Dolar 34,5055
Euro 36,4583
Altın 2.955,93
BİST 9.084,29
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 18 °C
Az Bulutlu

Elma Şekeri | Ertuğrul Erdoğan

01.01.2020
1.560
A+
A-
Elma Şekeri | Ertuğrul Erdoğan

“Elma Şekeri” Ertuğrul Erdoğan’ın, roman çalışmamdan bir bölümdür.

Bugün Nergis’in doktorluk mesleğinin ilk günüydü. Okuduğu şehirde kadın doktoru olmak ve yörenin kadınlarını bilinçlendirme arzusuyla dolu olsa da yataktan kalkmayı istemedi. Tıp Fakültesini bitirdikten sonra gece gündüz demeden staj yapmıştı, ancak son üç aydır işi gücü olmayan emekliler gibi geç saatlerde uyanıyordu. Uyuşuk haldeydi.

“Haydi, kalk ve doğruca işine git. Onlarca yeni tanışacağın hasta seni bekliyor… emriyle kalkıp mutfağa geçti. Canı bir şey istemedi. Dolaba baktı. Önünde uzun süre düşündü. Kafasını kaşırken zeytin ve peynir kabını alıp masaya koydu. Çay demlemek uzun sürer, en iyisi meyve suyu, diye düşündü. Birkaç lokmayı meyve suyunun itişiyle zor da olsa yutabilmişti.

Akşamdan ütülediklerini giyip saçlarını topladı. Makyajı pek sevmezdi ama ilk izlenim önemlidir, diyerek uzunca makyajını yapıp dışarıya çıktı.

Çalışacağı Dicle Devlet Hastanesi evine yirmi kilometre uzaklıktaydı. Hastane, üniversitesiyle birlikte adını aldığı nehre yakın ve geniş bir alana kuruluydu. Nergis, aslında yıllarını verdiği bu üniversiteden ayrılıp doktor olduktan sonra başka illerde çalışabilirdi ancak kendi yöresindeki kadınlara hizmet etmeyi ve onları bilinçlendirmeyi istedi.

İlk gün odasının önü oldukça kalabalıktı. Kaç hastaya baktığını bilemedi. Aralarında, vajinalarına çocukları olması için maydanoz kaynatıp koyanlar mı dersiniz, ters ilişkiden muzdarip olan kadınların gözyaşı içinde anlattıkları mı dersiniz, her türlü insanla karşılaşmıştı mesaisi bitinceye kadar…

Yalnız yaşadığı evine yorgun geldi. Bulunduğu yer Sur’a yakındı ve makineli tüfekle bombaların sesleri hiç kesilmiyordu. Operasyon son sürat devam ediyordu. Nergis, artık bu seslere alışmıştı. Hatta bir gün kullanmadığı odanın penceresinden içeriye irice bir mermi girmiş, kör kurşun Allah’tan oturduğu odaya gelmemişti. Annesini telefonla aradı, onun dualarını istedi. Okul hayatından beri kendisini yıllardır takip eden ancak bir türlü kendisine açılamayan bir alt katta görevli okul arkadaşı Yaşar’ı düşündü. Yaşar da aynı hastanenin dâhiliye bölümünde çalışıyordu.

Nergis’in gözleri düşünceleri arasında ha kapandı ha kapanacaktı. Mutfakta dünden hazır olan birkaç tabaktaki yiyecekleri masaya serip, birkaç lokma ile sofrayı bile toplamadan yatak odasına geçti. Bu, odasının hemen yanındaki bölme elbise odasıydı. Özel yapılmış bir odaydı. Penceresi de yoktu. Dışarıda silah sesleri duyduğu veya havanın kötü olduğu günlerde bir anne karnındaki bebek gibi buraya gizlenirdi. Oradaki kanepede sessizce uyuyakalırdı.

Evinin kapısının açıldığının bile farkında değildi. Bir ara gözlerini hafifçe araladı. Etrafını karanlık buldu. Oysaki gece lambasını yakmıştı. Her halde elektrikler kesilmiştir diyerek gözlerini tekrar kapadı. Nefessiz kaldığını hissetti. Birazdan sabah olacak ve gün ışıkları perdeden süzülerek yüzüne yansıyacaktı. Telefonunun alarmı çaldığında bacaklarını ileriye atarak bütün kaslarını gererek uzunca gerindikten sonra kalkıp mutfağa gidecek ve ardından, geceden hayalini kurduğu sucukları dilimleyecekti. Onları, saldığı kendi yağıyla pişirdikten sonra üstüne kırdığı yumurtayı kaysı halde ocaktan alıp ekmeği bandıra bandıra afiyetle yiyecekti.

