BAVUL | Josef Hasek Kılçıksız
Sabah ezanı biraz önce okundu. Şimdi abdestini alıyor insanlık. Çökük avurtları ve batık göğsüyle sıska bir adam sokakta karabasan gibi dolaşıyor. Şehir, çocuklarını yitirmiş annelerden, yastan, yıkıntılardan oluşan bir tarih koymuş önüne.
Adam küçük odasından sarsak adımlarla ayrılıp, evinin biraz ötesindeki sahile gitti. Sokaklar adamın son birkaç yılı gibi ıssız ve sessizdiler. Serin güz rüzgârının üşüttüğü çıplak boynunu ceketinin yakalarıyla usulca kapattıktan sonra bir banka oturdu.
Gecenin karanlığında önünden geçen insanlar, yaşama umarsızca bakan birini değil, kendi kendine bir şeyler mırıldanan tuhaf bir adamı görmektedir.
Bir süre sonra sokaklardaki son ayak sesleri de kesildi.
Çocukluk günleri kırk sekiz yıllık yaşamının tek fırtınasız limanıydı. Doğduğu kentin taş sokaklarında neşeyle koşturduğu günlere gitti. Sıska bacaklarıyla katettiği tozlu yollar, kirli elleriyle araladığı Madlenlerin ahşap sokak kapısı, yanağını sevgiyle okşayan annesi, dedesinin oyduğu ve sürekli yatağının altında sakladığı tahta araba; herşey bıraktığı gibi yerli yerince durmaktaydı. Ayrılığın gri bulutları aralanmamıştı hâlâ şehrin göğünden. Onlarca yıl öteden duyulan büyük unutuşun çığlığı altında, koyuluğunu yitirmeyen bir kıyıcılıkla şehri yüksekten gözetliyorlardı.
Etrafta yıkılmış evler vardı, bir de onca yıkıma rağmen ayakta duranlar. Yerinden oynatılmış tuğlalar aralardaki boşlukların görünürleşmesini sağlıyordu. Bu boşluklara neler sığdırmamıştı ki zaman: Babalar geri dönsün diye hafifçe aralanmış kapıları, reze gıcırtısını, zamanı tutan menteşelerin yuvalarından sökülmelerini, soğan kabuğuyla boyanmış Paskalya yumurtalarını, babasını içine çeken suların en karanlık zamanlarını, sokakların git gide dikleşen yokuşlarını, geceyi karabasana çeviren uykusuzluğu, Madlen’nın dudaklarından dirlik devşirdiği ânları, sokağın kuytusunda yankılanan silah seslerini, kilisenin avlusundan günbatımına bilgece bakan taşları, dünyayı yudum yudum tükenişe çeviren yalnızlığı, duvarlardaki top mermisi göçüklerine yuva yapan fareleri, yoldaşların dünya telaşına değiştirilmesini, içinde kaybolduğu uzaklıkları, susuşun egemenliğine giren zamanı, tini çizip yırtan sessizliği, ışığı sızdıran sıva çatlaklarını ve geri dönmemecesine uzaklaşan trenleri sığdırmıştı.
İçinde uzun zamandır askıda duran, hikâyesi silinmeye yüz tutmuş biri vardı. Dünyanın kendisine ağır gelen bir yanından kurtulmak isterken belleğinde derin çukurlar açılmış, zaman o çukurlara bolca kaybolmuşluk, çokça bekleyiş, hayalkırıklığı, boyunda ilmek izleri ve sıcak kan doldurmuştu.
Madlen ile son sarıldıklarında kadının elinde bir bavul vardı. Uzak bir ülkeye gitmeye hazırlanıyordu. Bavul, şehri sanki ansızın el değiştirip düşman ordularının eline geçmiş gibi gösteriyordu. Bavul, kapanma, göç ve ayrılık demekti. Ölüm ve ayrılık gibi yaşama dair haksızlıkları içine alan bir tabuttu bavul.
