Yirmi Beşinci Saat Korona Günlüğü
|Yazar-Şair Adil Okay ile Söyleşi / Nebih Nafile
“Çocuksunuz ve dışarı çıkmama cezası alıyorsunuz. Ah özgürlük diyorsunuz.”Adil Okay’ın “Az Çalışmalı Aşka Zaman Ayırmalı” adlı yıllar önce yayınlanan kitabının ilk paragrafı. Bu cezayı bu yıl Korona virüs nedeniyle sadece çocuklar değil, tüm insanlar aldı. Biz göremezsek de bir bahar yaşandı dışarıda. Çiçekler renk renk açtı bahçelerde. Doğa yeniden bir başlangıç halinde iken belki de yeni dünya düzenine alıştırılıyoruz. Zamanın akışıyla ne çok şey değişiyor. Düşüncelerimiz, düşlerimiz… Telaşlı telaşlı koşturmalarımız devam ederken korona virüs dünyadaki tüm insanları bir anda, belki de asıl olması gereken sevdikleriyle zamanı paylaşmasını sağladı. Edebiyat, sanat, ekonomi aklınıza gelen her şey etkilendi, hayat durdu. Teknoloji ile dünyanın en ücra köşesine ulaşabiliyorsunuz. Coşkun yürek, üretken kalem, susmayan bir aydın yazar-şair Adil Okay yanı başımızda… Korona virüs pandemi günleri boyunca kimi zaman şiir, kimi zaman günlükleri yazdı, paylaştı. Hemşerimiz Adil Okay Ağabeyimle biraz daha sohbet edelim mi?
Nebih Nafile: Sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla coşkun yüreğiniz, üretken kaleminizle susmuyorsunuz. Korona virüs salgın günlükleri yazdınız. Bu salgını ve sürecini nasıl değerlendirirsiniz?
Adil Okay:
Son yıllarda öncelikleinsan hakları ihlallerini konu eden yazılar yazmaya, belgeseller yapmaya, oyunlar sahneye koymaya ve sergiler açmaya başlamıştık. Fakat bu arada gözden kaçırdığımız bir nokta vardı. O da şu: Tabiat ağlıyordu. Tabiatın çığlığını duymuyorduk. Oysa sanatçılar hem tabiatın çığlığını duymalı hem de diğer sosyal sorunlara karşı duyarlı olmalıdır değil mi? İşte bu nedenle Tabiatın Çığlığı adlı sergimizi hazırlamıştık. Sergi Antakya’da büyük ilgi görmüş, başka kentlere ve ülkelere taşınmış, farkındalık yaratıp amacına ulaşmıştı. Benim de küratörleri arasında yer aldığım Tabiatın Çığlığı adlı sergimizin açılışlarında yaptığımız konuşmalarda, daha korona virüs dünyada bilinmiyorken, eğer ekolojik tahribata karşı önlem alınmazsa bu ve benzeri olumsuz gelişmelerin yaşanacağını belirtmiştik. O sergide yer alan arkadaşlarım da sorunuza yanıtı eserleriyle vermişlerdi. Sanatın gücüyle aymazlık içinde olan insanları, makro ve mikro iktidarları uyarmaya çalışmıştık.
