Kendi Çocuklarını Yiyen, bu Ülke Özlenir Mi? | Adil Okay
Mültecilik temalı yazıma 15 yıl önce yazdığım “Sürgün Araf ya da Öteki” adlı makalemden bir alıntı ile başlayayım:“Siz hiç bilmediğiniz ülkelere – kentlere doğru yolculuğa, cebinizde para olmadan çıktınız mı? Ve pasaportsuz, kimliksiz. Ricat yollarında kuşatmaları yarıp geçtiniz mi? Vardığınız ülkelerde dilleri dilinize, gülüşleri gülüşünüze benzemeyen insanlar arasında öteki olduğunuzu hissetiniz mi? Yeniden yeniden ve sıfırdan başlayarak kurmak zorunda kaldınız mı hayatınızı? Mesleğinizin, kahramanlığınızın para etmediği dünyalarda çırılçıplak hissettiniz mi kendinizi? Günün birinde rüyalarınızın değil, karabasanlarınızın gerçek olduğunu dehşetle fark ettiniz mi? Anadilinizde gülmenin, sevişmenin, ağlamanın hemen hemen olanaksız olduğu bir ülkede yaşamak zorunda kaldınız mı? “
İşte bu sorulara yanıt arayan bu yazı, hayatının 20 yılını mülteci olarak yaşamış bir yazar tarafından, yani konunun öznelerinden biri tarafından kaleme alınmıştır. Bu zorunlu açıklamadan sonra sosyolojik analizler yapmak, istatistik veriler sunmak yerine kendi deneyimlerimi aktarmaya çalışacağım.
Mültecilik / sürgün: Yani her daim ölüme komşuluk hali
Arjantinli yazar JulioCortazar’a göre bu: “Bir yaşam biçiminden, havanın kokusundan, göğün renginden, alıştığı evlerden, köpeğinden, arkadaşlarıyla buluştuğu kahvehanelerden, gazete, müzik ve kent içi gezilerden… koparılmış olmayı.”
Evet, ama yetmiyor bu açıklamalar. Zira her sürgünün (mültecinin-göçmenin –sığınmacının) kendi gerçeği var, kendi uçurumları. Ortak yanları “özlem“ ve “küs“ olma halidir ve tabi “ölüme komşuluk”. Bir araya geldiklerinde acılarını ti’ye alsalar da, onlar artık öte yan ile bu yan arasında “araf”ta kalmış iflah olmaz yolculardır.
Ben 1983 yılında Fransa’ya iltica etmeden önce ilk sürgünümü Lübnan Filistin kamplarında yaşadım. Savaşın acımasızlığını anlatmama gerek yok. Mesela 1981 yılında Lübnan Filistin kamplarında, yani savaşta iken, yani mülteci iken, en çok 2-4 ile 4-6 nöbetlerinden nefret ettim. Ve masaya, çarşafa, yastık kılıfına, temiz bir banyoya ve aşka özlem duydum. Bu kadar açık ve net. Aşkla masayı yan yana koyacak kadar acımasız gerçeklerimizdi bunlar. Koşullara tevekkülle katlanmak başka, duygular, özlemler yani insani güdüler başkaydı. Romantik sürgün veya savaş filmlerine benzemiyordu hayatımız. Ama hiçbirimiz o sırada dile getirmezdik bu özlemlerimizi. Devrimci ahlak adına. Oysa sürgün hayatımızın en mahrum zamanıydı savaş. Bu gün bile hâlâ en küçük bir pişmanlık duygusu taşımıyorum. Ama -aradan çeyrek asır geçmesine rağmen- çok da estetize edemiyorum o hoyrat yaşanmışlıkları.
Modern Batı kültürü büyük ölçüde mültecilerin ürünüdür
Sürgünler anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardır, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelir ki, nereye giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını, bundan sonra evsiz, vatansız, istenmeyen bir konuk gibi yaşamaya mahkûm olduklarını anlarlar. Yani dönüşün olmadığını. Fiziki olarak dönseler bile,kaçırdıkları zaman dilimini telafi edemeyeceklerini bilmekonlarda travmatik bir ruh hali yaratır.Diğer yandan eğer sürgün içine kapanmaz, şizofreninin ya da pişmanlığın tehlikeli mecralarına kaymazsa var olan birikimi yerinde durmaz, er geç yeniden uyanır ve akmaya başlar. Peki o bilgi hazinesi nereye akar sizce. Edward Said de kafa yormuş bu konuya cevabı da şöyle vermiş :“Gerçek sürgün bir nihai kayıp durumuysa, bu kayıp neden bu denli kolayca modern kültürün güçlü, hatta zenginleştirici bir motifi haline gelmiştir? Bunun nedenlerinden biri, modern dönemin kendisini, manevi anlamda öksüz ve yabancılaşmış bir dönem olarak, endişe ve yalnız kalabalıklar çağı olarak düşünmeye alışmış olmamızdır. (…) Modern Batı kültürü büyük ölçüde sürgünlerin, göçmenlerin, mültecilerin ürünüdür. Hatta eleştirmen George Steiner, bütün bir yirminci yüzyıl Batı edebiyatının, -başta Beckett, Nabokovolmak üzere- sürgünler tarafından ve sürgünler üzerine üretilen ‘ülkeler-ötesi’ bir edebiyat olduğunu ve mülteci çağını simgelediğini ileri sürmüştü.”
