Günün Hikayesi | Şiirinin Ateşine Kendi Odunlarını Taşıyacaksın | Bünyamin Durali
Şiir Heveslilerine Mektuplar/ Şiirin Ateşine Kendi Odunlarını Taşıyacaksın.
Ercan,
Merhaba,
Hilmi Yavuz’un, Belleğin Kuytularından başlıklı denemeler kitabını okudum geçenlerde. Kitapta senin şiir yolculuğuna kılavuzluk edecek o kadar çok şey buldum ki.
Yavuz, hem iyi şairdir, hem iyi denemeci. Birçok kitabını okudum ve hemen her kitabından öğrendikçe öğrendim. Belleğin Kuytularından da öyle. Kitapta, senin şiirsel serencamını açımlayacağına inandığım en dikkate şâyan kesitleri aşağıda aktaracağım. Yalnız senin için değil, şiirde ve yazıda dirsek çürütmek, başka bir söyleyişle, hayatını şiir ve yazı dolayımında zenginleştirmek isteyen herkes için çok kıymetli ipuçları barındırıyor bu kesitler. Hele, Hilmi Yavuz gibi çoğunca doğu duyarlıklı (İslâmiyete açık), batılı değerlere mesâfeli birinin, Hasan Âli Yücel ve Azra Erhat gibi, batılı/ batıcı diye bilinen kültür-sanat insanlarına haktanırlıkla davrandığını, yoğun bir sevecenlikle yaklaştığını görmek, başlıbaşına kıvanç verici, tabu yıkıcı. Okuyalım öyleyse:
“… saadeti eşyada, eşyanın düzeninde bularak, hayatı daraltarak, ama derinleştirerek yaşadı./ … büyük şair olmak için büyük hayatlara gerek yoktur./ … dünyaya bir şiiri okuyormuş gibi bakardı./ Şiirinde bütün yaşantılar vardı. Gündelik hayatın basit, yalınkat görünen nesneleri, haydi fenomenolojik bir dile getirişle söyleyeyim, ‘paranteze alındıklarında’ bir büyüsellik edinirler. Bir su deposu, bir dosya…” (“Odasından Büyük Şair: Behçet Necatigil” başlıklı yazısından)
Senin de bu saptamalardan payını fazlasıyla alabileceğini düşünmek istiyorum. Şunlardan ötürü: Sen de Necatigil gibi eşyalarla ve nesnelerle hayli ilgilisin. Gel gör ki, onların derinliklerine henüz inemiyor, ruhlarına (evet Ercan, eşyaların, nesnelerin de ruhları var) nüfuz edemiyorsun. Onları salt yüzeysel görünümleriyle, yüzeysel görünümlerinden sızan yanlarıyla ele alıyorsun. Öyle olunca da, eşya/ nesne, beş duyu dünyamızın, fiziksel/ biyolojik algılarımızın, ampirik gerçekliğimizin üstüne çıkamıyor. Çıkamayınca da şiirsele erişemiyor, eşyayı/ nesneyi fotoğrafik gerçek(çi)liğin donukluğunda yansıtabiliyorsun ancak.
“Yaşım 30’lara dayandı, benim başkalarına anlatacak, büyük bir hayatım hiç olmadı.” diyorsun. Benim oldu mu sanıyorsun? Kaç kişinin hayatı büyüktür hem? Bak, Necatigil’in hayatı da küçücükmüş: eviyle öğretmenlik ettiği okullar arasında geçip giden bir hayatmış onunki. Sonra, öyle büyük, görkemli yaşamalara her zaman hacet yok ki. Hele şairler için, daha da böyle. İlhan Berk’in “yaşasaydım yazar mıydım?” demesini hatırlıyorum şimdi. Şairlerin hayatları ne zaman büyür, söyleyeyim mi: Günlük hayatları ne kadar dapdaracık olsa da, o dapdaracık hayatlardan büyük, büyüleyici şiirler çıkarabildikleri zaman. Necatigil; bu dediğimin en canlı, en göz doldurur belgesi. Dahası, gene Necatigil’in yaptığını yapmakla mümkün: dünyaya bir şiiri okurcasına bakmakla. Şiirine bütün yaşam parçacıklarını, bütün yaşantıları katmakla.
Gündelik yaşayışınla Necatigil’e benzeyen ne çok özelliklerin var: Ortalama toplumsal yargılardan uzaklıkların. Çiçekleri sevişin. Tedirginliklerin, sıkıntıların. Pişmanlıkların… Hilmi Yavuz’un Necatigil için dediklerini aktarayım da, gör bakalım tutarsız mıyım, aranızda benzerlikler bulmakta:
“Necatigil hep kuytuların, gecesefalarının açtığı saatlerin şairi oldu. Sıkıntının, hüznün ve pişmanlığın. Sıkıntı, sadık bir köpek gibi onu izledi hep. Yarım kalan şeyler, yarım bırakılmışlar ona pişmanlığı getirdi./ “Kimi şiirler okunur, arkasında kendi ateşiniz varsa. Onun şiirinin arkasında da kendi ateşi vardı.” (“Behçet Necatigil Gitti: Kim Yol Gösterecek Bu akşamlara” başlıklı yazıdan)
Sevgideğer Ercan, Necatigil’e benzeyen yönlerini yadsıyacak değilsin ya. Tam aksine, üstüne üstüne yürüyeceksin hepsinin. Üstüne üstüne yürüyeceksin derken, onları ortadan kaldırmak için değil; onlardan, oralarından derin imgeler, çarpıcı metaforlar, şaşırtıcı dizeler devşirebilmek ereğiyle yapacaksın şüphesiz. Şiirinin ateşine kendi odunlarını taşıyacaksın.