Sergi açılışında ne demiştik hatırlatayım:
“Betonlaşma ve sadece kâr amaçlı enerji üretimi / tüketimi, yol yapımı, baraj- santral inşası, dışarıdan çöp ithali, karbon salımı, akarsuların, denizlerin, göllerin ve dağların kirletilmesi/ imhası, özelleştirmeler, sağlık ve eğitim bakanlığının Bakanlığı’nın bütçesinin kısıtlanıp silaha ve betona kaynak aktarımı devam ederse çocuklarımıza miras olarak çöl bırakacağız. Hastalıklar bırakacağız. Buna karşı için yeşille göz boyama (greenwashing) değil gerçek bir çevre politikasına ihtiyaç vardır. “
Sevgili dostum yine aynı sorunun girişinde “Edebiyat, sanat, ekonomi aklınıza gelen her şey etkilendi, hayat durdu…” demişsin ya. Aslında hayat dünyanın birçok coğrafyasında, kâr amaçlı doğa talanı nedeniyle durma noktasına bu salgından önce gelmişti. Örneğin ülkemizde birçok sanat merkezi kapatıldı, bazı sanat edebiyat dergileri yasaklandı. Sergilere, konserlere izin verilmez oldu. Özellikle muhalif sanatçılar sanatlarını icrada zorlanmaya başladılar. Diğer yandan hayat başka nedenlerle de durma noktasına gelmişti. Örneğin 6 ay kadar önce Hindistan’da hava kirliliğinin artması üzerine halka 5 milyon gaz maskesi dağıtılmıştı. Yani insanlar pandemiden çok önce maskeyle yaşamak zorunda bırakılmış. Bu ne demek? Neoliberal talanın sonunda, doğa pes etmiş. Kendini yenileyemez hale gelmiş. Oksijen deposu tükenmiş. Gaz maskesi dağıtmanın yetmeyeceğini, bu çılgın talana, üretime (ve tabi tüketime) dur demek gerektiğini Hindistanlı egemenler bilmiyor mu? Avustralya’da canlı yayın izlediğimiz, bizi hüzünlendiren, uykumuzu kaçıran yangınlara karşı ordunun göreve çağrılmasının çözüm olmayacağını o ülkenin yöneticileri bilmiyorlar mı? Amazonların dünyanın akciğeri olduğunu veya bir avuç altın için siyanürle zehirlenmek üzere olan Kaz Dağları’nın önemini bilmeyen var mı?Zengini daha zengin etmek amacıyla inşasına başlanan Mersin Akkuyu Nükleer Santralinde çalışan 5 bin işçinin, salgına rağmen işe gitmek zorunda olduğunu bilmeyen var mı?
Bunları belki bilmeyen vardır ancak ülkeyi yönetenler ve danışmanları biliyorlar. Ama “büyüme- kalkınma” retoriği ile halkı aldatıyorlar. Tabiatı geri dönülmez biçimde tahrip etmeye devam eden milli/yerli ya da çokuluslu şirketler, elde ettikleri kârın bir bölümünü -susturmak için- hükümet üyelerine, yandaş gazetecilere, adlarının başında “prof” gibi unvanlar olan sözde bilim insanlarına aktarıyorlar.
Ayrıca unutmamalı ki dünya farklı ülkelere bölünse, yapay sınırlar çizilse, mayınlar ekilse, dikenli teller çekilse de yekpare bir gezegendir. Ve savaşlar ile doğal afetler gibi virüsler de sınır tanımıyor.
Öyle ya Brezilya, Libya, Suriye ve/veya Hindistan’da insan eliyle, yani üretim ve tüketim çılgınlığı ya da savaşlar nedeniyledüzeni bozulan tabiatın çığlığı, Antakya’dan duyulur. Etkisi gecekondulardan malikanelere kadar her yerde hissedilir. Rüzgarla, suyla size kadar gelir. Keza bu vahşet dünyasında yer alan Türkiye de bu konuda çok masum değil. Ülkemize ekolojik talan pandemiye rağmen devam ediyor.
Velhasıl bu düzen tüm dünyada böyle işliyordu. Ta ki korona virüs salgını uyuyanları da bir ölçüde uyandırana kadar. Demem o ki bu koronavirüs günlerinde “Evde kal” çağrılarına rağmen işe gitmek zorunda olan milyonlar, bir kez daha -üstü örtülmeye çalışılan- sınıf çelişkisini gözümüze soktu. Tedavi imkânları da öyle. Kimileri özel doktoruyla, özel aracıyla, jetiyle, yatıyla, korumalarıyla özel mekânlarda lüks içinde yaşarken, hastalandıklarında 5 yıldızlı özel hastanelerde, özel tedavi görürken, kimileri de çocuğunu dolmuşla doktora götürmeye çalışıyor.
Peki, 20 yaş altı ya da 65 yaş üstü olup çalışmak zorundan kalan emekçiler için ne demeli? Akranlarının büyük çoğunluğu “evde kal”ırken onlar işe gitmek zorunda.Onlara, yani başta temizlik personeline ve tabi diğer sektörlerde halen çalışmaya devam eden her yaş grubundan işçilere “evde kal” demiyor kimse.Sağlık çalışanlarına, bilim insanlarına denmediği gibi.Onlar olmadan bir yaşam düşünülemiyor.Ve unutmayalım ki bu dünya öküzün ya da siyasetçilerin boynuzları üzerinde durmuyor.Bu dünya işçilerin, emekçilerin elleri üzerinde duruyor.Onların sayesinde ilaca, ekmeğe, giyinme ve barınma imkânına sahip oluyoruz.
Ve bu gün koronavirüs günlerinde riske rağmen çalışan yine onlar.
Sonuçta bu karanlık tablo beni öfkelendiriyor. Dilime, kalemime yansıyor.
