Saklambaç | Cevdet Gökhan TÜZÜN
Gözlerimi
kapattım.
Balıklama gidiyorum, zihnimin zaman makinesinde.
Benimle saklambaç oynayan kaybolan tarihlere.
Tüylerim
diken diken oldu.
Burnuma doldu yine çocuk duygularım.
Çanak çömlek patlamadan anlatayım biraz.
Güneşli bir
bahar günü.
Temizlik var mahallede.
Bahar temizliği.
Hani camların sirkeli sularla silindiği,
Eski gazete kağıtları ile kurutulup parlatıldığı günlerden.
Camdan aşağı
baktığımda,
Bir serinlik geliyor.
Küçücük yüreğimi tebessüm ettiren.
Apartmanımızın
gayretli kadınları,
Evlerindeki halıları çıkarmışlar.
Gürültülü bir telaş içindeler.
Birazdan “büyük halı yıkama günü” yapacaklar.
Kırmızı renkli soğan filelerini ellerine sarmışlar,
Bekliyorlar suyun açılmasını.
Hani, gazozu
pipetle köpürtüp köpürtüp içtiğimiz gibi,
Arap sabununu halıya sürterek köpürtüyorlar.
Biraz toz deterjan, biraz da küçülmüş vücut sabunlarını rendelemişler sanki.
Toz sabun haline getirmişler ondan serpiyorlar halının üstüne.
Dizimdeki
kabuk tutmuş yaranın bir güzel kaşınması gibi,
Yerinde duramayan halimle, hemen evden aşağı inmek istedim.
Annem ise içeriden seslendi:
“Kirliniz var mı çıkarın hemen.”
Çıkardım yıkanacaklarımı hemencecik.
Ve annemin gözlerine bakıp en masum halimle:
“Aşağıda teyzeler halı yıkıyorlar ben de inebilir miyim onları seyretmeye”
dedim.
İzin verdi sağ olsun ama sonuna ekledi:
“Akşam ezanından önce eve gel.”
Merdiven
basamaklarını ikişer üçer atlayarak indim aşağıya.
O halı üzerindeki küçücük su birikintisinde zıplamaktı derdim.
Köpükten baloncukları üflemekti hayalim.
Teyzeler
alelacele hortumu tutmam için bana verdiklerinde,
“Saklambaç oynayan elime mum diksin” der gibi.
Nasıl sevindim anlatamam.
Halıdaki sabunu arındırma çabalarına ben de şahittim artık.
Kendi
aralarında ismini bilmediğim bir hastalıktan bahsediyorlardı.
Ama gülümseyerek birbirlerine moral vermeyi de ihmal etmiyorlardı.
“Aman bir şey olmaz kayınımda da var o hastalıktan” veya
“Ay görümcemin kızı da öyle.
Plastik
çekçek icat edilmemişti o zamanlar.
Bir tahta yardımı ile halının suyunu sıyırdılar.
Soğuk sudan ellerimiz, ayakaltı derilerimiz buruş buruş olmuştu ama
Güle oynaya temizledik bütün halıları.
Sonra
oturdular bahçeye.
Tavşankanı bir çay demlemişler.
Salçalı ekmeklerin üzerine kimyon serpilmiş yanında şekerli leblebiler.
Günün yorgunluğunun üstüne o ân.
Pırıl pırıl bir yaşam umudu olmuş.
Çok hora geçmişti bizlere.
Ahh ah olsa da yine yesek.
Merdivenleri
çıkarken, boynuma doğru akan teri silerken elimle.
Hızlı okunan akşam ezanından önce girmiştim evimize.
…………
O ânların
tadı bambaşkaydı.
Annem halâ hep söyler.
“Sen nasıl büyüdün ben hiç anlamadım” diye.
Ben de anlamadım anne.
Keşke hiç büyümeseydim.
Oynayabileceğimiz çeşit çeşit oyuncaklarımız yoktu belki ama.
O zaman dünya daha güzeldi.
Önümüze
çıkabilecek tek musibet.
Apartmanın girişinde gördüğümüz kara kediydi.
Arkamızı hemen dönüp,
Dilimizi ısırıp, geçmesini beklerdik.
Tek kanallı,
siyah beyaz bir dünyaydı bizim çocukluğumuz.
Hatıra defterlerimizin beyaz sayfalarına, kara kalemle arkadaşlarımız.
“Bu kalbin kadar temiz sayfayı bana ayırdığın için teşekkür ederim” yazarlardı.
Biliyorum
ki, artık o günler çok uzakta.
Ama çocukluğumu hayal meyal hatırlamak istemiyorum ben.
O yüzden yazıyorum.
Yazdıklarım bu zamanının ötesine gider mi bilmiyorum.
Çanak çömlek patlamadan,
Akıp giden hayatımda.
Şimdi aramızda olmayan o güzel gönüllü insanlar için yazıyorum.
Toprağınız bol olsun…