O son sarılma yaşam sevincinin kursağında kaldığı bir andı. Yaşanan, anayurdu savunurken geri çekilmek zorunda kalan vatansever subayın asker arkadaşının yüzüne bakamamasına benzer bir şeydi. Aşkına sahip çıkamamışlığın ağır suçluluk duygusu uzun yıllar kemirip durmuştu sancılı yüreğini.
Bir gün iki ayrı yıldız iki ayrı yönden gelip yine birleşecek diye boşuna beklemişti. Elinde bavuluyla Madlen, zamanın ve mesafenin birbirlerine karşılık verdikleri yanılsamalı bir kadrajın içine donmuş soluk bir resimdi. Gidilip dönülmeyen başka bir şehirdi. Eğer dönseydi o kavuşmayla tüm akarsular ve denizler susardı belki.
Hayat bir sahneydi ve ona ayrıcalıksız bir seyirci rolü verip yıllarca kenarda bekletmişti. Beklemenin bütün basıncı olanca şiddetiyle geceye, olanca şiddetiyle denize boşalınca anlamıştı ki, sadece suyun değil zamanın da derinliklerinden yükselen ve milyonlarca yıldır değişmeden kalan bir ilke vardı: Dokunmak ilkesi. Birileri veya bazı şeyler size dokunur ve böylece seçilmiş olursunuz. Madlen hem kelimeleri hem gözleriyle alt üst olmuş ruhuna dokunandı. Bu yüzden seçilendi o.
Yıllarca yüreğine yeniden can suyu verecek bir sevda aradı. Fakat yersiz yurtsuzluğunun ilacı olacak birine o yaşına kadar rastlamamıştı. Üniversitede Semra’yla karşılaşmış çalkantılarla dolu bir birliktelikten sonra evlenmişlerdi. Karısıyla yaşadığı sadece fizikî bir yakınlıktı.
Madlen gittikten sonra seyreldi mektupları ve zamanla tümden kesildi. Ama bu sessizliğe rağmen aralarındaki ruh ikizliği hep sürdü. Onunla evlenip bir oğulları olsun istemişti. Sevginin, oğlundan da daha hızlı büyüdüğü bir yuva düşüydü onunkisi.
Çekmecesinde duran ağır ilaçlarını günlerdir almamıştı. Bu yüzden bilinci denize isteksizce akan küskün ırmağın suları gibi bulanıktı. Psikiyatri kliniğinin basık odalarında geçen aylar, karısını sbepsiz yere boğmaya kalkıştığını ayrıntılandıran sayfalar dolusu doktor raporları, süreğen sağaltımlar, ilaçlar, her ziyarette karısının üzgün ve tedirgin bakışları, oğlunun ürkek kucaklayışları bunaltmıştı ruhunu.
Boşandıktan sonra çocuğunun vekaletini de kaybetmişti. Ayrı yaşadığı karısı ve kaç yaşına bastığını anımsamadığı sevgili oğlu şu anda muhtemelen birkaç semt ötede derin uykularındaydılar. Oğlunu gidip bir kez daha görse, kucaklasa, koklasa ona çok iyi gelecekti. Hele yıllardır her yerde sesini aradığı annesi, son bir kez ninni söylese kaybolduğu gökyüzünden, ona nasıl da iyi gelecekti.
Dedesinden miras kalan eski bir Rum evinde yaşıyordu. Ev kışları küf ve çam reçinesi kokardı. Bu evin en dikkat çekici yanı, üstleri kesici cam kırıklarıyla döşenmiş oldukça yüksek bahçe duvarlarıydı. Bahçe duvarları insanlarla arasına ördüğü geçirimsiz yüksek duvarları andırırdı.
Bu evde bir münzevi gibi yaşamasını açıklayan yaşantıları olmuştu kuşkusuz. Tüm derin kırılmalara rağmen defalarca kopan kuyruğunu yeniden kazanacağından emin bir kertenkele gibi yaşamıştı. Hayatı, ağa düşmüş balık telaşıydı.