Nebih Nafile: İnternet aracılığı ile yazdıklarımızı, söylediğimiz türküleri, çizdiğimiz resimleri vb. dünyanın dört bir ucuna anında iletebiliyor, sesli ya da görsel paylaşabiliyoruz. Korona virüs salgını edebiyata, sanata nasıl bir etkide bulundu?
Adil Okay:
Sanatçı gördüğünü, gözlemlediğini harmanlar, birikimini katar ve estetize ederek dışa vurur. Bu yaratım sürecinde sadece mısra ve veya metin değil aynı zamanda nota, fırça, çekiç, oyun, kamera, fotoğraf makinesi ve diğer araçlar da birer enstrüman olarak kullanılır. Örneğin sen, Nebih nafile şair ve ozan olarak biliniyorsun. Yani hem mısra hem de nota senin için dışavurumda araçtır. Ben de şiirle başladım metine geçtim, sonra oyunlar yazdım. Şimdilerde de sergiler açıyor, karma sergilerde yer alıyorum.
Ancak izolasyon / karantina süreci bizi de olumsuz etkiliyor. Zira üretmek için beslenmemiz gerekiyor. Dışarı çıkmak, insanları gözlemlemek, dinlemek, konuşmak, paylaşmak gerekiyor. Mendil satanları, “Simit taze simit“ ya da “eskici geldi eskici” diye umutsuzca haykıranları işitmek, empati yapmak gerekiyor. Günlerin 25. Saatini, dünyanın eşref vaktini ve tabi vahşet vaktini de yakından görmek gerekiyor.
Örneğin benim çekip paylaştığım bir simitçi fotoğrafı gerçeğin bir bölümünü yansıtıyor. Zira sanat indirgemedir. Dil de öyle. İndirgerken yetersiz kalabiliyor. Plastik sanatlarda durum biraz daha farklı. Mesela heykel, Resim, karikatür ve fotoğraflara ulaşmak, izlemek, seyretmek için internetin inanılmaz yararı var. Ama buna rağmen sanal dünya bana / bize yetmiyor. Sergileri, müzeleri gezmek, bir kitapevine gidip dergileri karıştırmak, yeni kitap kokusu almak istiyorum. Zira henüz e – kitap, e – dergi onların yerini alamadı. En azından bizim kuşak için öyle. Bu gıdadan yoksunuz. Ayrıca bu gelişmeler zaten şikayetçi olduğumuz bencilliği ve toplumsal yabancılaşmayı arttıracak diye de endişeleniyoruz.Ancak yine de boş durmamaya çalışıyoruz. Bu söyleşi de bu çabanın bir parçası.
Nitekim yazar ve fotoğrafçı dostum Özcan Yaman’dan aldığım bilgiye göre: “Viyana’da sanat müzeleri bu günleri belgeleyen fotoğraflar iletilmesini istiyor ve tarihe kalıcılık sağlamaya çalıştığını duyuruyor. Türkiye’de de durum aynı. İFSAK’tanİFOD’a, fotoğraf kolektifleri ve fotoğrafçılar kendi çaplarında internet üzerinden örgütleniyor, belge biriktiriyor ve eğitime devam etmeye çalışıyor.”
Ben de bildiğin gibi Korona Günlükleri yazıyorum. Bu söyleşi de yedinci günlük olacak.
Yani bizi sarsan bu gerçekleri edebiyatçılar ak kâğıda dökerken, örneğin fotoğrafçılar da deklanşöre basıp anda durduruyor. İşte gerçek diyorlar. Unutmamalı ki sanat edebiyat kamunun vicdanıdır ve gerçek tarihin yazılımına katkı sunar.
Nebih Nafile: Hazırladığınız sergilerle, yazdığınız kitaplarla tüm dünyada ses getiren bir yazarsınız. Söyleşimizi okuyacak kıymetli okurlarımız için kendinizden biraz bahseder misiniz?
Adil Okay: Antakyalı hemşehirlilerim beni tanıyor sanıyorum. Ama yine de genç okurlar için kısa bir özet aktaralım istersen. Malum insanın kendini anlatması zor.
Adil Okay 1957’de Antakya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu ilde, yüksek öğrenimini Adana’da yaptı. Politik nedenlerden, Adana ve Ankara cezaevlerinde yattı.