Sabahları makyaj faslını pek sevmezdi. Geçen zamana üzülür, sırtında yük taşıyor gibi gelirdi. Banyonun ardından saçlarına bigudi yerleştirip kurutması işkenceden öte gelirdi ona. İşe giderken bakımlı olmak ve süslenmek gerekliliğini de biliyordu.

Hiçbir şey istediği gibi olmadı. Gözlerini bir kez daha açtı. Bir şey göremedi. Sanki Japon yapıştırıcıyla sıkı sıkıya yapıştırılmış haldeki dudaklarını birbirinden ayırmak istedi. Beceremedi. Tek nefes alabildiği burnuydu. Doğrulmak istedi, onu da yapamadı. Gözlerini kırpıp rüyasına geri döndü. Dakikalar önce gördüğü rüyasında, banyoda kuş yavruları oradan oraya uçuşuyordu. Ama farklıydılar. Birçoğunun kanatları gökkuşağı gibi rengârenkti. Bir an kuşlar öylesine büyümüşlerdi ki sanki bir canavara dönüşmüşlerdi. Belli ki kuşların özgürlük arzuları vücutlarına adeta dolmuştu. Banyonun penceresini sonuna kadar açtı. Kocaman kuşlar birbirlerine çarparak hızla dışarı çıkıyorlardı. Rüyasından sıyrılıp “Ben neredeyim?” diye kendine sordu. Uykuda mı, rüyada mı yoksa uyanmış mıydı hiç bilemiyordu.

Arabanın bagajı, uzaydaki karadelik gibi kendisini yutmuştu. İçerisi zemheri gecelerinin ayazı kadar da soğuktu. Titredi, titrerken yutkundu. Yoksa bir mezarın içine mi atılmıştı? Üstündeki ölü toprağı mıydı? Bir ahraz gibi bağırdı. Bağırdıkça minik minik çıkan sesleri ağzındaki banta öldürülen bir sinek gibi yapışıp öylece kalıyordu. Kedi miyavlaması gibi işittiği garip sesler, ne insan sesine ne de bir hayvan sesine benziyordu. Yoksa işittikleri, cehennemin derinliklerinden gelen sesler miydi? Oysaki duyduğu yalnızca uzaktan gelen motorun vızıldayan sesi ve asfalttaki tekerleğin çıkardığı cızırtıydı. Bu sesle uykusu ağırlaşınca gözlerini yumdu. Tekerleğin çıkarttığı vızıltılı ses kesilmiş, araç durmuştu. Bagaj kapağı sert açılınca gözlerini hafifçe araladı. Görebildiği yalnızca ay ışığının yansıttığı cılız aydınlıktı. Teröristlerin yüzünü seçemedi. Birisi ileri geri dokununca ayak parmaklarını oynatmak istedi, yapamadı. Şah damarına dokunan el soğuktu. “Yaşıyor…” sesini duyduğunda bagaj tekrar üstüne tabutun kapağı gibi sertçe örtülmüştü. Tekerleğin sesi ninni gibi geliyordu. Bir iğne ucu kadar delikten sızan ışık bir süre içeriyi belli belirsiz aydınlatıyor, bir süre sonra da kesiliyordu. Karayolunda ilerlediklerini ve bu ışığında arkalarından gelen araçların farı olduğunu anlamıştı. Onlara sesini nasıl duyuracaktı?

