ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Yazmak İçin Çırpınmayın | Ertuğrul Erdoğan

17.11.2019
1.486
A+
A-

Herkes yazıyor… Kimisi elle, kimisi daktilo ile kimisi de şimdilerde olduğu gibi bilgisayarla. Yazıyoruz, kimi zamanda kızlara… Yazmak güzel şey, insanın içini ferahlatır. İnsanda ne dert bırakır ne tasa… Bir nevi Freud’un felsefesini yakalayıveririz bir anda. Platonik bir aşkın ardından şiirler döktürürüz sevgililere hem de akrostiş yaparak. Çoğu zamanlar sevdiğimizin etrafında dolanır sonra ona ayışığının o romantikliğinde bir pencere kenarında serenat yaparak okuruz, usul usul gitarın nameleriyle birlikte…

Yazmak güzel bir eylem… Gerçekleri dile getirmek için yazacaksın. Gözünü budaktan sakınmayacaksın.  Önüne geleni yazacaksın!  Durun durun, öyle gaza gelip hızlı gitmeyin. Adama her şeyi yazdırmazlar. Tarihin serüvenine bir yolculuk yapın.  Sokrates’inden tutunda Nazım’ına, kadar niceleri o soğuk demir parmaklıklar ardında ömürlerini tükettiler. İnsanlık rahat uykusundayken onlar hapislerde bile  gerçekleri yazmaya devam ettiler. Gözünü budaktan sakınmadan yazarken her şeyi göze alacaksınız.  Sermaye babalarının ardındaki güçler seni öyle rahat bırakmazlar. Onların kovanlarına çomak soktuğunda, bir anda Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Muammer Aksoy veya birçokları gibi kalemin ucu bir gün yetim kalabilir.

Sen yine de yaz kardeşim yaz! Damarlarına gir kötülüğün.  Aydınlat uykusunda olanları! Ölüm zaten üstümüze geçirilmiş bir unvan değil mi? Sen yaz! Çekinme ve korkma! Zaten gerçekleri yazmazsan yazar olamazsın ki? O zaman zalimlerin ve kralların soytarısından başka ne olursun ki? Hani klasik bir söz vardır ama o söz iyidir iyi, “Sen yazmazsan ben yazmazsam, nasıl çıkarız aydınlığa?”

Yazarlar niçin yazar? İşte zımba gibi bir soru!  Kaç yazar, ideallerini gerçekleştirmek için yazar? Hangi konulara değinir? Absürt yazılarla oyalanıp meşhur olmanın yolunu nasıl bulurlar ve  kaç yazar toplumsal olaylar ile gerçeklere parmak basar? Hangi yazar iktidarların kayığına binip zevki sefa içindedir? Yazar; kendini tatmin etmek, para kazanmak için mi, yoksa meşhur olmak için mi yazar? Veya öylesine başlayıp, birkaç karalamadan sonra, ‘Aaaa bayağı yazıyormuşum ya, ben bunu kullanıp meşhur olmanın yollarını arayım.’ mı der?  Sorular bu konuda çoktur çok…

Yazarlığa ilk adımını atanlar, yazdıklarının okunması için ufak ufak meşhur yazarların peşinde koşarlar. Ona eserlerini okutturabilmenin heyecanını ve mücadelesini verirlerken ilk fırsatta  tanışmanın yollarını ararlar. Sonları ‘danlı… dunlu…’ biten şiirleri toplayıp, ücretini yayınevine verip bir kitap çıkardıysa  görmeyin hallerini! Yürüyüşü bile değişip, bir anda şair oluvermiştir! Bir de kurumları kullanan yazanlar vardır. (yazan diyorum çünkü bu unvanı sıkı okur kitlesi zamanı gelince verir.)  Onlar bu alemde en ballısından meşhurlarla yol alırlar. Yol alırken yazdıklarını pazarlamanın yollarını ararlar. Amaçlarına ulaşmak için iyi basamaktır günümüzde bu kurumlarla yol almak! Ne masrafa gerek vardır ne de aşırı bir mücadeleye!

