Atmosferlerimiz | Hüseyin Evcil
Bireycilik ve bencillik en önde olmak üzere, iki koldan saldıran güçlü düşmanlarımız var yaşantımızda. Azılı düşmanlar.
Olumsuz alışkanlıklardan, aynı zamanda felaketleri hazırlayan kemirici alışkanlıklardan söz ediyorum.
Dikkatimi çekiyor. Üzülüyorum. Sadece birlikte gülebildiğimiz değil, birlikte ağlayabildiğimiz, birlikte projeler, hayaller üretebildiğimiz, yaşamsal ve ölümcül konuları düzeyli biçimde, rahat biçimde konuşabildiğimiz insanların sayısı her geçen gün azalıyor gibi.
Erdemli, kendini bilen insanlarla buluşmamız, onlarla kaynaşmamız önemli. Görgülü, bilgili, saygılı insanlarla kurulan dostluklar ve iletişimler önemli.
Parklara, kırlara, yeşil alanlara, sadece çekirdek yemek, Coca Cola içmek, dondurma yemek amacıyla giden, başkalarının aleyhinde çirkin dedikodular ve etiketler üretme, yayma amacıyla, başkalarını izleme (bir tür taciz) amacıyla giden, bu işleri yaşam biçimine, hobiye dönüştürmüş insanları gördüğümde üzülüyorum. Görmek istemiyorum. Çünkü oluşturdukları manzara : Modern bir yaşam tarzını yansıtmıyor, saygı duyulacak bir yaşam tarzını yansıtmıyor, yoz bir yaşam tarzını yansıtıyor.
Oturma mekanlarında, edebiyat, felsefe, tarih neredeyse hiç konuşulmuyor. Toplumun gidişatı, geleceği hiç konuşulmuyor. Kimse, kimsenin ruhuna, zevklerine, özgün fikirlerine hitap eden düzgün, sıcak cümleler kurmuyor. Kuramıyor.
Herkes, telefonu ile haşır neşir.
Tüketim, tüketim, tüketim … Argo – arabesk sözcük bolluğu. Nispetçilik, reklamcılık, kıskançlık, güç (gövde) gösterileri …
Oysa insanca yaşamak, insanca düşünmek, insanca paylaşmak bunlardan farklı bir şey.
Olgunluk için, başarı için, ölümsüz aşk için önce aynaya bakmak ve tüm detayları görmek gerekiyor. Algılamak, analiz etmek gerekiyor.
Son yıllarda, genel anlamda, insanların duyguları köreldi, zayıfladı. Anlayışlar, tercihler yön değiştirdi. Kademe kademe gerçekleşti bu değişimler.
Çoğu insan, cebindeki parasıyla, elindeki telefonuyla, gürültülü motosikleti ile mutlu gözüküyor. Kendi egosunu, kendi bencilliğini baş tacı etmiş gözüküyor.
İnsana, insan gerekli ama gerçek insan. Yapmacık insan, maymun ya da bukalemun özelliklerine sahip insan, dedikodu ve fesatlık çizgisinde ısrar eden insan gerekli değil.
Gereksiz olan : Eksik olsun, uzak olsun diyorum.
Sıcak havalarda kendimizi dışarıya atıyoruz fakat parkta oturmanın, parkta zaman geçirmenin değişmez, daha doğrusu, değiştirilemez kuralları var ve o kurallar hep çiğneniyor.
Bağıra bağıra konuşmak, gösteriş yapmak, çöpleri yerlere saçmak, çevreyi kirletmek şimdilerde moda. Birilerinin acayip hoşuna gidiyor.
Sorumluluk yok, incelik yok, bilinç yok, saygı zaten yok.
Olmayan şeylerin yerine konulan (doldurulan) şeyler de balona benziyor. Her an için patlama riski bulunuyor.
Yaşamın zorlu akışında, içinde boğulduğumuz teknoloji ürünlerinin dışına çıkıp, biraz ağaç görmeye, biraz yeşil renk görmeye, biraz kuş sesi duymaya, açık havada biraz dinlenmeye hepimizin gereksinimi var, hepimizin hakkı var. Doğal ve tartışılamaz bir hak.
