DÖNÜP GİDİYORUM SENDEN! I Bircan Gabriel
BİR DELİ’NİN MEKTUPLARI
Yola çıktım. Kuşluk vakti. Şakır şakır yağmur yağıyor. Arkama bakmadan, tek bir söz etmeden dönüp gidiyorum senden. Nefesim bahar nefesi, ellerim Itır kokuyor. Yaşanmışlıklar gece yıldızları gibi sürekli göz kırpıyor bana. “Hooop orada tek bas!” dediğimde dahi sözümü dinletemediğim kafam yedi düvele karşı tıpkı çöpleri eşeleyen uyuz bir köpek oluyor. Hüzün mü? Elbette ki hüzün.
Ah be suskun yüreğim! Sana layık gördüğüm bu sevdam! Zehir zemberek hayatta kalanım! İhtiyarladık, yaşlandıkça huysuz olduk görüyorsun bak. Yine çivin çıktı yine desturlu değilsin yine hiçvediyorsun yine hayal gücümü kafamda geliştirip kalbime istediğin zaman yeniden taşıyorsun. Sıcak, çok sıcak olup beni kavursanda, ateş olup yaksanda, tuz dolu bir çuvala dönüşsende artık korkmuyorum senden. Sen her bir yolu görmeli her bir deliği geçmelisin.
Ayhan Aydan sevgilisi Adnan Menderes için tanık oldugu mahkeme kürsüsünde “Onu çok sevdim hakim bey” dedi. Bu yüzden Adnan Menderes asılırken sevgilisine kırık bir kalple ölmedi. Ayhan Aydan sevgisinin bu cesareti benim de kalbimin hep bir iki adım önde gitmesine vesile oluyor.
Mevlana olamadım ki bu bendeki aşkı semah ile anlatabileyim. “Kırmızı zümrütüm biz bir bütündük” diyebileyim. “Arpa tanesine çavdar tanesine onu heba etmeyesin diye deli divane gönlümdeki bu aşkı alıp gidiyorum” diyebileyim. “Sevgisininde kavgasınında dozu yüksek olan bu aşkı, kendi külüyle örtülmüş bu kor’u unutmak mümkün mü” diyebileyim. “Bıcakla kesilmiş bir hayatın acılarını birbirimizin koynunda dindirdik, istesekte hangi Cahide Sonku hangi kraliçe Süreyya doldurabilir bunun yerini” diyebileyim. “Bu bir AŞK! emek verilerek büyütülmüş, şişirmişliği havası olmayan, tortusu efsane olmuş bir zümrüt, bu bizim efsanemiz böyle sürüp gider” diyebileyim…
Emile Zola ‘Meyhane’ romanını yazarken ben masasında duran o çok sevdiği Vin Mariani şarabının kokasıydım. Romandaki maden işçilerinin hayatlarındaki karmaşıklığın çektikleri ciddi sefaletin zulmün cümlesini dökmeye alışık ağzını, şarabı her damağında tattıkça, öperdim. Ahmet Arif kolları arasında gül-beden naz uykusundayken o kral ben kraliçeydim ki; dili dudu olur şiirleşecek cümlelerini kulaklarıma fısıldardı. Tenime değen nefesi dem-i bahâr, parmakları dârçini renk, Muhtar çakmağının ışığı altında parlardı. Şiir dinlerken gözlerimi kapatıp bir çırpıda kırmızı cansız ata binip alafıranga hayatların Belâ günlerine cumbadak dalmam bundan. Şimdi arkama bakmadan, tek bir söz etmeden dönüp yine gidiyorum senden.
Giderken açlığa susuzluğa karşı gösterilen metanetleri deneyimlenmiş olarak dönüyorum senden. Hayat karşısında pişmeyi belki bir Bedevi kadar öğrenemedim ama güneşin kızgınlığı altında kum tanesi gibi hayatı deneyimlemiş olarak dönüyorum bu hayata. Sayısız kum fırtınalarına karşı çift sıra kirpikli gözlerim, özel perdelerle donatılmış içi tüylü kulaklarım olmayacak belki. Bak filmlerde hayatın geri dönüşü olabiliyor ama hayatta olmaz. Üstelik bir daha hayatımda bunları yapma fırsatım hiç olmayacak, desemde kendime, yinede sana dönüp gidiyorum. Çaylak cesareti resmen bu bendeki. Şüphen olamasın! Hafızam güçlü, fırtınalarda yer değiştiren kum tepelerine rağmen tıpkı çöl develeri gibi yolumu şaşırmayacağım. Sesimi, suratımı bir enstrüman gibi kullanabilmeyi beceremedim ama kibir ve hırs gözlerimi kör etmedi, en değerli varlığımı-larımı görebiliyorum. Ben zaten böyleyim, hayata karşı hep amatör..işte bak arkama hiç bakmadan gidiyorum senden.
Derin içgüdülerimi kristalize etmek için içime, iç dünyama dönüyorum. Anlık dışavurum süreçlerimde düşüncemi, eylemlerimi karartan, amacıma ulaşmamı engelleyen iç acım olan öfkeli tanrılarınla artık sen yoksun yanımda. Sadece unuttuğun sevgi dolu şefkat, merhamet, acıma, temkin var bende. Beni ben eden tohum bu. Bakma sen onun siyah rengine, bütünüm. Ruh halim karanlık degil. Hayatın koşturmasına kapılsamda, sabırlı olmayı öğrendim. Zihnimi sakinleştirebiliyorum, içimde beni rahatsız eden sesleri susturmayı biliyorum. Önümde koca bir derya deniz, keşfedilmek üzere beni bekliyor. İçten bir bağlılık ile her an arkasını dönüp gitme isteği arasında gidip gelen kedilerden degilim bugün. İşte arkama bir daha bakmadan gidiyorum senden.
Giderken çalan müzikte acının öyküsü anlatılmıyor artık. Hakkımı değilde asla duygularımı helal etmeyeceğim bir hakım var sende. Evsiz bir dilenci olarak yanıma yaklaşsanda varlığını kabul edecek olan tek sözü dahi söylemeden seni geçip giderim şimdi. Ruhunu şeytana satmışlığına söyleyecek çok şeylerim olur, anlatacaklar bitmez..bu yüzden hep yazılarımın bir yanı eksik kalacak. Bitmeyecek.
Avcılar’a şakır şakır yağmur yağıyor. Bense sana görsel öyküler işliyorum. İşte bak paylaştığım bu Mandalayı çizdim. Bıyıklarımı balta kesmiyor. Başıma buyruk biriyim..esip savuran. Benim sessiz vedam ise; koluma morfini bastığımı gördüm bir an, anlık bir bakıştır. Gök’ün gürlemesi bütün öfkesini üstüme kusmasıdır.
Ah be sevdam! Tıpkı hiçbir yere hapsedilemeyen özgür ruhlu bir çingene gibisin, “uzun yol” senin kaderin.
İzzettir şereftir seni ayakta karşılamak!