Günün Hikayesi | Her Hamlen bir Kürek Harç | Suzan Kuyumcu
Ergün, kapının önüne geldiğinde nefes nefeseydi. Elleri titriyordu. Kapıyı açıp açmamakta kararsız kaldı. Arkasından gelen sese dönüp baktı. Kat hemşiresi idi. “Girebilirsiniz. Banu Hanım uyanık. Biraz önce serumunu değiştirdim” dedi. Genç adam, kapıyı tıklatıp, açtı. Karısının gözleri kapalıydı. Sessizce yanına yaklaştı. Saniye anneden boşalan sandalyeye sessizce ilişti. Banu’nun yüzü berrak bir ay gibi Işıl ışıldı. O kadar masumdu ki, korunması gereken ufacık bir çocuktu sanki. Yüzüne dokunmak için elini ona doğru uzattı, yapamadı. İçini büyük bir korku sarmıştı. Kollarını dizlerinin üzerine koydu. O kadar yakındı ki ona. Nefesini yüzünde hissedebiliyordu. O durumda uzun süre kalamadı. Kafası ona yük gibiydi. Başını elleri arasına aldı. Umutsuzluk, yeniden bütün hücrelerini ele geçirmiş gibiydi. Kendisine neler oluyordu böyle? Otuz beş yıllık hayatında bir gün olsun yaşamadığı korkular içindeydi. ‘Yalvarırım beni tek etme… Sensiz kaybolurum ben. Yok olurum. Şu an, bir kolum, bir bacağım yok gibi zaten. Beni affet, demiyorum. Diyemem. Hakkım yok buna. Lütfen sevgilim! Lütfen, duy beni! Hisset… ‘
Yaşlar, sakallı yanaklarına doğru yuvarlanıyordu. Saçları gibi sakallarının uzamış olduğu ayrımına vardı. Nicedir, aynaya bakmıyordu genç adam. İlk günler doktordan çekinmişti. Karısı hastayken, bakımlı bir herif olmak ters gelebilirdi insanlara. Sakallarının arasından süzülen yaşları hissetmiş olması, bunları düşündürmüştü Ergün’e. Kendini, alaylı bir ifadeyle küçümsedi. Odaya biri girer, yaşları görür düşüncesiyle başını kaldırdı. Elini yüzüne götürecekti ki, koluna dokunan temasla bulunduğu konumda kaskatı kaldı.
“Gelen sen miydin?” dedi Banu. “Annem geldi zannettim”
Sesi, son derece yavaş ve yumuşaktı. Ergün, koluna dokunan eli avuçları içine hapsetmek için dayanılmaz bir istek duydu. Yağmurda yıkanan yemyeşil ağaçların ışıltısı içinde kayboluyor gibiydi. Başının döndüğünü hissetti. Gözleri kararıyordu. Yıllardır aynı evi, aynı havayı soluyan iki kişi değillerdi sanki.
“Ergün!” dedi Banu. “İyi misin sen?”
İyi değildi. Hatta fevkalade kötüydü. Ya içindeki canavarın kuklası olacaktı ya da tımarhaneyi boylayacaktı.
“İki seçeneğim var Banu, iki seçenek…” dedi. Kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Ve ben ikisine de o kadar yabancıyım ki… Korkuyorum, Banu… Çok korkuyorum!”
Karısı uzanıp, ellerini ellerinin arasına aldı.
“Sen çok güçlüsün!” dedi. “Seçeneklerin nedir, bilmiyorum. Umursamıyorum da… Çünkü neyi seçmiş olursan ol, başaracağından eminim ben!”
Ergün, yerinden yavaşça doğruldu. Onu incitmekten korkarak yavaşça yatağa yanına uzandı. Başını karısının saçları arasına gömdü. Huzuru, hoşgörüyü, sevgiyi içine çekerken, güvenli bir limana sığınmış gibiydi.
Yorgundu. Ardı arkası kesilmeyen dalaşmalardan bıkkınlık gelmişti artık. Karısının gözlerine ürkerek bakıyordu. Bağışlanmayı bekleyen, suç işlemiş bir çocuk gibi… Ana kucağı kadar güvendeydi şimdi. Karısının göz kapakları git gide ağırlaştı. Koluna takılı olan seruma baktı. Damarlarına damla damla iniyordu. Her damlasını kutsal bir şifa niyetine gözlemledi. Onu hayata bağlayacak yaşam iksiriydi belki de… Öyle olmasını diledi. Olmalıydı. Doktoru “Maalesef!” demişti ama “Allah’tan umut kesilmez” diyen de oydu. Aralık bir kapı hala vardı. ‘İyileşeceksin canım!’ dedi içinden. ‘İyileşeceksin sevgilim… Lütfen direnmekten vazgeçme! Bizden vazgeçme Banu, lütfen!’
