Dolar 34,5055
Euro 36,4583
Altın 2.955,93
BİST 9.084,29
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 18 °C
Az Bulutlu

Sigaramın Dumanı Yoktur Cezanın İmanı | Ertuğrul Erdoğan

11.01.2020
1.497
A+
A-
Sigaramın Dumanı Yoktur Cezanın İmanı | Ertuğrul Erdoğan

Anadol marka otomobili nostaljikti. Birkaç gün önce tamponlarını da değiştirerek pırıl pırıl hale getirmişti. En büyük merakı ‘kırk yıllık dostum’ dediği aracına özenle bakmaktı. Tıpkı bir çiçeğe bakar gibi elinde suyu ve bezi eksik olmazdı. Bir gün motorunu temizler, bir başka gün içini… Mahmut bir devlet kurumunda memur olarak çalışıyor. Akranları makam almasına karşın kendisi memurlukta kalmayı tercih etmişti. Yaşı altmışı aşmıştı. ‘Bir beş sene daha çalışır emekli olurum. Yoksa iki çocuğun okuluyla nasıl başa çıkarım?” düşüncesi içindeydi. Karısı kendi halinde bir ev hanımıydı. Tutumluydu. Elinden geldiğince kışlık yiyeceklerini hazırlar, kocasından bir gün olsun, “Bana şunu da alacaksın!” dememişti.  Karısı köşeye attığı paraları ay sonu kocasına geri verirdi. Mahmut da aldığı paralarla tamirciye gider, bir güzel aracını tamir ettirirdi. Neyse ki, sonunda herkesin ilgiyle bakacağı bir araca sahip olmuştu.

Mahmut, iki katlı evlerinin önüne park edip, üstünü bir bezle örttüğü aracın yanına gitti. Örtüyü kaldırıp katladı. Çevresinde bir kez dolanıp duasını etti. Bu onun totemiydi.  Motor kapağını açıp aracın yağı ile suyuna baktı. Yerli yerindeydi. Yağlanan elini bagajdan aldığı kirli bir beze silip direksiyon koltuğuna oturdu. Dikiz aynasını düzeltirken beyazlaşan bıyıklarını burktu. Kılları taşan kaşlarını düzeltti.  Yolculuğu Malatya’ydı. Annesi son zamanlarda sık sık hastalanıyor, telefonda “Oğlum belki son günlerim, seni görmek istiyorum.” sözlerine dayanamayıp gitmeye karar vermişti.

Aracın sol dikiz aynasına bakıp yola çıktığında hava günün erken saatlerinde serindi. Yolculuğu Manisa’nın Kırkağaç kasabasından başlamıştı. Yolu neredeyse bin iki yüz kilometreydi. Otobüs onun kâbusuydu. Hiçbir şoföre güvenmezdi. Hatta aracını da kimseye vermezdi. Onun için otobüse de binmezdi. Tek düşüncesi aracının su kaynatma ihtimaliydi. Dinlene dinlene gideceğini düşündü.  Kliması olmayan aracın her iki kelebek camını da sonuna kadar açınca, içeriye giren rüzgârla biraz olsun ferahlamıştı. Hızı sevmezdi. Zaten aracı da neydi ki?  Genelde yolun hep ortasından gider, arkadan ‘yavaş gidiyorsun!” diye selektör çakan araçlara, sol sinyalini birkaç kez yakarak, “Geçin soldan gidin! Bok mu var arkamdan gidecek! ” dercesine dikiz aynasına sinirlice bakardı.

Konya’ya geldiğinde akşama birkaç saat kalsa da güneşin sıcaklığı ortalığı kavuruyordu. Asfalt hafifçe erimiş, parlıyordu. Kaçıncı su şişesini bitirdi, belli değildi. Uğradığı benzinliklerde içtiklerini boşaltıyor, yüzünü yıkayıp ferahlıyordu.  Yolculuğuna üzerindeki gömleğini çıkartarak devam etti. Torpido gözünde sakladığı sigarasıyla kasetini çıkarttı.  Kaseti teybe yerleştirip sigara paketini açtı. Jelatinini camdan dışarı fırlattı. Aracın içine yayılan Ferdi Tayfur’un şarkılarıyla efkârlandı. İkinci sigarasını yakıp dumanını dışarıya üfledi. Karısına âşık olduğu günleri anımsadı. Hatıraları asfalt çizgileri gibi usundan geçip gidiyordu. Onunla kavun tarlasında tanışmıştı. Yan komşularıydı. Gençliğinde de hep gözü ondaydı. Bir gün kamyona kavunları yüklemeye yardım ederken cesaretlenip sevdiğini söylemişti.  Karısı, hiçbir şey demeden gülümseyerek uzaklaşmasını ‘evet’ olarak kabul etmişti. Birçok kez ilçenin uzağındaki bir tepede her gün buluşarak aşklarını perçinlemişti. Düğünleri çabuk olmuştu. Çocukları da öyle…