Üzüldüğüm şey : Mutlaka düzenli, bakımlı, temiz, sessiz olması gereken ortak kullanım alanlarında ya da bu alanların çok yakınlarında, bir düzensizlik, bir laçkalık, bir itici kümeleşme, bir kaba mantık, bir curcuna hep karşımıza dikiliyor. Mağara kültürünün devamı gibi :
– Ben buradayım, her istediğimi yaparım, kimse karışamaz
diyor.
Açıkça demese bile, bunu demeye getiriyor.
Çevrenin güzelliklerini bilerek küçümseyen, kirleten, öldüren, yine o insanlar. Her mekanda (cami avlusu, mezarlık dahil) aşağılama ve hakaret içerikli cümleler kurup, yüksek sesle konuşan, dolayısıyla değerleri, eserleri inciten, bastıran, susturan yine o insanlar.
Parklardaki masalara, banklara, çeşmelere zararlar veriliyor. Çizilen, zedelenen, karalanan masalar, banklar, oraya, büyük maddi ve manevi emekler harcanarak konuldu. Misafirler, ziyaretçiler yararlansınlar diye konuldu. Karakteri bozuk, kişiliği bozuk, zihniyeti bozuk ruh hastaları egolarını, vahşi duygularını tatmin etsinler diye konulmadı. İçkiler içilsin ve giderken içki şişeleri kırılsın diye konulmadı. Çünkü, o masalar, o banklar, birilerinin şahsi malı değil. Daha açık ifade ile yazıyorum : Masalar, banklar, oraya sapık eğilimli hayvanlar için konulmadı. İnsanlar için konuldu. Değer bilen, doğayı seven ve koruyan insanlar için konuldu.
Kesinlikle bir çöp kutusuna bırakılması gereken : Kullanılmış eldiven, maske, sigara izmariti, boş içecek kutusu, sorumsuzca yere atılıyor.
Çirkin alışkanlıklara bir son verilmeli. Nezaket bilinci, görev bilinci, çevre bilinci oluşturulmalı. Vicdan, sorumluluk asla terk edilmemeli. Fakat bu nasıl sağlanacak ? Sağlanamıyor.
Zor işler. Sıkıntılı işler. Çünkü, kimse, kendi hatasını, kendi saygısızlığını kabul etmiyor.
İnsanın, doğaya, çevreye yaptığı saygısızlıkları başka hiçbir varlık yapmıyor.
Temiz insanlar, duygulu insanlar, vicdan sahibi insanlar, bundan sonra, her yerde, daha dikkatli, daha seçici olmak zorundalar. Mesafeli davranmak zorundalar.
Çünkü, ortalıkta dolaşan bazı insanlar, maalesef şeytanın çalışkan öğrencileri. Ustaca rol yapıyorlar. Dayanıklı maskeleri var. İşte o maskeler bir süre işe yarıyor.
Yanlış anlamayınız, virüs tedbirleri kapsamında kullanılan tıbbi maskeleri kastetmiyorum. Negatif kişiliği örtmeye yarayan, birilerinin, etkileme / kandırma aracı olarak kullandığı özel maskeleri kastediyorum.
Birileri, bir şeyleri elde ettiğini düşünüyor. Düşünsün. Oysa sürekli kaybediyor.
Barbarca dışa vurumların çoğaldığı bir dönemdeyiz. Motosiklet hastalığının, motosiklet sapıklığının çoğaldığı, dolayısıyla motosiklet kazalarının çoğaldığı bir dönemdeyiz.
Trafik kazaları, yarın azalmayacak, daha da çoğalacak.
Ehliyetsiz araç kullanan sürücüler var. Alkollü araç kullanan sürücüler var. Dar yollarda, otobanda gider gibi hız yapan, egoları tavan yapmış, acilen psikolojik tedavi görmesi gereken, canavar ruhlu sürücüler var. Çarptığı insana, çarptığı canlıya dönüp bakmadan uzaklaşan, duygusuz, ruhsuz, vicdansız, Allah korkusuz sürücüler var. Utanç ve mahcubiyet duymuyorlar. Özür dilemiyorlar.
