KAÇIŞ | Mehmet Özcan YASDIBAŞ
Kuzgun sesleri derin yeşilliğin içinde tek baskın sesti. Kaçak birkaç günün sonunda, ormanın en kuytu yerlerinde ara ara sızan güneş ışıklarının birer ok gibi toprağa saplandığı ve her birinin cetvelle çizilmiş simetrisine hayranlıkla bakarken yakaladı kendini. İçindeki korkunun yok olduğunu, bir gezintinin en tatlı molasındaydı modu. Korku yoktu evet, ama bilinci onu her an tetikte tutmak için hazırdı. Dalların arasından sızan ve toprağa dek izlediği her bir gün ışığını tatlılıkla izlemek için zorladı. Başını kaldırdığında göğü göremiyordu, ağaçların öyle güzel göründüğünü de o an fark etti. Birkaç gündür açtı, iyiden iyiye susamıştı. Şimdi, bu haldeyken ne önemi vardı ki…
Çam ağaçlarının güzelliğini bozan tek şey kuzgunların o sinir bozucu sesleriydi. Bu görüntüye yakışmayan bu sesleri hayatındaki her güzel şeye kara bir leke çalan, yaşamak istemediği ancak yaşadıklarıyla özdeşleştirdi. Elindeki tabancaya bakıp bir an her bir kuzgunu vurmak için çılgınca etrafına bakınıp durdu. Gördüğünde ilk kuzgun için ateşleyecekti elindeki silahı. Uzun hatta upuzun cam ağaçlarının gövdesi ve onların derin sonsuz gölgesinden başka bir şey yoktu 360 derece dönüp tekrar baktığı ilk noktaya kadar. “O zaman bu kadar kuzgun nerede?” diye içlendi. Huzurunu bozan tek şeye bu denli takılması zihninin kendini boş bırakmamasındandı. Kaçmalıydı çünkü.
Tabancasının şarjörünü kontrol etti. Sekiz, bir de namluda dokuz… Bu denli mermi yetmezdi ki… Sol bacağının dış tarafında derin sayılmayan ama acısını iyiden iyiye hissettiği yarayı da kontrol etti. Kanama yoktu lakin görüntüsü içini kararttı. Koyu kırmızı kan yer yer pıhtıdan dolayı kararmaya başlamış, eti ise morarmıştı. Şimdi önünde gidilecek hiçbir yer yoktu. Amanosların çamlarına kendini emanet etmişti. Kaçıp ormana daldığında o an ki kovalama korkusunun bittiğini o da anlamıştı şimdide huzuru bulduğuna inanıyordu. Ölebilirdi, burada ölene dek durabilirdi. Hiçbir şeye ihtiyaç duymadan hiç kimseyi beklemeden ve hiçbir sorumluluğu almadan öylece yaşayıp ölebilirdi burada. Kaçtığı her şey ama her şey bir anda öyle uzak şeyler olmuştu ki… bu ormanın içinde hafif yaralı ve yorgun sonsuz bir huzur ve rahatlama hissiyle gözlerinin kapanmasına mani olamıyor kendini usulü usul tatlı bir uykuya teslim ediyordu.
Gözlerini, üşüyerek ve her yerinin kaşınıyor olması nedeniyle birden açtı. Giysilerinin içinde her milim adeta acıyla karışık kaşınıyordu. Hızlıca soyunmaya başladı. Düşündüğü karıncalarsa sıkıntı değildi ya karıncalar değilse diye tedirginleşmeye ve sinirlenmeye başladı. Bir tek iç çamaşırı kalana dek soyunup üzerini elleriyle temizliyor kaşınan her yere ulaşıp bu işkenceden kurtulmaya çalışıyordu. Bu arada üşümesi de iyice artmış eline aldığı giysilerini yanındaki ağaca vurarak ya da silkeleyerek üstündeki karıncalardan temizlemeye çalışması açlık ve yorgunluğu nedeniyle gücünü toptan kaybetmesine neden oldu. Gövdesi kesilen bir çam gibi yere yığıldı bilinci açık değildi. Sanrılar görmeye, kendini olduğu yerden fersah fersah ötelerde bir öğle güneşinin ısıtmaya başladığı balkonunda görmeye başladı. Göremese de ailesinin varlığını balkonda oturduğu bambu sandalyesi üzerinde hissediyordu. Hiçbir şeyi dert etmiyor havası ile ufka dek bakıyordu. O an ufukta iki parlak cismin havada sabit durduğunu fark etti, önemsemedi. Ama dikkatini verdiğinde içinde bir kaygı oluştu. İki parlak cisim şekillenmeye ve kendine doğru yaklaşmaktaydı. ancak evin ikinci katındayken bunun nasıl olduğunun şaşkınlığıyla ayağa kalktı. Artık aradaki mesafe iyice kısalmış, parlak iki cisim devasa bir göz halini almış; gözbebeklerinin etrafının da alevden bir çemberle çevrili olduğunu görmüştü.