Büyük şairlerimizden Turgut Uyar da çok sıkılırdı. İşi-gücü sıkılmaktı sanki. Fakat onu o sıkıntıları belirlemedi sonuçta. Uyar, o sıkıntılarını, “bereketli huzursuzluklar”a, “doğurgan tedirginlikler”e dönüştürerek, şiirleştirmesini bildi.
Usanmanın, aceleciliğe sapmanın, “yaşım geçti, ben sanırım şiir perisini yakalayamayacağım” demelerinin bir anlamı da yok, lüzumu da. Bir zamanlar bir yerde okumuştum. Kadın bir Japon şair, ilk şiirini 41 yaşında yazmış ve zamanla dünya düzeyinde sözü edilen şairler arasına girmiş. Senin şiir çizginde parıltılar, ümitlendirici ışıltılar görmesem, bunca lâfı niye edeyim? Meraklarının, ilgi alanlarının genişliği, senin şiirini besleyecek bellibaşlı kaynaklar.
Târihle, sosyolojiyle, psikolojiyle, felsefeyle, edebiyat kuramlarıyla; bunlarla da kalmayarak, resimle, müzikle, tiyatroyla, hepsinin ötesinde, sezebildiğimce, matematik, fizik gibi bilimlerle de kan bağların var. Bunlar senin şiirinin anavatanları. Onların bayraklarını şiirinin yükseklerinde dalgalandırmaman için hiçbir sebep göremiyorum. Elbette, sen esasta şiirde direten biri olarak, bu dalgalandırmaları şiirin anayasasına sâdık kalarak gerçekleştireceksin. Şimdilerde yaptığın gibi, kuru bilimsellikte tıkanıp kalmakla, bilimsel-felsefî görünmeyi şiirin temel yapı-taşıymış gibi göstermeye çabalamakla değil. Ayrıca, kuşatıldığın sosyal ve kültürel değerlere yabancılaşmayarak. Bunu demişken, Hilmi Yavuz’un Hasan Âli Yücel için dediklerine bir bakalım mı? Bu alıntının, senin geniş kuşatımlı zihnine yepyeni bir bakış açısı daha katacağını sanıyorum:
“Dikkat edilsin, körü körüne Batılılaşmanın o yıllarda hükümferma olan çekiciliğine kapılıp ‘Şark’ı ve ‘İslâm’ı göz ardı etmiyor Yücel; bir ‘Uyanış Devri’nin yeni bir uygarlığa bağlanmak kadar, köklerini yitirmemek anlamına geldiğinin de farkında görünüyor.” (“Avrupalı Zihin ve Doğulu Duyarlılık: Hasan Âli Yücel” başlıklı yazıdan)
Besbelli, Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerine sıkı sıkıya bağlısın. Bunu olumlamak ya da olumsuzlamak için söylemiyorum. İnsanlar şu ya da bu dünya görüşüne, politik tutuma, herhangi bir ideolojiye bağlanabilirler. Burada hiçbir dokunca yok. Meselenin dokuncalı yanı: o bağlıların bağlandıkları tutumu “mutlak (saltık) hakikat” gibi sunmaya, giderek de kendileri gibi düşünmeyen kişilere/ katmanlara/ kitlelere bunu çıplak zorla ya da psikolojik baskı yöntemleriyle dayatmaya kalkmalarıdır. Yoksa, Kemalist, sosyalist, muhafazakâr, liberal vd. siyâsal anlayışların hiçbiri kendi başına bir tehdit ve şantaj unsuru değildir. Gelgelelim, bu anlayışların hemen hepsinin çeşitli dönemlerde, yığınla ülkede birer “iktidar sopası”, “devlet dayakçısı” olarak kullanıldıklarına ve resmen terör estirdiklerine hepimiz tanık olduk. Lâfı dolandırmayayım. Hilmi Yavuz’un Oktay Akbal’a dönük şu cümleleri, demek istediğimi açıklıkla ortaya koyuyor:
“Kemalizm, onun için, hiçbir zaman bir iktidar aracı olmamış, ara sıra öyle görünse de Kemalizmi, jakoben bir cunta anlayışına indirgememiştir.” (“Dostluk Denilince: Oktay Akbal” başlıklı yazıdan)
Senin Kemalistliğinin de bu düzlemde, sana vergi bir “demokratik Kemalizm”den esinli olduğunu düşünürken, sevincimi saklamayacağımı bilmeni isterim.
Dil konusunda da demokrat buldum seni. Sözcükler arasında eski-yeni kutuplaşmasına yol açacak sapkınlıklardan bilinçle kaçınıyorsun. Düpedüz ölü, diriltilmesi imkânsız sözcükleri kullanmıyorsun haklı olarak, o başka. Ama yenilikçilik/ öz-Türkçecilik şehvetine kapılarak, yapıntı, kılgı vb. gibi insanın sinirlerini zıplatan yapaylıklara da şemsiye tutmuyorsun. Eski Türkçe’ye hor bakmıyorsun. Köktenci değilsin orada da. Çünkü, Azra Erhat’ın dediği üzere:
“Her dilin saygınlığını korumak, bilimini sürdürmek gerçek devrimciliğin özelliklerindendir.” (Aktaran: Hilmi Yavuz)
Hiç kuşku yok: Tavrın böylesi, şiirinin köşelerini törpüleyecek, şiirini iyice yumuşatacaktır.
Başka şiirlerini bekleyeceğim. Yazışmayı sürdürelim Ercan.
Esenlikler dilerim.
(*): Yaşam Sanat, Ocak-Şubat 2020, Sayı 45