Gerçeğin Ardındaki Keder | Bedros Dağlıyan
Halkın Nabzı Gazetesi
Kederliyim, hatta kederden ölesim var. Kime baksam yüzünde tarifsiz bir acının gölgesiyle, gözlerini kaçırıyor. Neden, diye sormayı dahi düşünmüyorum. Hepimiz açık denizde kocaman dalgalardan kaçıp sığınacak bir liman arama derdindeyiz. Oysa ne sığınacak bir liman var ne de altımızda bizi taşıyacak bir gemi… Öylece ne yapacağını bilmez halde kararsızlığımızla baş başayız.
Bu hızlı ve zamanını doğru kullanamadığımız hayat, hızlı tren gibi bizi bilmediğimiz yer ve diyarlara taşıyıp duruyor. Öyle hızlıyız ki, durup bakacak manzaranın keyfini alacak durumumuz da yok. Ne bir gölü çevreleyen ağaçların suda bıraktığı güzelliklere bakabiliyoruz ne de batan güneşin uzak ufukta bıraktığı o güzel resme… Hızla giden tren penceresinden sadece göz kırpması gibi uzaklaşan telgraf direklerini sayabiliyoruz… Buna zaman diyor birileri; bizse baktığımız aynalardan anlıyoruz kocadığımızı…
O koca kalabalık, o büyük insanlık bir kaosun içinde debelendikçe karamsarlıkları artıyor. Çözüm arıyorlar mı sizce? Emin değil misiniz? Aslında nasıl bir dramı yaşadıklarından da bihaber gibi bakıyorlar televizyon dizilerine, memleket haberlerine… O dizilerin içindeki aile dramlarına takılıp kendi yaşam öyküleri içindeki acınası hallerin farkına bile varmıyorlar.
Che Guevara Bolivya’da yakalandığında Yarbay Andres Selich katledilmesine çok az zaman kala kırk beş dakika kadar onunla konuşmuş ve bazı sorular sormuş:
– Comandante sizi biraz moralsiz gördüm, neden acaba?
– Başarısız oldum. Ondandır beni bu halde görmeniz…
– Kübalı mısınız, yoksa Arjantinli mi demeliyim?
-Kübalıyım, Arjantinliyim, Bolivyalıyım, Peruluyum belki de Ekvatorluyum…
– Neden ülkemizde eylem yaptınız?
– Köylülerin nasıl yaşadığını görmüyor musunuz? Vahşi gibiler, yoksulluk içinde yaşıyor, ne doğru dürüst evleri var, ne giyecekleri ne de yiyecekleri; hayvanlar gibi terk edilmişler…
– Ama Küba’da da aynı şeyler yok mu?
– Bu doğru değil. Küba’da elbette yoksulluk var. Oradaki köylülerin bir ilerleme hayali var, oysa Bolivyalı umutsuz yaşıyor. Nasıl doğduysa öyle ölüyor, kendi insanlık durumunda hiçbir iyileşmeyi görüp yaşamadan…
Ne çok benziyor değil mi Bolivya, bizim Anadolu bozkırlarına, o çileli halkı da bizim ensesi güneşten yanmış marabalarımıza… Sahi ben nereliyim? Diyarbakırlı, Tokatlı, Malatyalı, Sivaslı ya da Trabzonlu… Türk müyüm, Kürt müyüm, Süryani ya da Ermeni… Kim bilir, belki de Laz’ım
“Birisi de desin ki Eren iyi ki varsın” Bu tweetle kedernamemize girdi Eren Bülbül. Genç, bir yüzün nasıl bu kadar kederli bakabildiğine şaşırıyor insan… Onu vuran canilerin ne onun gençliğinden, ne yoksulluğundan haberdar olduğunu zannetmiyorum. Onu çatışma bölgesine götüren Mehmetçiğin ne onun ne de kendi yoksulluğundan haberi var. Hatta hırsızlık yaptıklarından, yoksul ailelerin yardımla aldıkları gıdaları çaldıklarından bile haberdar değil o caniler… Eren Bülbül uzak ihtimal hiç büyük bir şehri görüp, onun sokaklarında kaybolmayacaktı. Orada büyüyüp, orada yoksul bir rençper kızıyla evlenip sevdiği, taptığı devletinin bekası için yine canını seve seve verecekti.
Şimdi katledildiği o kanını akıtmaktan çekinmediği toprak ananın bağrında yatıyor Eren. Güneydoğuda, kuzeyde, doğuda ya da batıda, İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Gaziantep gibi şehirlerde genç yaşta katledilen diğer çocuklar gibi… Onu şehit ilan edenler bir görevi başarmak adına ailesine sarılıp gündemdeki modayla selfie çekiyorlar.
Tarifsiz bir keder uzanıyor ömrümün çorağına…
İnsanlar doğdukları yerlere benzerler. Coğrafyanın kader olması bu yüzdendir. Hep doğduğum ve özlediğim topraklara gitmeyi düşledim. Doğduğum ev, yaşadığım sokaklar, sokak başındaki kastallar hep beni çağırdı. Islandığında parlak kuzguni bir hale dönüşen taşlarla aramızda hep bir alışveriş vardı. Oralar, bana beni ben yapan hatıraları verdi. Benim şimdiki ben olmama katkı sundular.
O altı taş, üstü kerpiç toprak damlı yoksul evlerimiz şimdi yok. Onlar bana kederli bir geleceği miras olarak bıraktılar. Oralarda zaman içinde tanışıp bir öyküyü oluşturan insanlar, o genç, yaşlı yüzler de şimdi yok.
Birçok savaşı atlattı yaşadığımız dünya… Milyonlarca milliyetçi, kör düşüncelerin gaddarlığında yok olup gitti. Bayraklar, üniformalar hatta silahlar değişti, ama düşmanlık asla… O değişmedi. Bitmedi de… Devletler kendi egemenlikleri adına düşmanlar yaratmaya halen devam ediyor. Savaş sanayinin bu düşmanlara ve düşmanlığa her daim ihtiyacı oldu. Kâr uğruna, çıkar uğruna öldü milyonlarca insan ve ölmeye de devam etmekte…
Her inkâr kendi yalanının üzerinde yükselir. Bu inkâr katledildikten sonra unutulması dilenen bir bireyle ya da milyonlarca kadın, erkek ve çocukla da ilgili olabilir. Bu aslında Tanrı için bile neredeyse imkânsız addedilen bir yok edişi becerme girişimidir. Bu toprağın insanları çok inkâr gördü ve görmeye devam ediyor. On üçüncü yüzyılda Ermeni şair Hovhannes Yerzngatsi şöyle yazıyor: “Sadece hakiki güneş ışık verir; onu hakiki olmayandan ayıralım.”
İşte affedilmez bir zulüm, işte unutulamaz kötülükler, adaletsiz eylemler… İmkânsız diyebilirsiniz, böyle katliamların asla olmadığına da yemin edebilirsiniz… Söyleyebileceğiniz hiçbir şey bu dramları yok sayamaz.
Uzakta dumanı tütüyor insanlığın; vicdanlar kanıyor…