Balkonun tırabzanlarına tutundu ürkerek. kendine gittikçe yaklaşmakta olan bu alevden bir çemberle çevrili gözler kendini oldukça korkutmaya başlamıştı. Aklında ailesi vardı sadece bir anda beline attığı eline bir silah yerine bir kitap geldi. Kitabı hınçla alevli gözlere fırlattı ama ne çare, gözler gittikçe yaklaşıyor, büyüyor; kendini içine alacakmış gibi büyüyordu. İşte o an bir çığlık attı. Çünkü aklına küçük kızı Emel gelmişti. Onu bir daha görememe korkusunun acısı, ses tellerine öyle bir güç vermiş, sesi en uzak karanlıklara dek yayılmıştı adeta. Çığlığı o denli kuvvetliydi ki “gözler” bir yerde sabitlendi. Bu arada gözlerden uzaklaşmak için geri çekilerken sırtı sert bir cisme gelip dayandı, duvar diye düşündü. Elleriyle her yerini yokluyor taşıdığı tabancayı arıyordu. “Tem umudum, tek umudum!” sözlerini bağıra bağıra yineliyordu. “Gözler” bir yerde sabitlenmiş kendine bakıyordu. İçinden geldiği gibi çığlık çığlığa bağırıyordu. Daha fazla geri geri gidememesi umutsuzluğunu artırıyor, içinde bulunduğu anın sonlanması için bu aşamada ilk kez duaya başvurdu. Gözlerini yumdu, aklına gelen ilk sureyi okumaya başladı. Ancak o anın gerginliği ile bir türlü sureyi tamamlayamıyordu. Bu nasıl olabilirdi? Dili dönmüyor, aklı bulanıklaşıp birkaç surenin ayetlerini birbirine karıştırıyor, akıcı bir şekilde okuyamıyordu. Vazgeçip arka arkaya ” Allah! Allah! Allah!” nidalarıyla kendince yalvarmaya devam etti.
Çaresizdi artık, tabancayı bulamıyor; sırtı, dayandığı yerin acıtmasına maruz kalıyordu. “Gözler” ile arasındaki mesafe neredeyse bir metreye dek düşmüştü. Yeniden çığlık attı. Başını sertçe sırtını verdiği yere çarptığını hissetti. Gözleri karardı yeniden. Bir hayalet gibi karşında duran “gözler” den yayılan ışık gücünü yitirmeye başlamış gittikçe ufalarak bir nokta halini aldı. Elleriyle yüzünü ovalayıp derin bir nefes aldı. İnanamadı. Etrafı, zifiri karanlık ve kendini büyük korkulara iten “gözler”den eser yoktu. Bir de üstüne üstlük bir yere dayandığı da yoktu. Nemli toprağın üzerinde boylu boyunca yattığını, tüm olanların bir karabasan olduğunu anladığında içi rahatladı. Ama ya “gözler” ne kadar sahici ne kadar da korkutucuydu. Ağzı kurumuş, boğazı da oldukça sızlıyordu. Bir gerçek var ki oda bağırıp boğazını baya zorladığıydı.
Üşümesi onu kendine getirmişti. Giysilerini yeniden ne olur ne olmaz diyerek bir daha çırpıp giyindi. Tabancası yeni başındaydı. Bacağını yokladı. Olduğu yerde kalamazdı. Kararan havadan yararlanıp ilerlemeye devam etmek için kendini zorladı. Bacağından eskisi gibi bir acı gelmiyor adım attıkça hızlanmaya başlıyordu. Bir elinde tabancası seçebildiği kadar da sol eliyle ağaçlara tutunarak ilerlemeye başladı. İçinde korku adına bir his yoktu. Umutlanmış kaçışını tamamlayacağına inancı artmıştı. Peşindekilerin bu saate dek kendini bulamamış olması bu umudun en büyük kaynağıydı. Hele de karanlık iyice bastırırken gece berrak ay da hafiften bir aydınlık veriyorken ormanın içinde burnunun dikine hızla yürüyordu.