Trafik kurallarına uyardı. Şimdiye kadar hiç ceza almadığını çevresine övüne övüne anlatırdı.  Günün sıcaklığı yerini yavaş yavaş serinliğe bırakmıştı. Kuruyan gömleğini tekrar giydi. Bisküvi yerken kolasından da birkaç yudum aldı. İkinci sigara paketini açıp aldığını yaktı. Dumanını derince çekip dışarıya bıraktı. Bırakırken Tuz Gölü’nün haline acıdı. Göl, damarları kurumuş ihtiyarlar gibiydi. ‘Yakın zamanda bu gölde de su kalmazsa şaşmam!” diyerek kıvrımı olmayan asfaltta canı sıkılmıştı. Hiç sevmediği bir karayolu tipi de buydu. Uyuyarak gitse araç dümdüz yolda yolunu şaşırmadan hedefine varırdı. Soluna baktı, yere bırakılan bir levha gördü. Üzerinde “S” ile başlayan küçük yazıyı okuyamasa da, “Radar Kontrolü” yazısını okumuştu. Aracı zaten karayolları hızına uygundu. Ayağını gazdan çekmedi. Birkaç yüz metre ileride sağ tarafta duran sivil aracın radar kontrolü yapacağını düşündü. Ona doğru baktı. Sigarasını çekip inat edercesine onlara doğru üfledi. Bir süre daha yoluna devam etti. Sönen sigarasını tazelediğinde ileride bir trafik polisi el işareti ile sağa yaklaşıp durmasını istedi. Aracını yavaşlatıp, birkaç duran araçların arkasına geçti. Yanına gelen genç polise torpido gözünden aldığı ruhsat ile emniyet kemerinin sıkıştırması arasında arka cebinden zorlukla çıkartabildiği ehliyetini uzattı.

“ Gerek yoktu beyefendi.”

“ Neden? Ya teröristsem…”

“ Güldürmeyin beni… Hiç aynaya bakmıyor musunuz? Sizin terörist olmanız için çok fırın ekmek yemeniz lazım. Tipiniz tıpkı bir memur. Doğru mu?”

“Evet… Nereden anladınız?”

“ Altındaki arabandan… Sizin gibi eskimiş! Hah hah…”

Mahmut, bu söze içerleyip, sigarasından bir fırt daha çekip, diğer cama doğru sinirlice üfledi. Birçok şey söylemek isterdi, ama ortam kötüydü. Her an bilmem ne örgütü ile ilişkilendirilip, işinden olabilir, evdeki çoluk çocuk aç kalabilir ve hapislerde yıllarca çürüyüp gidebilirdi. Sessiz kaldı.

“Peki, o zaman ben gideyim. Madem ehliyet ve ruhsatı kontrol etmeyeceksiniz. Tabi yolda daha dikkatli gitmemiz için bizleri uyaracaktınız değil mi? Geçenlerde televizyonda seyretmiştim. Şoförlere çay  ikramında bulunuyorlardı polisler…”

“Tabii ne demek kardeşim! Yemek de söyleyelim mi? Kebap mı olsun? Yoksa kuru mu alırsınız?”

“ Şey… Kusura bakmayın. Öyle zannettim de… Peki, neden durdurdunuz o zaman?”

Polis, ehliyet ve ruhsatı geri verirken, Mahmut’un sigarasına alaylı bir şekilde baktı. Gülümsedi.

“Anladım. Sigara istiyorsunuz.” diyerek torpido gözünden çıkardığı paketlerden birisini polise uzattı. Polis, kaş göz işareti ile “Cık” dediğinde seyrek dişleri arasından ıslık şeklinde bir ses çıkardı.

“Yok yok… Rüşvet istemem.”

Mahmut, “Bunlar sigarayı ufak buldu. Herhalde para istiyorlar” diyerek elini arka cebine götürürken, polis uyardı.

“Çek elini ordan… Para filan çıkarma yoksa hakkında tutanak tutarız.” dediğinde Mahmut korkudan elini hemen çekti. Küllüğe bıraktığı sigarasından bir fırt daha çekip aracın içine savurdu.  Bir nefes… bir nefes daha derken içerisi dumana boğulmuştu.  Polis,

“Yaptığını beğendin mi?”