Medya günümüzde öyle güç olmuştur ki, ister birkaç satır yaz, ister bir şiir kitabını çıkar, yeter ki medyada bir tanıdığın olmasın, sizi öylesine allayıp pullar ki, sen de şaşırırsın nasıl meşhur olduğunu. Eleştirmen filan dinlemezsin, artık kültürü noksan toplum tarafından el üstünde tutulursun. Ne yazsan onlar yerler. Kitabın öyle satılır ki, fuarlarda okurların kuyruk olur, seni görünce artistlere yaptıkları gibi çığlık atarlar.  Fotoğraf çektirirken, kendini bir anda Oscar sahnesinde zannedip havalara girersin. Pozlarını da jöleli saçlarla verirsin!  Merak etme yüklü para kazanıp bir süre sonra senden vazgeçtiklerinde edebiyatta nerede olduğunu anlar, sonra da bunalıma girersin bir anda!

Yayınevleri, editörler, edebiyat dünyasının arka bahçesinin magazini derken, daha çok sorunlar var… Neyse bu konuları fazla uzatmayalım. Ben yazarlığı sonuçta şöyle değerlendiriyorum. Edebiyat dünyasındaki yazanlar sırat köprüsünden geçer gibi bir eleğin üstüne mutlak geçerler. Elek sallandıkça bazıları sapır sapır döküleceklerdir.  Ve elek üstünde kalan değerler, edebiyat dünyasındaki yerini alacaklardır. Onlar güçlü eserleriyle her daim iyi anılacaklardır. Tıpkı Yaşar Kemal, Pablo Neruda, Nazım Hikmet, Dostoyevski, Tolstoy vb. gibiler… Ne yaparsanız yapın,  yazar gün gelir  güçlü yazısı ile gerçek değerini bulacaktır. Bu belki yıllarını alır, yaşarken de göremeyebilir.

Dünyada öyle çok yazar var ki, okurlar hangi birini akıllarında tutacaklar. Okudukları kitabın yazarını bile unutanlar var. Geçenlerde elime bir kitap geçti. Cumhuriyet Gazetesi’nin 1999 yılı baskılı Alman Yazar Heinrich Von KLEİST’in  “Michael Kohlhaas” adlı yapıtı. İlk sayfalarına baktım. Yazar hakkında bilgi vardı. İlgimi çekti.  Sizlere yazar hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. Sonu tıpkı ünlü yazar Stefan Zweig ve eşinin yaptığı o vahim sona benziyordu. Yazarların birçoğu intiharı neden seçerdi? Bu da incelenmesi gereken ayrı bir konuydu. Bu dramatikliği bir kenara bırakalım.

Yazar Kleist, 18 Kasım 1777’de doğdu. 11 yaşlarında anne ve babasını kaybediyor.  Berlin’de Vaiz Carl’ın korumasına veriliyor. Babası gibi subay oluyor.  Canlıydı, müziği de çok seviyordu. Ren Savaşı’na katıldı. Karşılık görmediği derin bir aşka kapıldı. 1799 da askerliği bırakıp Frankfurt’a geri döndü. Yükseköğrenime başladı. İleri gelenlerin zeki bir kızıyla nişanlanınca mutlu oldu. Bir süre sonra işleri ve sağlığı  aksayınca, yeni umutlar için ülke ülke dolaştı ve Kardeşi Ulrike ile Paris’e yerleşti. Orada gördüğü yaşam ona itici gelince İsviçre’de toprak alarak oraya yerleşti. Burada ünlü şair Wieland’ın oğlu ile tanıştı. Şiire başladı.  Kant Felsefesiyle ilgilendi. Oyunlar yazdı. Kardeşi ile birlikte Almanya’ya geri döndü. Goethe ve Schiller ile tanıştı. Avrupa, Almanya arasında mekik dokurken ‘Kırık Testi’ adlı eserini tamamladı. Moliere’in Amphitryon’u üzerinde çalıştı. Bu esnada Napoleon orduları zafer üzerine zafer kazınıyordu. Berlin’in Fransızlar işgali sırasında tutuklanıp Fransa’ya gönderildi. Bir hafta sonra özgür kaldı. Almanya’nın yenilmiş hali onda Fransızlara karşı bir kin ve nefret uyandırdı. Napoleon’a karşı nefretini 1808’de yazdığı Hermann Savaşı oyununda sergilemiş ve ona karşı direniş devinimi uyandırmak istemişti.  Dergi ve gazete de çıkaran Kleist, 1810’da oyunlarından en ünlü olan Prens Friedrich Von Hamburg’u yazdı. Bu eserinden çok şeyler bekliyordu ki, yaşamına garip bir şekilde son verdi.