Belki ardı ardına birkaç saati geride bırakmıştı. Ne denli umutlu olsa da yorgunluk, bu umudun verdiği dayanma gücünden baskın çıkmaya başlamış; kendini daha fazla taşıyamayacak olan bacaklarına “dur!” komutunu vermişti bile. Daha ne kadar yürüyebilecekti? Soluklanmak için bir ağaca yaslanarak oturdu. Elindeki tabancanın kabzasını sıkmaktan parmakları uyuşmuştu. Tabancayı sol eline aldığında sağ elinin parmakları bir süre açılmadan kavisli kalakaldı. Gözleri de artık açık kalacak takati bulamıyor kendini uykuya teslim ediyordu. O an uyumayı sırf az önce gördüğü karabasana denk gelme korkusuyla biraz öteledi. Görebildiği – ama karanlıkta ne kadar görebilecekse- her yeri taradı, en ufak bir hareket yoktu. Ancak her türlü böcek sesi ve minik hışırtı sesleri ara ara dikkatini dağıtsa da beklediği “gözler” henüz ortalıkta yoktu.
– Emel, Emel, Emel kızım!
– Efendim baba, hadi kitabını getir de yeni bir masal okuyalım.
– Baba…
– Efendim kızım.
– Benim kitabım yok ki…
– Olur mu, odandadır iyi bak!
– Burada mı?
Küçük kız, odasının kapısını açarken gördüğü şeyle dehşete kapıldı. Kapı aralandıkça “gözler”in şekli belirginleşmeye başlamış ilk gördüğünden daha da alevli bir çemberle çevrelenmiş olarak büyüyerek kendine doğru yaklaşıyordu. Kapı adeta küçücük bir nokta halini alırken “gözler” on misli bir boyuta ulaşarak devleşiyordu. Korkusunun tek kaynağı Emel’di yine. Bu defa sesi çıkmadı içinden “Emel’den uzak dur, beni al” inlemeleri yalvarışa döndü. Ağlamak yalvarışına devam ederken gözler yine kendine bir metre kadar mesafede durmuş, etrafındaki alevli çember sönmeye bir süre sonra da cılız bir ışık saçarak boşlukta asılı kalmıştı. “Gözler” o korkunç halinden eser kalmamış iyice küçülerek bir nokta halini almış olması içindeki rahatlama hissinin etkisiyle kendini iyice ağlamaya bıraktı. İnce, tiz bir ses:
– Ahmet, Ahmet… diye yankılanıyordu kulağında sesi tanıdı. Eşi, Sevil’e aitti. Ancak bu tizlik kendini bir an korkuya kapılmasına neden oldu. “Ya buldularsa!” bu sözü yeniden ağlamaklı yeniledi. “onları bulmuş olamazlar! Ya eğer buldularsa?! İşte o zaman her şey biter. Onlar için her şeyi yaparım. Her şeyi…”
Gözleri usul usul aralandı. Etrafını seçmeye başladı. Hala ağlıyor oluşuna aldırmadan etrafına bakındı. Gün yavaş yavaş aydınlanıyordu. Sabahın en erken vakti. Ormanda sabahlamıştı. Yaşadığı her şey yine bir karabasandı. Ve içini yeniden bir umutla doldurmak için bu aydınlık hal bir bahane olmaya başladı. “Hayır, onları bulamazlar. Bulsalardı beni peşimden gelmezlerdi.” İçi ferahlamaya başladı. “Belki onlar da geceyi benim gibi ormanda geçirdiler. Onlar da benim gibi kayboldular. Hala bir ses yok. Takip edecek yetenek de yok onlarda.” Ayağa kalkarken tüm bedeninin sızladığını, her yerinin tutulduğunu çektiği acıyla fark etse de yapacak tek bir şey vardı: kaçmak. Kendince bir yön tayini etmeye çalıştı. Güneş ışıklarının yoğun olarak geldiği yönü belirleyip hangi tarafa gideceğinin kararını vermeliydi. Ormanın çok da içinde değilse ve tahmini doğruysa güneye yollanabilirse mutlaka bir yerleşim yerine, en kötü bir yayla yerine varabilir; su bulabilir ve şansı da varsa karnına birkaç lokma indirebilecek bir şeyler bulabilirim, diyerek yola koyuldu.
Isınan havayla öğleye doğru bir vakit olduğunu düşünen Ahmet, sonunda tahminin tuttuğuna sevindi. Sekiz-on evlik bir yayla yeri gördü. Evler ahşap, viran halde karşısında duruyordu. Su isteği, her şeyden baskın geldiğinden can havliyle evlere doğru tüm gücünü kullanarak -koşma-yürüme arası -hızlı ve seri hareketlerle kendine en yakın olarak belirlediği eve doğru ilerledi. Etrafta kimseler yoktu bunu hiç düşünecek hali de yoktu.