“ Ne yapmışım ki? Polis Bey, kabahatimi söyler misiniz?”

Polis yine gülümsedi. Göz işareti ile sigarayı gösterdi.

“Radara yakalandınız.”

“Ne radarı?”

“Yol üstüne bıraktığımız uyarı levhasını görmediniz mi?”

“Gördüm, hız kontrol radarı değil mi?”

“Cık…”

“Peki beni neden durdurdunuz?”

“Sigara radarına yakalandınız.”

“Allah Allah! Onunda mı radarını icat ettiler.”

“He ya… Hızınız normalmiş. Ancak, araçta sigara içtiğinizden size 640 TL ceza yazacağız.”

“Bakın ben devlet memuruyum. Aldığım belli, harcadığım belli… İki çocuk üniversitede okuyor. Yapmayın, etmeyin! Annem hasta ona gidiyordum…”

“Ben de devlet memuruyum. Siz hiç televizyon seyretmez misiniz? Bundan on beş gün önce kanunu çıktı. Artık araçlar içinde sigara içene ceza var. Arkada oturanlar da cezaya dahiller.”

“Yanda oturanlar?”

“ Onlar da…”

“Allah Allah! Hiç böyle bir ceza duymamıştım. Memur Bey, bu kez ikaz etseniz. Vallahi bir daha içmem.“ diyerek torpido gözüne uzanıp kalan iki paketi Polise uzattı.”

“Kardeşim ben senin sigaranı ne yapayım! Gören de rüşvet alıyor zannedecek. Ne yaparsan yap sigaranı! Cezanızı yazdım. Buyurun makbuzunuzu. Eğer 15 günden önce yatırırsanız yüzde yirmi beş indirimi var…”

Mahmut, makbuzu alırken mırıldandı. Polis, gitmek üzereyken geri döndü.

“Ne dediğini duydum. Demek küfür ha!”

“Yok vallahi ben küfür filan etmedim. “!

“Duydum… Duydum.! Sen in bakalım aşağıya…”

Mahmut önce diretti. Polis ’in uyarıları ile araçtan inmek zorunda kaldı. Polis koluna girerek araçtaki meslektaşın yanına götürdü.

“Komiserim, bu vatandaş aracında sigara içerken yakalandı. Cezasını kestim ancak sinirlenip küfürler mırıldandı.

Komiser gülümsedi. “Öyle mi?” dedi.   Mahmut,

“Komiserim ben de sizin gibi bir memurum. Hayat şartları fena! Anama gidiyordum. Malum yolculuk uzun, sigara içmeyim de ne yapayım? Merete bir kere alışmışım. Kanundan da haberimin olmadığını söyledim. Bu kez affetseniz he?”

“Haklısın… Ama kanundan haberim yok demekle olmuyor. Ceza kesilmiş, artık ödeyeceksin… Küfür olayına gelince… Yapacak bir şey yok. Tutuklusun. Evladım, ellerini kelepçeleyin. Araca da el koyun…”

Mahmut, “Olmaz… Yapmayın!“ diye, bağırdığında, karısı dokunarak uyandırmak zorunda kaldı. Uyanan Mahmut eşine bir süre baktı. Onu komiser olarak gördü. Hafifçe gülümsedi. Kendine gelince tekrar uzanıp uykuya daldığında horluyordu…