Hep kilitli tuttuğu odanın kapısını açmasıyla birlikte alışık olduğu hoş bir kokuyla yüz yüze geldi. İğdeler bile, Madlen’nın kullandığı parfümün kokusunu bastıramıyordu. Annesinin verdiği duvar halısına doğru yürüdü. Küçük elleri önce İsa‘yı, sonra öteki resimleri okşadı. Parmakları titreyişlerle sarsıldı. Annesinin resmi sanki hapsedildiği çerçeveden fırlayıp kendi kalbine bıçağı saplayan bir intihar hüznü taşıyordu. O bakışlar annesinin kendince ona verdiği bir yanıttı. Bu fotoğraf eski yağmurların kokusunu, intihar ve hastane görüntülerini, sokaklarda bali çekip sızamamayı, ayinden sonra yalnızlığı bekleyen pazar günlerini anımsatıyordu. Annesinin resmi tüm çağrışımları ve ödeşmeleriyle birlikte yalnızlığındaki yerini çoktan almıştı. Ukdesiyle yaşıyordu içinde.
Gözleri yaşardı. Yine annesinin verdiği yuvarlak aynaya baktı. İnsanın yüzü kendi yüzünden kaçar mı? Evet, kaçar. Onlarca başka yüzler geçti yüzünün içinden. Bazı yüzlerle konuşmaya başladı. Ateşli fısıltıları, bastırılan hıçkırıkları duydu. Aynanın karşısında, umarsızlık ve acz ile kendine dönüşüyordu. Pencereyi açmasıyla birlikte odanın içine garip bir yel doldu. Sesleri solmuş resimler, uzak kapı gıcırtılarını ılık bir esintiyle ona taşıyor olmalıydılar.
Kardeşleri dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. Ailesinin hiçbir ferdi ne bir aradayken ne de dağıldıktan sonra mutluluğu yakalayabilmişti.
Biraz daha soluklandı. Nefessiz kalmıştı. Ceketini alıp dışarı çıktı. Boğazına tıkanan yumruğu eritmeye çalışıyordu. Babası başka bir kasabada yaşıyordu. Aralarındaki gerginlik, annesine bir zamanlar çok kötü davranmış olması yüzündendi.
Babasının çalkantılı bir hayatı olmuştu. “Bir zamanlar bir çocuk vardı” diye aynı hikayeyi defalarca anlatırdı. “Zaman, çocuğun içinde bilinmezlikler bırakarak ilerliyordu. O çocuk o gün bitkin gölgesini yanında sürüyerek sınırı geçmeye çalışandı. Birkaç sınırlı saat için açılan hudut kapısının görüntüsü Dante’nin cehennem kapısını andırıyordu. Ölülerin ayak bastığı yerleri arkasında bırakmaya az bir yolu kalmıştı çocuğun. Ne yapıp edip, bahşedilen o birkaç saat geçmeden, birçoklarından önce o kapıya varmalıydı. Sınırı geçmeyi başardığında yangınının tam ortasında bir tansığa sığınarak kurtulabilmiş bir ağacı andırmaktaydı. Ağacın sınırın öteki tarafına devrilen tarafı yaban bir inatla yaşama dönmüş ve taze filizlerle kaplanmıştı.” Babasının bıkmadan usanmadan defalarca anlattığı bu hikâye Keseb’ten kaçışına dair biraz abartılı bir kahramanlık anlatısıydı.