Meşhur Sofist Adam Müller, ona Henriette Vogel adında bir kadın tanıştırmıştı. Bu kadın çaresi bulunmayan bir hastalığa yakalandığını düşünüp hayatına son vermeyi düşünüyordu. Kleist’ten de bir gün kendisini öldürmesi yönünde söz almıştı. Bir süre birlikte yaşadıktan sonra bir gün Berlin yakınlarındaki Vansee Gölü kıyısına gittiler. Mektup yazıp Berlin’e haberci gönderip gölde gezintiye çıktılar. Kleist, önce sevgilisini, sonra da kendisini tabanca ile öldürdü. Cesetleri aynı yere gömüldü.  Kleist öldüğünde yaşı henüz 34 idi. Tıpkı Stefan Zweig’in Hitler’in ömür boyu iktidarda kalacağını düşünerek Brezilya’ya gidip orada bir yatakta zehir içtiği karısıyla birlikte ölmeleri gibi bir ölüm şekliydi. Virgina Woolf da romanlarında anlattığı evinin önündeki nehire kendini atarak intihar etmişti…

Siz onlara aldırış etmeyin, yazmaya devam edin. Meşhur olacağım diye de sakın çırpınmayın. Su yolunu bulur. Bakın yazma yolunda büyük mücadeleler veren Kleist’i kaç kişi hatırlar ki edebiyat dünyasında?