Ertuğrul Erdoğan

Ertuğrul Erdoğan
Yazar Hakkında 1 Ankara’nın gecekondu semti Akdere’de 3 Eylül 1958 yılında iki katlı beyaz badanalı bir evde dünyaya gelmişim. Gecekondunun bahçeleri alabildiğine özgürlüktü. Kiraz ağaçlarının en tepesine çıkılır ve kulaklarımıza taktığımız iri kirazlarla gülüşürdük. Yazları bir başkaydı. Bahçemizdeki variller içindeki suya dalıp, serinler, şaşkın ördekler gibi kurulanırdık güneşin sıcaklığında. Bir başkaydı oyuncaklarımız, telden araba, tahtadan tornet arabası yapardık yaratıcı minik ellerimizle. Dedik ya yaratıcıydık o dönemler. Hele arka bahçemizin gölgeliğin tadına doyun olmazdı. Müsamerenin kolonyasını rengarenk gramofon kâğıtlarıyla yapıp, konuk arkadaşlarımıza ikram ederdik. Destan satanların peşinden gider, ağıtları ayakkabılarımızın çamura saplanmasında dinlerdik. Komşuluklar bir başkaydı gecekonduda… Oyunlarımız gündüzlere sığmaz, geceleri kâh Karabulut amcaların ve şişman Meliha Teyzenin bahçesinde fıkra ve sohbetlerin hoşluğunda gecelerdik… Mahallemiz siyasilerin unutmuşluğunda 1965 yıllarında şehrin uzaklarındaydı… Sokaklarında asfalt yoktu ama siyasi partilerin at ve altı ok bayrakları her tarafı süslerdi… 1968 yılı gecekondunun özgürlüğünden ayrılıp, Cebeci semtinin asfaltlı, temiz çocukların bulunduğu, bana da yüksek gelen Levent Apartmanının 6. katına taşındığımızda, kendimi sanki gökyüzüne yakın hissederdim. Geceleri uçakların geçişini balkonda yıldızların çokluğunda ve kaymasında izlerdim. Babam sattığı gecekondumuzun sermayesi ile açtığı ve Doğan Yayınevi adını koyduğumuz kitapçı dükkanımızı gece gündüz bekledik. Kitaplar, artık en iyi dostum olmuştu. Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki ezilenleri okuyup iyiliği öğrenmiştim kalbimce. Ve her hafta gittiğimiz sinemalarda Türk filmlerinin duygusallığına ağlardık sevgililerin ayrılışlarında. Ve ilk televizyonu izlemenin onurunu yaşadık Grundig mağazasının önünde biriken kalabalığın çekirdek çitlemelerinde. Çoğu zaman evimize gelen ve artık bizden biri olan “Tele konuklar”ı ağırlardık, annemin güzel pasta ve meyve ikramlarında… Zamanla kayboldu misafirler, komşularımızın evine giren televizyonlarla. Çocukluğum ve gençliğimde öğrenci hareketlerini gördüm. Polis ve öğrenci çatımalarının en şiddetlisini izledim, 12 Eylül öncesi yıllarda. Siyasal ve Hukuk Fakültelerinin bahçelerinde tabancalardan fırlayan kör kurşunlar ve taşlar uçuştu dükkânımızın önlerinde. Kepenkler ardında can havliyle sığındık tezgâh gerilerine. Prof Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, şair, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Fikret Otyam gibi yazarların kitaplarını bastığımız yazarların, babamla yaptığı akşamüstü sohbetlerini keyifle dinledim. Ve onların kitaplarını matbaamızda orijinallerini ilk dizenlerden oldum. Dükkanımızın önündeki Cemal Gürsel Caddesi’nde nice yürüyüşlere tanık oldum, polislerin panzerli su sıkmalarında ve polislerin coplu dayaklarında… Ve 12 Eylül darbesinin ardından yayınevimiz ve matbaamızın sonlandığı yıllardı 1980. Askerlik dönüşü Ordu şehrinden aldığım teklifi değerlendirip, Karadeniz 52 Gazetesi’nde dizgi operatörü olarak çalıştım. Hürriyet Muhabiri arkadaşımızın ölümü üzerine yazdığım “ Ağlayan Tuşlar” yazımı beğenen Yayın Yönetmenimizin teklif ettiği, Tercüman Gazetesi ve Akajans’ın muhabirliğini kabul ederek ilk gazeteciliğime başladım. Dört ay oteldeki yaşamımı daha sonra bir odalı ev kiralayarak devam ettim. Geceleri en yakın arkadaşım, süpürgelikte bir türlü bulamadığım fareydi. Daktilo ve farenin tıkırdamaları arasında yazılarımı tamamlar, öyle uykuya dalardım. Politikacı, sanatçı ve futbolcu gibi birçok ünlüyü gazetecilikte tanıdım. Daha sonra maddi nedenlerle gazetecilik mesleğini noktalayıp, Ne uzayıp, ne kısalmak için PTT’de göreve başladım. Hep söylerim; “İki yıl gazetecilik yaptım, yirmi sekiz yıl gibi yaşadım. Yirmi sekiz yıl memurluk yaptım, iki yıl gibi yaşamadım.” Evliyim ve Allaha emanet bir erkek çocuğumuz var, Bir de içimde Atatürk Sevgisi… Okumayı, araştırmayı ve yazmayı çok seviyorum. “ Daha iyi bir dünya için herkesin yapabileceği mutlaka bir güzellik vardır” diyor, Saygı ve Sevgilerimle, Ertuğrul Erdoğan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.