Peki, biz, çocuğumuzun, feci bir trafik kazası yapmasını, ömür boyu sakat kalmasını, birini öldürmesini, birini sakat bırakmasını ister miyiz ? Hayır, istemeyiz. Çocuğumuzun motor manyağı olarak bilinmesini, öyle tanınmasını ister miyiz ? Hayır, istemeyiz. Kimse istemez.
O halde çocuğumuza motor satın alırken, çocuğumuza motor armağan ederken, 1 kez değil, 10 kez düşünelim, 20 kez düşünelim. Düşünmeliyiz. Çocuğumuz açısından, getirisi ne olabilir, götürüsü ne olabilir?
Zamana uyduk, bütçemizi zorladık, taksitle, akıllı telefon satın aldık çocuğumuzun mutluluğu için (sözde). Sonuçta, çocuğumuzun beynini, ufkunu gerçek yaşama kapattık, onun, yanlış bilgilerle, yanlış görüntülerle zehirlenmesine katkıda bulunduk.
Peki, ardından başka ne oldu ? Şu oldu : Çocuğumuzun eski heyecanı, üretkenliği, motivasyonu, iletişimi, yani genel yaşam kalitesi çok aşağılara düştü. Aldığı, verdiği, sevdiği, güvendiği şeyler neredeyse sıfır noktasına geldi. Her şeyi o telefon oldu. Telefonsuz hareket bile edemez, bir iş yapamaz, dahası, gülemez, gülümseyemez duruma geldi. Tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalandı.
Aklını, akıllı telefonlara teslim eden, uyuşuk, hazırcı ve agresif bir gençliğimiz var. İsmi : Türk Gençliği.
Bugün, bir gencin ya da bir öğrencinin telefonunu elinden alsanız, Allah muhafaza, dakikalar içinde felç olabilir. Susuz kalan saksı çiçeği gibi solabilir, kuruyabilir. Telefon ile sıkı sıkıya bütünleşmiş çünkü. Her şeyi, o telefon. Pusulası, umudu, sevgilisi o telefon. Borç – harç satın alınan o cihaz sayesinde sevindirik pozisyonlar yaşıyor.
Günümüzde telefon seviciliği popüler. Motosikletle dolaşmak, motosiklet üzerinde telefon mesajı yazmak çok popüler.
Mezarlıkta cenaze gömülürken, yanına akıllı telefonunu koymak hoş olur belki. Eline de tutuşturulabilir. Neden olmasın ? Eski Mısır ’da öyle yapılırmış. Ölenin mezarına, onun sağlığında çok sevdiği eşyalarını gömerlermiş. Demek ki, bir bildikleri vardı …
Son derece sorumsuz, sadece günü yaşayan, sadece kendi güdüleri uğruna yaşayan bazı gençleri ve bazı büyükleri kınıyorum.
Soruyorum onlara : Zavallılığınız hoşunuza mı gidiyor ? Sizin yaşam felsefeniz bu mudur ? Televizyonlardan öğrendikleriniz, geyik muhabbetleriniz …
Ezberleriniz dışında, kişisel düşünceleriniz nerede ? Yok. Eser miktarda bile yok.
Belirtmeden geçemeyeceğim. Eski Başbakanlarımızdan ve Cumhurbaşkanlarımızdan, rahmetli Süleyman Demirel ’in ilginç, düşündürücü sözleri, esprileri hafızamda. Yaşları müsait insanlar mutlaka anımsayacaklardır.
Demirel ’in (1970 ’li yıllar) bütün açıklamaları, bütün ifadeleri özgündü ve bilimsel dayanakları vardı. Bir sözünde şöyle dedi :
– Türkiye, yönetilmez, idare edilir.
İşte ben ve birçok arkadaşım, bu, idare edilir sözüne takıldık (geçmişte). Duyduğumda şaşırdım, koptum diyebilirim. Demirel haklıydı.
Türkiye Cumhuriyeti, nasıl uzun yıllar, tam anlamıyla adil, özgür, uygar bir çerçevede yönetilemeyip (maalesef), hep idare edildi ise (günün kurtarılması işlemi), Amerika, İsrail ve İngiltere ’den defalarca icazetler alındı ise : İçinde yaşadığımız Tire İlçesi de uzun yıllar, değişik siyasi nedenlerle, layıkıyla yönetilmedi,
İDARE EDİLDİ …
Benim inancım bu, konuyla ilgili görüşüm bu.
