü, yolda insan yoktu, ama bir kedi ve birkaç tane de köpek vardı.
Diğer kasabaya geldiklerinde de cadde boş görünse de orta yaşlarda iki erkek vardı az ileride. Jandarma yanlarında durunca ceza yazacak zannetti, ama yazılmadı. Sadece uyarıldılar. Ana caddeden bir sokağa saptılar, otuz-kırk metre gittikten sonra ışıklı levhasında “Murat Pansiyon” yazan iki katlı binanın önünde durdular.
Suziki’den inip pansiyonun zilini çaldı, bekledi. Kapı açılmadı. Bir kere daha zile bastı, bekledi. Gelen giden yok. Bir kere daha denedi şansını. Üçüncüde kapı açıldı, içeri girdi. Pansiyonu işleten bir bayandı. Boş yer olup olmadığını sordu. Vardı, kahvaltı dahil günlük ücret seksen liraydı. Ne kadar kalacağı soruldu. Şimdilik bir gece ama kararı kesin değildi, yarın belli olacaktı.
Dışarı çıkıp jandarmaya teşekkür etti, Suziki’yi pansiyonun arkasındaki park yerine çekti, eşyalarını alıp pansiyonun açık kapısından içeri girdi. Odası üst kattaydı, kahvaltı salonu altta, sabah saat sekizde kahvaltı hazır olurdu, saat ona kadar kahvaltı edilebiliyordu.
Eşyalarını yerleştirirken günlüğü almayı unuttuğunu anladı. Günlük yanında olsaydı burada okuyarak vakit geçirebilirdi. Üzerindekileri çıkarıp pijamasını giydi, ışığı kapattı, yatağa uzandı. Bugün yaşadıklarını düşünmeye başladı. İlginç olaylarla karşılaştığı bir gün olmuştu. Zihni dönüp dolaşıp günlük konusuna geliyordu. Acaba yazılanlar doğru muydu? Gerçi o, ruha filan inanmıyordu, öteki dünya diye bir yerin olabileceğini de kabul etmiyordu. Öyleyse aklının bir köşesindeki “Acaba günlükte yazılanlar doğru mu?” sorusu neden vardı? Ölüm üzerine düşünmeye, çıkarımlar yapmaya başladı.
“Hiçbir canlı varlık ölüme üstün gelemez, onu savuşturamaz. Ölümsüzlük iksiri hiç olmadı ve bundan sonra da hiç olmayacak. Doğa ölümsüzlük iksirinin olmasına izin vermez; verirse intihar etmiş olur. Ölümler olacak ki yeni canlılar da gelebilsin dünyaya. “
“Ölünce ruh, bedenden ayrılıp başka bir dünyaya göç mü edecek? Öyleyse bu yeni dünya nasıl bir yer? Dinlerin anlattığı gibi mi yoksa başka türlü mü veya böyle bir dünya yok mu? “
Uyku tutmadı. Yataktan kalktı camı açıp dışarıya baktı. Sokağa park etmiş bir araba, yanan sokak lambaları ve ışıkları sönük az katlı evlerden başka bir şey göremedi. Bir de başını kaldırıp gökyüzüne bakmayı denedi, muhteşemdi! Bir müddet bu manzarayı hayranlıkla, huşu içinde seyretti. Karanlığı delip gelen yıldız ışıkları, dünyaya gülümseyerek bakan sevimli ay, arada sırada kayan yıldızlar yani atmosfere girip yanan göktaşları ve ferahlatan karanlık. Son görüntü onu gevşetti, esnemeye başladı, biraz da üşümüştü, pencereyi kapatıp yatağa yattı, yorganı üzerine çekti. Derin bir uykuya daldı.
Sabah olup da uyandığında saatin dokuz buçuğa geldiğini gördü. Lavaboda elini yüzünü yıkayıp giyindi ve aşağıya indi. Pansiyon saibesi bayana “Günaydın” deyip kahvaltı etmek için masaya oturdu. Bayan, kahvaltılıkları bir tepsi içinde getirip masanın üzerine yerleştirdi; tabii çay da vardı.
Kahvaltı ederken bayanla biraz sohbet etti, çünkü gece rahat edip etmediği merak ediliyordu. Deliksiz bir uyku çektiğini söyleyince bayanın gözleri sevinçten ışıldadı. O gün pansiyonun tek müşterisiymiş, korona vakaları müşteri sayısını çok azaltmış. Bir gece daha kalmak istediğini söyleyip ücretini de hemen ödedi, kahvaltısını bitirip odasına çıktı. Birkaç saat oyalanıp daha sonra bir kez daha mezarlığa gitmek istiyordu.
● ● ●
Devam edecek…