Bir güç, bir el hatta daha güçlü bir şey: kamyon gibi… kendine çarpıp savurdu. Sağ omzundan öyle bir acı hissetti ki ne olduğunu kavrayamadan şuuru bulandı. Yere kapaklanan ve birkaç tur yuvarlanan Ahmet sırtı üstü kalakaldı. Gördüğü masmavi, berrak bir tek bulut parçası olmayan sonsuz gök oldu. Toparlanmaya gücü yoktu. Her şey bitti, dedi içinden. Yeltenemedi bile doğrulmak için. Etrafında olan bitenden de habersizdi. İzlediği sonsuz mavilik dün geceden beri yaşadığı tüm karabasanların yıkıcı etkisini silip süpürmüş, kendine öyle güzel bir haz vermeye başlamıştı ki.
Emel’i düşündü, küçük yavrusu, hayatının en masum yanını, sonsuza dek beraber olmayı dilediği tek varlık olan evladı Emel… karısı; yeşil gözlü ceylanı, ilk ve tek aşkı, kendisiyle her şeye göğüs geren, kendi boş hayatına en büyük anlamı katan, kumral saçlarının kokusuyla kaç geçer huzurla uykuya daldığı Sevil’i… Yutkundu, sarıldığı, öptüğü, kokladığı anları hayal etti. Doyamadım hala, diye geçirdi içinden. Bitti her şey gibi bu güzellikler de son oldu. İçinde tek bir dua vardı: bulamamış olsunlar onları Allah’ım!
Milim hareket edecek hali yoktu. Sağ omzundan yayılan kan önce bedenini ardından toprağı kana bulamaya başlamıştı. Vurulduğunu anladı. Pusuya düştüm. Demek benden önce…
– Ahmet, Ahmet, Kılıç Ahmet!! Etrafındakilerin en uzun boylu, koyu, gür sakallı olanı Ahmet’in başına doğru eğilerek yineliyordu adını. Kocaman pilot gözlüklerinin altında sararmış dişleri gördü Ahmet, kendine canavarca bakan ve kocaman açılmış sırıtan ağzı gördüğünde kaçışın son devresinde ölümle kucaklaşma anının geldiğini kabullendi. Alay edercesine kendi de pis bir sırıtmayla gözlerini Tetik Süleyman’a dikti. Süleyman, gözlüklerini çıkarırken Ahmet tüm gece gördüğü karabasanın ne olduğunu anladı. Kıpkırmızı uykusuz ve damarları çatlamış uyuşturucunun da etkisiyle alev gibi gözlerle karşı karşıya geldi. Aralarındaki mesafe bile birebirdi karabasanıyla. Bu sefer samimi bir gülümseme yayıldı yüzüne bir tek kendinin bildiği. Kapkara orman içinde gece boyu kendini takip eden gözlerle son kez karşı karşıya kaldığını da bilemeyecekti Ahmet.
– Paralar nerede Ahmet? Süleyman’ın soğuk ve boğuk sesine karşılık tümden kendini ölümün kollarına bırakan Ahmet’in vereceği bir cevap olsa da asla bu bir ses tınısı olarak çıkmayacaktı. Hırıltılı bir iki ses dalgası yayıldı aynı yüzündeki manasız gülümseme gibi.
– Paralar… Ahmet paralar nerde? Bu sorulara verilecek cevap asla ses olarak duyulmayacaktı. Bu kaçışın asla mutlu bir sonu olmayacağı gibi. Süleyman’ın ısrarlı sorularının bir sonu olacaktı elbet. Süleyman elindeki silahı Ahmet’in şakağına dayayarak yinelese de sorusunu; sorusuna cevap alma umudu bir mermiyle son buldu. Barut kokusu ciğerine dek işledi Süleyman’ın ve de birazda yandı gözleri.
…
Ellerini sıkı sıkıya tuttuğu annesinin yüzüne bakan Emel, annesinin gözlerini ileriye doğru çatık kaşlarıyla baktığını görünce soracaklarından vazgeçti. Havalimanından çıkarken anlamını bilmediği ama okumaya çalıştığı yazıları, çevresinde konuşanların ne dediklerini çıkaramamanın sıkıntısıyla annesiyle yürümeye devam etti.
MEHMET ÖZCAN Y.
ADANA