Bizi, her dönemde, itina ile idare ettiler. Yöneticilerin (idarecilerin) asıl yoğunlaştıkları, kontrol ettikleri şeyler, ne ölçüde halkımızın lehine ve aleyhine gelişmiştir, sorgulanabilir bir konudur. Enine, boyuna, uzun uzun konuşulabilir bir konudur.
Belediye hizmetleri açısından bakıldığında : Herkesin, her şeyi çok iyi bildiğini sandığı bir yerde, ya doğru – düzgün çalışma gerçekleşmiyor ya da üretilenler bakımsız, desteksiz bırakılıyor, kaderine terk ediliyor. Sonunda görüyorsunuz ki, güzel bir mekan bir süre sonra battal olmuş, çöplük olmuş.
Örneğin : Tire Alay Parkı. Cinler, bu parkımıza karargah kurdular. Korku filmi çekimi için uygun hale geldi.
Her şeye rant penceresinden, siyaset penceresinden bakıla, bakıla, bakıla, bugünlere ulaşıldı.
Hala çekişmeler, hala gruplaşmalar, hala kuyu kazmalar, dedikodular, spekülasyonlar sürüyor. Sürdürülüyor.
İdare edilmeye iyice alışmış olabiliriz diye düşünüyorum.
Yönetim nedir, pek bilmiyoruz. Yönetici kimdir, aslında nasıl olmalıdır, aslında nasıl davranmalıdır, pek bilmiyoruz.
Dostlar. Dostlar. Bu ülkede, bu koşullar altında, uykudan uyanmak yetmiyor, düşünmek yetmiyor.
Ağlamayalım. Ayağa kalkalım. Yürüyelim, konuşalım. Konuşmaması gerekenleri de en nazik yöntemlerle susturalım. Çünkü, bazı çıkarcı insan kopyalarının (ülkemiz genelini kastediyorum) hiçbir zaman konuşma hakları, toplum adına fikir yürütme hakları olamaz (bence).
Ünlü Fransız komutan ve politikacı Napolyon Bonapart şöyle diyor :
– Dünya çok acılar çekiyor. Bu tablo, kötü insanların şiddetinden değildir, iyi insanların sessizliğindendir.
Harika bir söz. Çok doğru, çok anlamlı bir söz. Sanki tam bizim için söylenmiş.
Kalıcı çözümler üretmenin zamanı, tek yumruk olmanın zamanı geldi de geçiyor bile.
İnsani değerlerin, yeteneklerin, deneyimlerin, birikimlerin önemsenmediği, her şeyin pazara döküldüğü, her şeyin apar topar satılığa çıkarıldığı, her şeyin tehdit edilmeye, mağdur edilmeye çalışıldığı bir toplumda, dünyanın en ileri, en pahalı teknolojisinin kullanılıyor olmasını, tüketim araçlarının sayılarının artıyor olmasını uygarlığın, gelişmişliğin gerçek işareti sayıyoruz. Elbette yanılıyoruz.
Bizim son durumumuz, bir zenginleşme filan değildir, utanç verici bir yoksullaşmanın başlangıcıdır.
Robotlaştırıldığımızı, sömürüldüğümüzü, böylece gerilediğimizi fark edemiyoruz. Cahilliğin, kopyacılığın, tembelliğin en dibine batmış durumdayız.
Yalnızca dibe batmadık, dibe saplandık.
Çürüme olayı kaçınılmaz. Kötünün de kötüsü bir son bizi bekliyor.
Sonumuzu çok öncelerden belirledik.
Başkaları belirlemedi. Başkaları yakamızdan tutmadı, boğazımızı sıkmadı.
SONUMUZU, KENDİMİZ BELİRLEDİK.
Thomas Aquinolu bir sözünde şöyle diyor :
– İnsanın kurtuluşa ermesi için üç şey gereklidir.
1 – Neye inanacağını bilmesi.
2 – Neye istek duyacağını bilmesi.
3 – Ne yapacağını bilmesi.
Saygılarımla
Yazar / Hüseyin Evcil
22 Eylül 2020, Tire