Eve vardığında yalnızlık ve suçluluğun bilincini zayıflattığı bir adam duruyordu karşısında. Eğilip elini öptü. Öyle bir süre sessizce kaldılar. İhtiyarlıktan patlıcan şeklini almış burnu içmekten kızarmıştı. Deniz gözlü buğday başağı saçlarıyla annesinin bir zaman kalbini çalmış o adam hiçbir zaman başını okşamamıştı. Fakat her akşam kompresör kokusu ve yağ lekeleriyle eve gelmesi ona müthiş bir saygınlık beslemesine yol açmıştı. Gerçi annesine kötü davranması bu saygınlığı zamanla kemirip kuşa çevirmişti. Geriye oğul sorumluluğu ve azıcık emeğe saygı dışında bir şey bırakmamıştı.
Buruşuk kasketini başının arkasına devirerek, “Neden geldin? Yine beni tenkit etmek için mi? Gelme artık. Bu zilleti çekmek istemiyorum. Verdiğin üç kuruş para. Yavan ekmeğin arasına soğan kor yerim yine de senin gibi uğursuza minnet etmem.” diye söylendi. Uzun uzun baktı babasının gözlerine. Gözleri kızıl ve çapaklıydı. Yırtıcı bir suçlulukla alevlenmişlerdi. “Yok baba nerden çıkardın tenkidi falan. Hal hatır sormak için geldim.”
Bir süre gönül alıcı konuşmaya çalıştı. Ama işe yaramıyordu. Sesi öfke duvarına çarpıp geri dönüyordu.
“Halın hatırın batsın, nursuz, sinsi, meymenetsiz. Karısını boğmaya kalkan birinden alacak ne nasihat ne de eleştirim olur. Sana artık bir gün bile katlanmak istemiyorum.”
Dışarıya çıktı. Yalımları raks eden bir ateşin başına kızlı erkekli bir grup toplanmıştı. Hıdrellez’i kutluyorlardı. Günlük hayatın olağan akışı içinde yalımının gözümüzü aldığı büyük yangınları düşündü. Az ötedeki ormanı, ateşten ve külden varlıkların sessizliği kaplamıştı. Arada bir denizi gözlüyordu. Sırlarla dolu bir gece sulara batmak üzereydi.
Gençler aralarında ateşli ateşli konuşuyordu. Gencin birinde, konuşmasını kesen gergin tikler ve seğiren yüz kasları vardı. Elleri havada, ateş çemberinde kalmış, kendini sokmak üzere olan bir akrep edasında deviniyordu. Gençlere doğru yaklaştı. “Hayırdır gençler, bir mevzu mu var?”
“Sen karışma babalık. Senlik bir şey yok.”
Bu tatsız tartışma sabahı zor etmesine neden olmuştu. Sabaha karşı uyandığında babasının odasına uğramadan sahile yürüdü. Külleri soğumuş ateşin yanında yerde cansız uzanan bir erkek cesedi gördü. Ceset ile kendisi arasında ürkünç bir benzerlik vardı.Adamın hâki gömleği kanlıydı.. Yanına yaklaştı. Boynundan nabzını ölçtü. Atmıyordu. Gömleğin düğmesindeki kan lekesi kurumuş bordo bir renk almıştı. Cesedin gömlek cebinden dışarıya bir tabaka ve özenle katlanmış sarı bir zarf ve anahtarlar sarkıyordu. Bunlar kendi evinin anahtarlarıydı. Kuyruksokumuna kadar ürperdi. Ardından garip bir soğukkanlılıkla mektubu alıp okumaya başladı.
“Gözümün nûru. Sana sıkıntılarımı yazmaya çalışıyorum. Düşünüyorum da, bunca zamandır büyütmüş yetiştirmişsin beni. Sen içimdeki kıraca can veren mevsimdin. Soylu bir iğdeden kopmuş sarı yapraktın, kokusunu rüzgârların uzaklara savurduğu. Sen hem başkaldırım hem bağışlanma umudumdun. Ben senin med-cezir vakitlerini bilirim, fırtınalı zamanlarını. Gittiğinden beri deniz ürpertici bir geri akış artık, akşam oluyorum her dalgası yükseldiğinde. Sen gittikten sonra dinmeyen sarsıntıların kesik çizgileri ve sarsıcı fırtınanın yıkıntıları altında hep bir mayalanma halinde olan korkunç ıssızlığımla başbaşayım. Bir şeye beraber inanmanın heyecanını çoktan yitirdim. Seni her düşündüğümde, zamanın tekerlekleri kırık kağnılarına koşulmuş huysuz atlar şahlanır içimde. Çocuk ölümlerine, masumların korkunç ıstırabına mıhlı görüntülerin akınına uğrarım. Orada herkes başkasından İsa’nın jestini beklemektedir.