1981-1982 arasında
bir süre Lübnan’da, FHKC saflarında
Filistin kamplarında kaldı.1983’te
Fransa’ya yerleşti. 1984’te,
sonraları adı Yazın olarak
değişen ‘Direniş’ adlı derginin yayınlanmasına katkı
sundu. Fransa’da, iki arkadaşıyla beraber, ‘Fransa Postası’ adlı
aylık dergi yayınladı. Yüzlerce politik mülteciye, yıllarca ücretsiz
tercümanlık ve danışmanlık yaptı. Yirmi yıl sürgünden sonra,
dosyalarda zaman aşımından yararlanıp Türkiye’ye dönebildi.
Türkiye’ye döndükten sonra
16 yeni kitap çalışması oldu. Ayrıca onlarca
karma kitapta eserleri yayınlandı. Özgür Üniversite’de ders verdi. Çalışmalarıyla
15. Ömer Seyfettin Öykü Yarışması ile 6. Hasan Bayrı şiir yarışmasında ödüle layık
görüldü. 2012 Yılında da ‘Mersin 68’liler Derneği’nin ‘Onur Ödülü’nü aldı.
İstanbul, Mersin, Antakya ve Samandağ’da “Konuşan Fotoğraflar” ile “Şair
Kapıları” adını verdiği fotoğraf çalışmalarını sergiledi. Çeşitli sergilerde
küratörlük yaptı. Karma sergilerde yer aldı. Çeşitli panellerde, ulusal ve
uluslar arası sempozyumlarda değişik konularda tebliğler sundu.Fransa PEN ve
Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi olan Adil Okay, halen faaliyet gösteren
“Görülmüştür Ekibi’nin(www.gorulmustur.org) kurucularındandır.
Okay’ın yazdığı kitaplardan:
‘Hançerini Ay Işığına Çalan Adam’
(şiir) 1999’da, ‘Yirmi Beşinci Saat’ (şiir)
2006’da, ‘12 Eylül Ve Filistin Günlüğü’ (anı-belgesel) ile ‘Konuşan Fotoğraflar’ (fotoğraf) 2008’de, (40 kentte sahneye konan 2 perdelik oyunu) Karanlığın İçinde
Aydınlık Yüzler−Ölülerimiz Konuşuyor’ Ütopya Yayınevi
tarafından 2010’da yayımlandı. 2011’de
‘Kadın Gibi Kadın’ ile “Tekel İşçisi Bir Kadının Uyanışı”
adlı oyunları sahnelendi.2013 yılında “Ben çıkana kadar büyüme e mi –
Görüş Günlerinde Büyüyen Çocuklar” Nota Bene yayınlarından
çıktı. Bu kitap TBMM’nde 4. Yargı paketi tartışmalarında referans oldu.2015
Yılında “Şair Kapıları” (Fotoğraf – şiir),2016’da “Hapishanelere
Esinti Yollayalım” Ütopya Yayınevi tarafından yayımlandı.“Arkası Yarın” adlı roman yazarın 18. Kitabıdır.
Nebih Nafile:
Son sorum son zamanlarda ne okuyorsunuz olsun.
Adil Okay
Fikret Başkaya’nın “Gençlerle baş başa: İklim krizi ve ekolojik yıkım” adlı yeni yayınlanan kitabına başladım. Sadece gençlere değil yetişkinlere de tavsiyemdir. Eş zamanlı olarak vazgeçemediğim yazarlardan ArundhatiRoy’un “Kapitalizm: Bir Hayalet Hikayesi” adlı kitabını okuyorum.Araştırma kitapları bazı okurları sıkabilir bu durumda yine Roy’un “Mutlak mutluluk Bakanlığı” adlı romanını okumalarını öneririm. Tabi bol bol da film ve belgesel izliyorum. Erken kaybettiğimiz dostum Erhan Sönmez için Ali Osman Abalı’nın yaptığı belgeseli izlemenizi tavsiye ederim. Yine izlediğim filmlerden Güney Kore’liBongJoon –ho tarafından yapılan “Parazit” ile FransızCélineSciamma’nın yönetmeliğini yaptığı “Alev almış bir genç kızın portresi”ni çok beğendiğimi söyleyebilirim. Ve tabi vazgeçemediğim yönetmen KenLoach’ın “Modern köleliğe bir sitem, itiraz” diye bilinen son iki filmini izlemenin tam zamanı diyebilirim. “Ben Daniel Black” ile “Üzgünüz size ulaşamadık…”
18/05/2020
*Nebih Nafile’nin Adil Okay’la yaptığı, kısa hali Özyurt gazetesinde yayınlanan söyleşinin bütünüdür.