İçerisinin havasızlığına bir de bidondan gelen benzin kokusu karışmıştı. Midesi bulandı. Neredeyse kusacaktı. Kusmuş olsa çıkardıklarını dışarıya nasıl bırakacaktı? Hepsinin tekrar midesine geri kaçacağını biliyordu. Boğazına kadar gelen safrayı gerisin geri yutuyordu. Uyumayı düşündü, gözlerini sımsıkı kapadı. Hayallere daldı. Evlerinin arka bahçesindeydi. Babasının tahtadan yaptığı sedire yattı. En sevdiği kiraz ağacı birkaç metre ötesindeydi. Dalgalanan yaprakları arasından süzülen güneş ışığına baktı. Annesi, “Nergis! Kız nerelerdesin?” diyen sesiyle doğruldu. “Burdayım. Arka bahçedeyim Anne!” diye cevap verdi. Annesi, elinde geniş alüminyum leğen, sabun ve büyük bir kovayla yanına yaklaştı. “Kızım kaç gündür banyo yapmıyorsun, soyun!” dediğinde, “Anne ben kocaman kız oldum. Artık komşuların önünde banyo yapmak istemiyorum.” dediğinde annesi, “Şuna da bak hele!” diye bacaklarına şaplak vurarak soyup, gözlerine kaçan sabunlar arasında banyosunu yapmıştı. Annesinin o şakadan vurduğu şaplaklara dudaklarını aralayamadan gülümsedi.

Araç hızla yol alıyordu. Görebildiği o iğne deliği gibi aydınlıkta yok olmuştu. Bilinmeyen bir yöne doğru kaçırıldığını anlamıştı. Kalbi hızla çarpıyordu. Damarları gerilmişti, yağmur sonrası topraktan sıyrılan solucanlar gibi kıvrım kıvrım oynadığını hissetti. Burnundan derin derin nefes almaya çalışsa da içerinin havasızlığından tekrar bayılacak gibi oldu. Ortamın oksijenini tüketmemek için nefes alıp vermesini yavaşlattı.

“Allah’ım nedir bu başıma gelenler? Ben kime ne yaptım?”

Sürekli dua etti. Araç durmuştu. İşittiği iki ses oldu.

“Ağabey ne kadar dolduralım?”

“Fulle” sözcükleriydi.

Bagajın tavanını yumruklayıp pompacıya veya dışarıda kim varsa ona haber vermek istedi ama hiçbir yerini hareket ettiremedi. Ayak ve el bilekleri sancıyordu. Araç, kişneyen bir at gibi bir kez daha hareket etmişti. Gözlerini açmakla kapatmak arasında fark yoktu. Kapatmayı tercih etti. Gözünün önünden yaşantısı film şeridi gibi geçti. Küçüklüğünde İstanbul’daki komşularının kızı Zerrinle birlikte bahçelerindeki ağaçların hemen yanı başında evden getirdikleri çarşaflarla çadır yapıp içine girdiklerinde dünyadan arındıklarını düşünmüşlerdi. Kimsenin onları göremeyeceğini zannetmişlerdi. Bir de elma şekeri geldi aklına. Neler vermezdi şu an onun için.

***

Ah o elma şekerleri nasıl bir şeydi öyle? Gözümün önünden gitmediği ve tadını hayalimde sakladığım o ışıldayan kırmızı elma şekerlerini ilk kez ilçemize gelen panayırda iki çocuk iştahlı yerken görmüştüm. Onlar, elma şekerlerine yumulup ağzı yüzü kırmızılar içinde yalarken ben de kediler gibi boş yere yalanarak yutkunuyordum. Tatlı mı yoksa ekşi miydi? Onu da bilmiyordum. Çocuklar şekeri elmasıyla birlikte neredeyse bitirmişlerdi. Esmer olanına “Bana da kalanını verir misin?” dediğimde burun kıvırıp yalamasına hızla devam etti. Ta ki, elindeki sapta kırmızı şeker kırıntıları kalıncaya dek. Belki onu yemez de atar, diye düşündüm. Yapmadı. Sapını öylesine kemiriyordu ki bir kırıntı bile bırakmayacağı belliydi. Baktım sapta ne elma ne de şekeri kalmıştı. Yere doğru attığı sapı aldım. Toprağın tozu şekerli bölüme yapışmıştı. Bu kez diğer çocuğu kollamaya başladım. Ona da kalan kısmı vermesini istedim. Vermedi. Aksine o da yalamasını hızlandırdı. Bir taraftan da sinsi sinsi gülüyordu.

