DEDEMİN AYAKKABILARI / Ahmet TELLİ
Rıfat’ın
bu romanını okurken başlangıçta şunu söylemiştim, “Çağdaş bir dengbêjle karşı
karşıyayız,” demiştim. Ben öyle düşünüyorum. Gerçekten de dengbêjlerin
anlattığı anlatılar gibi… Dengbêjler ona ezgiler yükleyebilir. Rıfat bu romanı
manzum şeklinde yazsaydı, iyi bir müzisyen ona ezgiler yükleyerek dengbêjler
gibi anlatabilirdi.
Kürt edebiyatının da yazılı edebiyata geçerken bu türlü bir
yol izlediğini düşünüyorum. Mehmed Uzun romanlarında bunu sıkça görürüz söz
gelimi. Mehmed Uzun Türkçe’ye çevrildiği için romanlarını okudum, biliyorum.
İşte diyelim ki en genç yazarlardan Kemal Varol’un romanlarında da dengbêjlik
geleneğinin sürüp gittiğini görmekteyiz. O coğrafyadaki insanların ne olduğunu,
nice olduğunu bu romanlar aracılığıyla öğreniyoruz.
Rıfat’ın bu romanını okurken, “Çağdaş bir dengbêjle karşı
karşıyayız,” demiştim. Çünkü dengbêjlerin anlattığı anlatılar, bütün bir roman
boyunca sürüp gitmektedir. Eğer bu “Dedemin Ayakkabıları” romanını Rıfat manzum
yazsaydı, dengbêjler gibi ona ezgiler yükleyebilirdik biz. Bu yüzden ona
“modern bir dengbêj” diyorum.
Burada eşkıya var Cım, ve Cım’ın kini bana mesela Yaşar
Kemal’ın ‘Demirciler Çarşısı Cinayeti’ni düşündürttü. O da bu coğrafyadan
gelmektedir. Bu coğrafya insanının eşkıyalık ve kan davası gibi olaylarla sürüp
gider. Yaşar Kemal’in aslında İnce Memed’iyle de karşılaşırız burada. Öyleyse o
coğrafya bu tür yazarlara sahici bir yerden çıktıkları için bunları anlattırmak
durumunda kalıyor.
Bir kitabı okurken alacağımız estetik tatlar önemlidir.
Kuşkusuz ki olay, bir romanda kaçınılmazdır. Gerçi yeni edebiyatta, özellikle
Fransa’da gelişen ve insansız hikayeler ve romanlar yazmaya yönelik bir başka
roman tarzı var ama bizim bu coğrafyada yazılan edebiyatın insansız olması mümkün
değil. Çünkü bu coğrafyanın, insanı ve toprağı ile birlikte hala bitiremediği
hikâyeleri var.
Olay ve insan kuşkusuz var… Buradaki olay Ermeni soykırımı,
eşkıyalık, kan davası ve insanlığın başlangıçtan bugüne hiç bitiremediği aşk
hikâyeleri… Tüm bunlar var ama diyelim ki, Madam Bovary’nin ilk 80 sayfasını
okuyanlar bilir, müthiş bir doğa betimlemesi vardır. O doğa betimlemesinde
sanki oradaki insanın nasıl bir karakter taşıdığını hissettirir bize. Bu
romanda da, tıpkı 19. Yy romanlarının vazgeçilmezi betimleme ve tasvir
konusunda da Rıfat oldukça başarılı doğa tasvirleri yapmakta. Doğa tasviri
yapmak, bence iyi bir yazarın kalitesinin ne olduğunu gösterir bize. Yani eğer
iyi bir yazar polisiye de yazsa iyi bir tasvir yaparsa başarılı olur. Burada
Rıfat’ın doğa tasvirleri, sanki bize 19. Yy’daki en başarılı romanların doğa
tasvirleri gibi gelir.
Yine bu tasvirlerde biz bir masalsılık hissederiz adeta.
Bakın anlatımdaki bu şiirselliği vurgulamak için bir paragraf okuyacağım. “Bu,
seneler önce Usik’in onun için bestelediği ezgiydi. Ses kuyudaki suyu titretti,
nar ağacının dallarına uzandı. Köyün yıkıntılarında dolaştı. Ağaçtan iki
kırmızı çiçek koptu, yel onları kuyuya sürükledi. Kuyudaki su, çiçeklerin
düşmesiyle dalgalandı, daireler halinde yayıldı. Ağaç, onlarla birlikte ağladı,
su gözyaşlarını kabul etti. Usik’in nefesi uzadıkça uzadı, kavuşamamış tüm
sevgililerin yüreğine dokundu.”
Buradaki doğa tasvirleri içindeki etkileyici anlatımı doğadan
ödünç alarak doğaya yansıyor. İşte usta bir yazarın masal öğelerinden de
yararlanarak bize sunduğu bu eserle sizleri baş başa bırakıyorum.
26/05/2019
Ahmet TELLİ / Ankara