Ben ek yapayım Said’e. Kısa bir süre önce tahliye olup mültecilikle yeni tanışan mektup arkadaşım ressam Zehra Doğan, şimdi Avrupa’nın bütün ülkelerinde sergiler açıyor. Pasifik’te Manus Adası’nda bir gözaltı merkezinde 6 yıl zorla tutulan BehrouzBoochani isimli İranlı Kürt mülteci de, cep telefonuyla yazdığı kitabıyla Avustralya’nın en prestijli ödüllerinden Victoria Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Yine yeni sürgünlerden biri de ölüm orucu gazisi Ganime Gülmez, sürekli yazıyor ve çeviriler yapıyor. Bir mektubunda şunları söylüyor: “Ben ikinci, sen kaçıncı sürgünündesin Adil. Sürgünü bilenin ayakları da – yüreği de – ruhu da; bir daha yerlere basmaz, hep uçar – uçmak ister sanırım. Konmak hep tuhaftır. Anlaşılmasını beklemekse, faydasız bir sitem yolculuğu… Dramatize – travmatize edildiği gibi de değil bizim gibiler için; iyi yanları da var böyle olmasının, üretmek için inanılmaz bir çokluk, üretilebilirse. Keşke herkes öyle olabilse, dünya ne güzel olur…”
Sürgünde üretmeye devam edenlerin isimleri onlarca sayfaya sığmaz. Ancak tutunamayıp, şizofreninin amansız kollarına düşen ya da savrulan mültecilerin de sayısı az değildir.
Velhasıl sürgünler yaban ellere ayak bastıkları andan itibaren o aradıkları dostlukların tarih olduğunu ve ömürlerinin aramakla geçeceğini anlarlar. Sürgünde daha çok dayanışma amacıyla kurulan kırılgan arkadaşlıklar, aranılan dostların, dostlukların yerini tutmayacaktır. Zira Araf’ta seçme lüksü yoktur. Bir yanları eksik yaşamaya mahkûm olur sürgünler. Elde edilen başarılar, hayatların yeniden kurulması, sığınılan ülkede alınan diplomalar ya da kazanılan paralar bu açığı kapatamayacaktır. Tenleri, tinleri, evleriyle birlikte yanmıştır onların. Yeni kurulan evler de, hep geçici olacaktır. Geçicilik duygusu, gitme özlemiyle atbaşı olacaktır. Yıllarca gitme fiilini çekip gidememe sancısı yaşayacaklar, ola ki günün birinde gitseler de, aradıklarını bulamayacaklardır. Arkada bıraktıkları evler enkaza dönmüş, dostlar ölmüş, yaşlanmış ve değişmiştir. Özlemini duydukları kentlerde “ak düşmemiştir saçlarına”.
“O kumlar biraz Rojava, Lâskîye, Mısır. Biraz Roboski, biraz Reyhanlı”
İŞID’e esir düşüp köle pazarlarında satılan Ezidi, Kürt, Arap kadınların yanı sıra, ‘Denizde boğulup ölen, cesetleri ülkemize vuran mülteciler trajedisi, 21. Yüzyıla kara damgasını vurdu diye düşünüyorum.Akdeniz Aşkdeniz olmaktan çıkmış, Kandenize dönüşmüş, binlerce mülteciyi, çocuğu, kadını, erkeği yutmuştur.
Rojava sınırından Türkiye’ye geçmek isteyen SaadaDarwich adlı bir kadının çocuklarının yanında öldürülmesi, Ali Özdemir adlı 14 yaşındaki bir çocuğun da açılan ateş sonucu iki gözünü kaybetmesi gibi olayların da ardı arkası gelmiyor.
Onyıllardır devam eden bu trajediler karşısında ne kadar çok yazdık, çizdik, film çevirdik. Geçen yıl dört sanatçı olarak bu konuda duyarlılık yaratmak amacıyla “Göç ya da Araf” adlı sergi açtık. Buna rağmen bu trajediler hâlâ devam ediyor. Bu olaylar, bizler gibi sevinçleri- umutları olan insanların göç yollarında ölmeleri-öldürülmeleri çabuk unutuluyor. Şu sorular sorulmuyor: Bu insanlar neden bu denli çaresizdir? Hangi sistemden, hangi savaştan kaçarlar? İşte bu sorular o insanların cesetleriyle birlikte karamıza vuruyor. Üstelik “İnsan hakları, sivil toplumculuk, çok kültürcülük” ve benzeri terimler moda bu günlerde. Savaş, işgal, talan, siyasi zor ya da açlık nedenleriyle yerinden yurdundan edilen Kürt’e, Türk’e, Arap’a, Ezidi’ye, Kongo’luya, Afgan’a yani mültecilere düşman olanlar da kullanmaya başladı bu terimleri. ‘İnsan haklarına da biz karar veririz, saltanatımız için istersek kullanırız’ diyen tiranlar çoğaldı.
Nuray Çevirmen’in ağır betimlemesiyle:“Göz kapaklarımın altında sanki bir avuç kum. Kapatsam alev alev. O kumlar biraz Rojava, Lâskîye, Mısır. Biraz Roboski, biraz Reyhanlı. Kumların birazı çocuklarını arayan anneler. Birazı Azrail’ini evinde bulan kadınlar ve oyun oynarken ölüme yakalanan çocuklardır.”
Ama elbette Mülteci Trajedisi konusunda duyarlı insanlar da az değil. Mesela bir Fransız Profesör, P. A.Mannoni, 3 Eritreli mülteciyi arabasına aldığı, gitmek istediklere yere bıraktığı için uzun süredir yargılanmakta olduğu davadan beraat etmiş. Mannoni, Mahkemede “pişman değilim, para almadım, yolda, darda kalan, aç insanlara yardım ettim, bu gün olsa yine yapardım” diye savunma yapmış.
Mahkemeye onu desteklemeye gelenlerin hazırladığı afişin üzerindeki sloganı tercüme edeyim son söz olsun:
“Sınırlar, toprağın yara izleridir”.
*Tükenmez Dergisi