Tadına meraktan çatlayacaktım. Acaba evimizdeki kesme şekerlerine benzer miydi? ‘Öyle olsa kırmızı olmazdı. Mutlaka farklı bir tadı olmalıydı’ dedim. Aksilik ya, bu kız da elma şekerinin sapında bir kırıntı tanesi bile bırakmamıştı. Yutkuna yutkuna eve geldim. Yutkunduğum bütün tükürüklerim midemi şişirmişti. Aklımdan o kızların yiyişleri hiç gitmedi. Günlerce düşündüm. Hatta geceleri rüyalarıma bile giriyordu. Bir gün sabah uyandığımda annem, “Kızım dudaklarını neden öyle yalar gibi şapırdatıyordun?” dediğinde, anneme olup biteni anlattım. “Ben kızıma hemen alırım.” sözünü verse de unutup gitmişti. Ama elma şekerlerinin nasıl bir şey olduğu o günden beri aklımdan hiç gitmedi. Acaba nerede satılırdı? Onu da bilmiyordum. Satın almak için olağan üstü bir hırsla para biriktiriyordum. Birkaç ay geçmişti ki biriktirebildiklerim epeyce ağırdı. Onları bütünlemek için yanıma aldığımda küçücük bedenimin dengesi bozulmuş bir halde dolmuşun arka pencere kenarına oturdum. Cebime doldurduğum bozukluklar dengemi bile bozmuştu. Dükkânlara bakarak yol alıyorduk ki kırmızı ışıkta durunca bir pastanenin vitrininde tepsinin üstünde öylesine çok elma şekerini görünce şoföre seslendim:

“Durun! Durun! Beni hemen indirin!”

Dolmuştan inip pastaneye koştum. Ama ne koşuştu o. Bozuk paraların ağırlığından şıngır şıngır sesler arasında topallayarak koşuyordum. Pastaneye nefes nefese girdim. Tezgâhta bekleyen amcaya bir şey konuşamadan elma şekerlerini gösterdim. Anlamıştı. Gülümsedi.

“Kızım hele bir nefeslen.”

Tepsiyi önüme getirdi.

“Hangisini istersin?”

Cebimdeki bütün paraları çıkartıp ona verirken,

“Hepsini, hepsini!”

Adam şaşkındı. Ona,

“Amca bu tepsiyi şu masaya koyar mısınız?”

Söylediğimi yaptı. Önce bir tanesini tattım. O hayal ettiğim tat sanki yoktu. Veya ben hüsrana uğramıştım. Belki bu öyledir, diyerek diğer elma şekerlerini bir ısırıklayıp kenara koyuyordum. Etrafta bakanlara bile aldırış etmiyordum. Her ısırıkta hüsrana uğramam devam ediyordu. O tadı bulamayınca hüngür hüngür ağladım. Amca tezgâhından gelip başımı okşadı.

“Neyin var senin kızım?”

Ama hıçkırıklarım bir türlü kesilmiyordu. Bir ara, “Ne biçim elma şekerleri bunlar hayal ettiğim tat değil bunlar!” diyerek hızla dışarı çıktığımda üstümdeki bütün yükleri atmış ve hafiflemiştim.

Ertuğrul Erdoğan

Kaynak: 2018 / Bursa “Elma Şekeri” romanımdan derlenmiştir.