Gözlerinin ne zaman kapandığını anlamadı. Üzerindeki tonlarca yükten kurtulmuş gibiydi. Avcunun içindeki narin eli dudaklarına götürdü. Sonrası yoktu. Huzurlu uykunun kolları arasındaydı.
***
Çaresizce başını sallıyordu çapsız. Yanına bir dilenci yaklaştı.
“Allah versin, amca! Allah versin.” Dedi. Yaşlı adamın konuşmasına fırsat vermedi. “Kendi derdim kendime yetiyor zaten! Nasıl bir çıkmazın içindeyim, haberin var mı senin? Hah! -Bir ekmek parası, bir yemek parası- Senin, bütün derdin bu değil mi? Bir de bana sor be adam! Bir de bana sor… Sen benden istiyorsun, ben sonsuzluktan… Sence, şans hangimizden yana“
Çapsız, dilenciyle kavgasını sürdürürken, onun varlığını tamamen unutmuştu. Koluna dokunan sert bir cismin varlığıyla yerinden sıçradı. Dilenci, bastonuyla dürtmüştü onu. Ani bir refleksle kolunu çekerken, küfür etti. Dilencinin gitmeyip, yanında oturmuş olduğunu, o an fark etti.
“Sen hala burada mısın?” dedi sesini yükselterek. “Bu kapıdan ekmek çıkmaz sana! Git kendine arınmış bir liman bul… Haydi! Haydi!”
Yaşlı adam, onu sükûnetle dinledi. Bakışları önündeydi. Bir süre sessizce oturdular. Nice sonra bakışlarını karşısındaki bir noktaya dikti. Mikrofonik ses tonuyla konuşmaya başladı.
-Gerçek nedir, ne değildir bilinmez. Yuvasında rengi farklı, şekli farklı, çizdiği yol farklı. Sırat köprüsünde kalakaldı gönlün. Geçmeli mi, kalmalı mı, şaşakaldı şaşkın. Yıllar sonra gerçeğin doruğuna vardığında, ‘iyi ki’ ya da ‘keşkeler’ olacak satır aralarında. Saatler tik tak sesleriyle haber verdiğinde bir bilinenin hazzıyla, sükûn bulacak yüreğin. Tam bu nokta, düşlerde gerçeğe geçişidir yazgının. Sırtında kambur oluverir zaman iç çocuk, yargıcın… Durur, susarsın, biraz da şaşkın… Geçen yıllar, en güzel aynasıdır insanın. Kaybettiklerin ‘artılardaysa’ gülümse; kazançtan saydıkların, belki şu an ‘ekside’-
Çapsız, kaşlarını kaldırmış, şaşkın gözlerle bakıyordu ona. Adamın bakışları bir boşlukta yol alıyor gibiydi. Birileri için değil de, kendi kendine söyleniyordu, dilenci. Yanındaki yaşlı adamın sesi, kendini içine çekerek, yankı yaparak derin bir kuyudan yükseliyordu sanki.
-Zaman su gibi gelip geçerken pembe hayaller peşinde. Gerçeklerden uzak düşler sürüklerken seni âleme. Nefsin acı şarabıdır vazgeçilmez. Öylesine sarılır ki insan ve… Sen, sen olmaktan uzak; İraden diri, zihin açık… Dudaklarından öper tebessüm. Esaretin ne kadar sürer, bilinmez. Nefsin mutlu, sen taşkın… Zafer kazanmış edasıyla dolaşır soluğun. Karabulutlar alabora, kıvılcımlarla yanar yüreğin. İç sancılı, yatak diken… Dudaklarını kanatır hüzün. Nasıl da terk ediverir seni, dost bildiklerin. Bir virüs gibi, kıskıvrak sarar benliğini, iç çocuk suskun, küskün… Zamanın en mükemmelindeyim sanırken, yarınlara amele olduğunu bilemezsin. Temele çalışan bir çırak… Her hamlen bir kürek harç… Büyürsün. Büyümek acı. Us, ne yaman çelişkisin sen! Bugünü sorgularken dünü taban alan, yarınlarda, bugünü sorgulayacak olan…-
Yaşlı adam, sopasından güç alarak, zorla doğruldu. Ağır ağır giderken, kendi kendine söylenmeye devam ediyordu. Ergün, boş gözlerle onu takip etti. Ne olduğunu, neden olduğunu, anlamamıştı. Gözlerini sımsıkı yumdu. Bedeni bağlarından kurtulmuş gibi boşlukta titriyordu sanki. Kimdi bu adam? Kendisini, kendinden başkası bilmiyordu ki? Bir de, yaşamı kendine dar eden, şu susmak bilmeyen Allah’ın belası içindeki muhalefet ses… Yanındaki adam… ‘Eksiler, artılar’ demişti. Doğrular, yanlışlar demek istiyordu belli ki. Doğrular, yanlışlar… Yoksa! Yoksa bu bir kâbus muydu? Gözlerini açmaktan korktu. İçindeki sese kulak verdi. Yok, o susmuştu. Neden susmuştu? Şimdi sırası mıydı? Korkusu daha da büyüdü. “Deliriyor muyum, yoksa?” dedi kendi kendine. “ Yoksa… Yoksa bu o mu? İçimdeki ses… Hayır! Hayır, bu olamaz! Doğaya aykırı… Ete kemiğe bürünemez o… Allah’ın belası! Bana görünmeye mi karar verdin? Her yer sarsılmaya başlamıştı. Elini yüzünde hissetti. “Defol, defol, defol…”
Kan ter içinde çırpınarak uyandı. Karısının sarsılan bedeniyle karşı karşıyaydı. Ne olduğunu, nerede olduğunu kavrayamadı, önce. Ruhu, temeli çürük bir yapının enkaza dönüşen hali gibiydi. Gördüğü manzara karşısında o an var olan her şey hafızasından sildi. Banu’nun cansız eli yüzündeydi. Kendisiyle beraber yatak da sarsılıyordu. Birden doğrulup oturdu. Kaskatı kesildi. Ona seslenmek istedi. Sesinin çıkmadığını fark etti. Karısı cereyana kapılmış gibi, bütün bedeni sarsılıyordu. Banu ölüyordu… Ölüyordu karısı…
Kapıyı açıp, dışarı fırladı.