Sevgilim, dünyanın bu dehşetli gidişi içinde aşk ne kadar da sakil duruyor, değil mi? Bir sonraki mektubuna resmini koy. Ona baktıkça içime büyüyen dalga belki yatışır. Bu yenik adamı uzağın içinden geçirerek sevmeye devam et…”
Kanlanmış zarfı yere bırakıp babasının külübesine geri döndü. Babasının cansız bedeniyle karşılaştı. İçi titreyerek yanına yaklaştı, soluk alıp almadığına baktı, en ufak bir kıpırtıyı algılamaya çalıştı. Erik kurusu ellerini göğsü üzerinde kenetlemiş, öylesine savunmasız, sonuçsuz düşüncelere dalmış biri gibi uzanıyordu. Yüzündeki ifade, fi tarihinden beri çökük avurtlarına yerleşmiş bir kaya parçasını andırıyordu. Donuk ve ağır. Naaşın etrafında toplanmış insanlar ayin düzenlemekteydiler. Baba ve oğul, eskil bir yamyamlık ilkesi uyarınca, aynı beden içinden kalabalığa, “İşte etim, işte kanım, yiyin için” diyordu.
Ürpermişti. Hızla evden çıktı. Polisi aramaya çalışmış ancak numara bir türlü bağlanmamıştı. Kasabaya doğru hızlı adımlarla yürüdü. Karşıdan yürüyen insanlar sanki bir hologram gibi içinden geçiyorlardı. Her mayısta azmanlaşan kokularıyla tüm sokakları teslim alan iğdeler vardı. İğde ağaçları, ilk öpüşü ilk dokunuşu, ilk düşü çağrıştırırdı içinde. Bunu eskiden Madlen’e söylediğinde kadının yanaklarına tatlı bir pembelik yayılmıştı. Bu düş giderek genişleyen uzağın içinde kaybolduğunda, geriye iğde hevesleri ve derin zaman kuyularının yankısı kalmıştı.
Nihayet evine ulaştı. Anahtarları arandı ama bulamadı. Üstleri kesici cam kırıklarıyla döşenmiş bahçe duvarlarını tırmandı. Cam kırıkları ayaklarına, ellerine battılar. Fakat ne hikmetse kanatmıyorlardı. Duvardan bahçeye atlamadan önce annesinin seneler önce ektiği ceviz ağacına kendini asmış, batık göğüslü bir adam farketti. Rüzgarda titreşen bir iskelete benziyordu. Ağcın altında içindeki eşyaları etrafa saçılmış kırık bir bavul durmaktaydı. Ensesinden başlayıp kuyruksokumuna kadar ürperdi. Ceviz ağacında sallanan bu adam korkunç derecede kendisini andırıyordu.
Yaralı bir dili vardı zamanın. Gitmek, bu acımasız dünyaya bırakılmış bir işaretti anlaşılan. Kendisi de annesi gibi tutunduğu her yerden kovulandı. Kadifeden gömleğiyle yaşlı gözlerini silerken, annesinin bezden bir bebek gibi mertekte sallanan kırık boynunu, oğlunu, karanlığı yaran bakışlarıyla Madlen’i hatırladı.
Saatine baktı. Saat, hangisi akrep hangisi yelkovandır bilinmez, bir ölünün Greenwich meridyeninden, zamanın közü ve külü arasında bir yerde kaldığını haber veriyordu.