Ertuğrul Erdoğan
Yazar Hakkında 1 Ankara’nın gecekondu semti Akdere’de 3 Eylül 1958 yılında iki katlı beyaz badanalı bir evde dünyaya gelmişim. Gecekondunun bahçeleri alabildiğine özgürlüktü. Kiraz ağaçlarının en tepesine çıkılır ve kulaklarımıza taktığımız iri kirazlarla gülüşürdük. Yazları bir başkaydı. Bahçemizdeki variller içindeki suya dalıp, serinler, şaşkın ördekler gibi kurulanırdık güneşin sıcaklığında. Bir başkaydı oyuncaklarımız, telden araba, tahtadan tornet arabası yapardık yaratıcı minik ellerimizle. Dedik ya yaratıcıydık o dönemler. Hele arka bahçemizin gölgeliğin tadına doyun olmazdı. Müsamerenin kolonyasını rengarenk gramofon kâğıtlarıyla yapıp, konuk arkadaşlarımıza ikram ederdik. Destan satanların peşinden gider, ağıtları ayakkabılarımızın çamura saplanmasında dinlerdik. Komşuluklar bir başkaydı gecekonduda… Oyunlarımız gündüzlere sığmaz, geceleri kâh Karabulut amcaların ve şişman Meliha Teyzenin bahçesinde fıkra ve sohbetlerin hoşluğunda gecelerdik… Mahallemiz siyasilerin unutmuşluğunda 1965 yıllarında şehrin uzaklarındaydı… Sokaklarında asfalt yoktu ama siyasi partilerin at ve altı ok bayrakları her tarafı süslerdi… 1968 yılı gecekondunun özgürlüğünden ayrılıp, Cebeci semtinin asfaltlı, temiz çocukların bulunduğu, bana da yüksek gelen Levent Apartmanının 6. katına taşındığımızda, kendimi sanki gökyüzüne yakın hissederdim. Geceleri uçakların geçişini balkonda yıldızların çokluğunda ve kaymasında izlerdim. Babam sattığı gecekondumuzun sermayesi ile açtığı ve Doğan Yayınevi adını koyduğumuz kitapçı dükkanımızı gece gündüz bekledik. Kitaplar, artık en iyi dostum olmuştu. Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki ezilenleri okuyup iyiliği öğrenmiştim kalbimce. Ve her hafta gittiğimiz sinemalarda Türk filmlerinin duygusallığına ağlardık sevgililerin ayrılışlarında. Ve ilk televizyonu izlemenin onurunu yaşadık Grundig mağazasının önünde biriken kalabalığın çekirdek çitlemelerinde. Çoğu zaman evimize gelen ve artık bizden biri olan “Tele konuklar”ı ağırlardık, annemin güzel pasta ve meyve ikramlarında… Zamanla kayboldu misafirler, komşularımızın evine giren televizyonlarla. Çocukluğum ve gençliğimde öğrenci hareketlerini gördüm. Polis ve öğrenci çatımalarının en şiddetlisini izledim, 12 Eylül öncesi yıllarda. Siyasal ve Hukuk Fakültelerinin bahçelerinde tabancalardan fırlayan kör kurşunlar ve taşlar uçuştu dükkânımızın önlerinde. Kepenkler ardında can havliyle sığındık tezgâh gerilerine. Prof Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, şair, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Fikret Otyam gibi yazarların kitaplarını bastığımız yazarların, babamla yaptığı akşamüstü sohbetlerini keyifle dinledim. Ve onların kitaplarını matbaamızda orijinallerini ilk dizenlerden oldum. Dükkanımızın önündeki Cemal Gürsel Caddesi’nde nice yürüyüşlere tanık oldum, polislerin panzerli su sıkmalarında ve polislerin coplu dayaklarında… Ve 12 Eylül darbesinin ardından yayınevimiz ve matbaamızın sonlandığı yıllardı 1980. Askerlik dönüşü Ordu şehrinden aldığım teklifi değerlendirip, Karadeniz 52 Gazetesi’nde dizgi operatörü olarak çalıştım. Hürriyet Muhabiri arkadaşımızın ölümü üzerine yazdığım “ Ağlayan Tuşlar” yazımı beğenen Yayın Yönetmenimizin teklif ettiği, Tercüman Gazetesi ve Akajans’ın muhabirliğini kabul ederek ilk gazeteciliğime başladım. Dört ay oteldeki yaşamımı daha sonra bir odalı ev kiralayarak devam ettim. Geceleri en yakın arkadaşım, süpürgelikte bir türlü bulamadığım fareydi. Daktilo ve farenin tıkırdamaları arasında yazılarımı tamamlar, öyle uykuya dalardım. Politikacı, sanatçı ve futbolcu gibi birçok ünlüyü gazetecilikte tanıdım. Daha sonra maddi nedenlerle gazetecilik mesleğini noktalayıp, Ne uzayıp, ne kısalmak için PTT’de göreve başladım. Hep söylerim; “İki yıl gazetecilik yaptım, yirmi sekiz yıl gibi yaşadım. Yirmi sekiz yıl memurluk yaptım, iki yıl gibi yaşamadım.” Evliyim ve Allaha emanet bir erkek çocuğumuz var, Bir de içimde Atatürk Sevgisi… Okumayı, araştırmayı ve yazmayı çok seviyorum. “ Daha iyi bir dünya için herkesin yapabileceği mutlaka bir güzellik vardır” diyor, Saygı ve Sevgilerimle, Ertuğrul Erdoğan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.