“Ölüyor, ölüyor, ölüyor, ölüyor”
Feryatları, dingin ortamı paramparça etti. Odaların kapıları açılıyor, meraklı bakışlar kapılardan dışarı süzülüyordu.
“Ayyy, yavrum! Çok da gençti…”
“Annesi nerede? Nereye gittiler? Haber vermek gerek…”
“Vah, Vah vahhh! Çok üzüldüm!”
Kapalı olan kapılardan biri hızla açıldı. Bitişik yan odadaki, başka hastanın yakınıydı. Hışımla kalabalığa yaklaştı. İri cüsseli kadını görenler, kenara çekilmek zorunda kaldı. Kadın, gözlerini Ergün’e dikerek, onu bir süre seyretti. Kaşlarını çattı.
“Kız hasta gelin kötürüm, gelin dostlar bize buyurun! “ dedi erkeksi baskın ses tonuyla. “Şu lanet olası katta, huzurlu bir tek gün olma mı? Biraz huzur, biraz sessizlik… Başka hastalar da var burada!”
Bütün başlar ona çevrilmişti. İki kişi koluna girerek, onu oradan uzaklaştırdı.
“Allah gani gani rahmet eylesin! Pek de güzeldi kızcağız…” dedi kalabalığın içinden bir ses.
Birkaç kişi dizleri üzerine çökmüş olan, genç adamın yanına çömeldi.
“Haydi kardeşim, haydi kalk… Metanetli olmak zorundasın!”
Hemşire, koşar adımlarla yanlarına geldi. Odaya girerken diğer hemşireye talimat verdi.
“Kocasını uzaklaştırın buradan, gerekirse bir sakinleştirici vurun! Haydi! Haydi…“
Hemşirenin arkasından doktor da telaşla odaya girdi.
O an, başka bir feryat daha yükseldi koridordan.
“Yavrummm! Kuzumm… Kınalı kuzum!”
Saniye Hanım, dizlerini döve döve kalabalığa doğru geliyordu. İkisi de perişandı. Yaşlı adam, karısını tutmaya çalışırken, gözyaşlarına boğulmuştu.
“Gitti yavrum, gitti benim yaşam kaynağım”
Karı kocanın durumu oradakilere, yere çökmüş olan Ergün’ü unutturmuştu. Yaşlı kadın, koridoru inleten çığlıklarıyla yaklaştı. Kalabalığa yetiştikten nice sonra, yerde tir tir titreyen, sesi kısık adama baktı. Genç adam çevresindekileri fark edemeyecek durumdaydı. Zor duyulan sesle, sürekli aynı kelimeyi tekrar ediyordu.
“Ölüyor, ölüyor…”
Saniye anne, yerdeki adamın damadı olduğuna inanamadı. Şaşkın gözleri öfkeyle büyüdü.
“Senin burada ne işin var?” diye tısladı. Sonra, bir panter gibi üzerine atladı. “Sen, sen ne arıyorsun burada? Ne yaptın kızıma? Söyle adi herif! Ne yaptın ona? Sen bir katilsin! Öldürdün yavrumu! Allah belanı versin senin! Adi adam! Katil! Sen bir katilsin!”
Onu yakasından tutup, hızla itti. Üzerine çullandı. Sağlı sollu tokatlamaya başladı. Ergün, suratına gelen her tokadı gülümseyerek karşılıyordu.
“Vur, vur, vur. Haydi daha hızlı, daha hızlı…”