Dolar 34,5055
Euro 36,4583
Altın 2.955,93
BİST 9.084,29
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 18 °C
Az Bulutlu

Gerçeğin Ardındaki Keder | Bedros Dağlıyan

28.01.2020
1.365
A+
A-
Gerçeğin Ardındaki Keder | Bedros Dağlıyan

Halkın Nabzı Gazetesi

Kederliyim, hatta kederden ölesim var. Kime baksam yüzünde tarifsiz bir acının gölgesiyle, gözlerini kaçırıyor. Neden, diye sormayı dahi düşünmüyorum. Hepimiz açık denizde kocaman dalgalardan kaçıp sığınacak bir liman arama derdindeyiz. Oysa ne sığınacak bir liman var ne de altımızda bizi taşıyacak bir gemi… Öylece ne yapacağını bilmez halde kararsızlığımızla baş başayız.

Bu hızlı ve zamanını doğru kullanamadığımız hayat, hızlı tren gibi bizi bilmediğimiz yer ve diyarlara taşıyıp duruyor. Öyle hızlıyız ki, durup bakacak manzaranın keyfini alacak durumumuz da yok. Ne bir gölü çevreleyen ağaçların suda bıraktığı güzelliklere bakabiliyoruz ne de batan güneşin uzak ufukta bıraktığı o güzel resme… Hızla giden tren penceresinden sadece göz kırpması gibi uzaklaşan telgraf direklerini sayabiliyoruz… Buna zaman diyor birileri; bizse baktığımız aynalardan anlıyoruz kocadığımızı…

O koca kalabalık, o büyük insanlık bir kaosun içinde debelendikçe karamsarlıkları artıyor. Çözüm arıyorlar mı sizce? Emin değil misiniz? Aslında nasıl bir dramı yaşadıklarından da bihaber gibi bakıyorlar televizyon dizilerine, memleket haberlerine… O dizilerin içindeki aile dramlarına takılıp kendi yaşam öyküleri içindeki acınası hallerin farkına bile varmıyorlar.

Che Guevara Bolivya’da yakalandığında Yarbay Andres Selich katledilmesine çok az zaman kala kırk beş dakika kadar onunla konuşmuş ve bazı sorular sormuş:

– Comandante sizi biraz moralsiz gördüm, neden acaba?

– Başarısız oldum. Ondandır beni bu halde görmeniz…

– Kübalı mısınız, yoksa Arjantinli mi demeliyim?

-Kübalıyım, Arjantinliyim, Bolivyalıyım, Peruluyum belki de Ekvatorluyum…

– Neden ülkemizde eylem yaptınız?

– Köylülerin nasıl yaşadığını görmüyor musunuz? Vahşi gibiler, yoksulluk içinde yaşıyor, ne doğru dürüst evleri var, ne giyecekleri ne de yiyecekleri; hayvanlar gibi terk edilmişler…

– Ama Küba’da da aynı şeyler yok mu?

– Bu doğru değil. Küba’da elbette yoksulluk var. Oradaki köylülerin bir ilerleme hayali var, oysa Bolivyalı umutsuz yaşıyor. Nasıl doğduysa öyle ölüyor, kendi insanlık durumunda hiçbir iyileşmeyi görüp yaşamadan…

Ne çok benziyor değil mi Bolivya, bizim Anadolu bozkırlarına, o çileli halkı da bizim ensesi güneşten yanmış marabalarımıza… Sahi ben nereliyim? Diyarbakırlı, Tokatlı, Malatyalı, Sivaslı ya da Trabzonlu… Türk müyüm, Kürt müyüm, Süryani ya da Ermeni… Kim bilir, belki de Laz’ım

“Birisi de desin ki Eren iyi ki varsın” Bu tweetle kedernamemize girdi Eren Bülbül. Genç, bir yüzün nasıl bu kadar kederli bakabildiğine şaşırıyor insan… Onu vuran canilerin ne onun gençliğinden, ne yoksulluğundan haberdar olduğunu zannetmiyorum. Onu çatışma bölgesine götüren Mehmetçiğin ne onun ne de kendi yoksulluğundan haberi var. Hatta hırsızlık yaptıklarından, yoksul ailelerin yardımla aldıkları gıdaları çaldıklarından bile haberdar değil o caniler… Eren Bülbül uzak ihtimal hiç büyük bir şehri görüp, onun sokaklarında kaybolmayacaktı. Orada büyüyüp, orada yoksul bir rençper kızıyla evlenip sevdiği, taptığı devletinin bekası için yine canını seve seve verecekti.

Şimdi katledildiği o kanını akıtmaktan çekinmediği toprak ananın bağrında yatıyor Eren. Güneydoğuda, kuzeyde, doğuda ya da batıda, İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Gaziantep gibi şehirlerde genç yaşta katledilen diğer çocuklar gibi… Onu şehit ilan edenler bir görevi başarmak adına ailesine sarılıp gündemdeki modayla selfie çekiyorlar.

Tarifsiz bir keder uzanıyor ömrümün çorağına…

İnsanlar doğdukları yerlere benzerler. Coğrafyanın kader olması bu yüzdendir. Hep doğduğum ve özlediğim topraklara gitmeyi düşledim. Doğduğum ev, yaşadığım sokaklar, sokak başındaki kastallar hep beni çağırdı. Islandığında parlak kuzguni bir hale dönüşen taşlarla aramızda hep bir alışveriş vardı. Oralar, bana beni ben yapan hatıraları verdi. Benim şimdiki ben olmama katkı sundular.

O altı taş, üstü kerpiç toprak damlı yoksul evlerimiz şimdi yok. Onlar bana kederli bir geleceği miras olarak bıraktılar. Oralarda zaman içinde tanışıp bir öyküyü oluşturan insanlar, o genç, yaşlı yüzler de şimdi yok.

Birçok savaşı atlattı yaşadığımız dünya… Milyonlarca milliyetçi, kör düşüncelerin gaddarlığında yok olup gitti. Bayraklar, üniformalar hatta silahlar değişti, ama düşmanlık asla… O değişmedi. Bitmedi de… Devletler kendi egemenlikleri adına düşmanlar yaratmaya halen devam ediyor. Savaş sanayinin bu düşmanlara ve düşmanlığa her daim ihtiyacı oldu. Kâr uğruna, çıkar uğruna öldü milyonlarca insan ve ölmeye de devam etmekte…

Her inkâr kendi yalanının üzerinde yükselir. Bu inkâr katledildikten sonra unutulması dilenen bir bireyle ya da milyonlarca kadın, erkek ve çocukla da ilgili olabilir. Bu aslında Tanrı için bile neredeyse imkânsız addedilen bir yok edişi becerme girişimidir. Bu toprağın insanları çok inkâr gördü ve görmeye devam ediyor. On üçüncü yüzyılda Ermeni şair Hovhannes Yerzngatsi şöyle yazıyor: “Sadece hakiki güneş ışık verir; onu hakiki olmayandan ayıralım.”

İşte affedilmez bir zulüm, işte unutulamaz kötülükler, adaletsiz eylemler… İmkânsız diyebilirsiniz, böyle katliamların asla olmadığına da yemin edebilirsiniz… Söyleyebileceğiniz hiçbir şey bu dramları yok sayamaz.

Uzakta dumanı tütüyor insanlığın; vicdanlar kanıyor…

Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.