İyi yazınlar diliyorum…

Ertuğrul Erdoğan
Ertuğrul Erdoğan
Yazar Hakkında 1 Ankara’nın gecekondu semti Akdere’de 3 Eylül 1958 yılında iki katlı beyaz badanalı bir evde dünyaya gelmişim. Gecekondunun bahçeleri alabildiğine özgürlüktü. Kiraz ağaçlarının en tepesine çıkılır ve kulaklarımıza taktığımız iri kirazlarla gülüşürdük. Yazları bir başkaydı. Bahçemizdeki variller içindeki suya dalıp, serinler, şaşkın ördekler gibi kurulanırdık güneşin sıcaklığında. Bir başkaydı oyuncaklarımız, telden araba, tahtadan tornet arabası yapardık yaratıcı minik ellerimizle. Dedik ya yaratıcıydık o dönemler. Hele arka bahçemizin gölgeliğin tadına doyun olmazdı. Müsamerenin kolonyasını rengarenk gramofon kâğıtlarıyla yapıp, konuk arkadaşlarımıza ikram ederdik. Destan satanların peşinden gider, ağıtları ayakkabılarımızın çamura saplanmasında dinlerdik. Komşuluklar bir başkaydı gecekonduda… Oyunlarımız gündüzlere sığmaz, geceleri kâh Karabulut amcaların ve şişman Meliha Teyzenin bahçesinde fıkra ve sohbetlerin hoşluğunda gecelerdik… Mahallemiz siyasilerin unutmuşluğunda 1965 yıllarında şehrin uzaklarındaydı… Sokaklarında asfalt yoktu ama siyasi partilerin at ve altı ok bayrakları her tarafı süslerdi… 1968 yılı gecekondunun özgürlüğünden ayrılıp, Cebeci semtinin asfaltlı, temiz çocukların bulunduğu, bana da yüksek gelen Levent Apartmanının 6. katına taşındığımızda, kendimi sanki gökyüzüne yakın hissederdim. Geceleri uçakların geçişini balkonda yıldızların çokluğunda ve kaymasında izlerdim. Babam sattığı gecekondumuzun sermayesi ile açtığı ve Doğan Yayınevi adını koyduğumuz kitapçı dükkanımızı gece gündüz bekledik. Kitaplar, artık en iyi dostum olmuştu. Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki ezilenleri okuyup iyiliği öğrenmiştim kalbimce. Ve her hafta gittiğimiz sinemalarda Türk filmlerinin duygusallığına ağlardık sevgililerin ayrılışlarında. Ve ilk televizyonu izlemenin onurunu yaşadık Grundig mağazasının önünde biriken kalabalığın çekirdek çitlemelerinde. Çoğu zaman evimize gelen ve artık bizden biri olan “Tele konuklar”ı ağırlardık, annemin güzel pasta ve meyve ikramlarında… Zamanla kayboldu misafirler, komşularımızın evine giren televizyonlarla. Çocukluğum ve gençliğimde öğrenci hareketlerini gördüm. Polis ve öğrenci çatımalarının en şiddetlisini izledim, 12 Eylül öncesi yıllarda. Siyasal ve Hukuk Fakültelerinin bahçelerinde tabancalardan fırlayan kör kurşunlar ve taşlar uçuştu dükkânımızın önlerinde. Kepenkler ardında can havliyle sığındık tezgâh gerilerine. Prof Mümtaz Soysal, Muammer Aksoy, şair, Hasan Hüseyin Korkmazgil ve Fikret Otyam gibi yazarların kitaplarını bastığımız yazarların, babamla yaptığı akşamüstü sohbetlerini keyifle dinledim. Ve onların kitaplarını matbaamızda orijinallerini ilk dizenlerden oldum. Dükkanımızın önündeki Cemal Gürsel Caddesi’nde nice yürüyüşlere tanık oldum, polislerin panzerli su sıkmalarında ve polislerin coplu dayaklarında… Ve 12 Eylül darbesinin ardından yayınevimiz ve matbaamızın sonlandığı yıllardı 1980. Askerlik dönüşü Ordu şehrinden aldığım teklifi değerlendirip, Karadeniz 52 Gazetesi’nde dizgi operatörü olarak çalıştım. Hürriyet Muhabiri arkadaşımızın ölümü üzerine yazdığım “ Ağlayan Tuşlar” yazımı beğenen Yayın Yönetmenimizin teklif ettiği, Tercüman Gazetesi ve Akajans’ın muhabirliğini kabul ederek ilk gazeteciliğime başladım. Dört ay oteldeki yaşamımı daha sonra bir odalı ev kiralayarak devam ettim. Geceleri en yakın arkadaşım, süpürgelikte bir türlü bulamadığım fareydi. Daktilo ve farenin tıkırdamaları arasında yazılarımı tamamlar, öyle uykuya dalardım. Politikacı, sanatçı ve futbolcu gibi birçok ünlüyü gazetecilikte tanıdım. Daha sonra maddi nedenlerle gazetecilik mesleğini noktalayıp, Ne uzayıp, ne kısalmak için PTT’de göreve başladım. Hep söylerim; “İki yıl gazetecilik yaptım, yirmi sekiz yıl gibi yaşadım. Yirmi sekiz yıl memurluk yaptım, iki yıl gibi yaşamadım.” Evliyim ve Allaha emanet bir erkek çocuğumuz var, Bir de içimde Atatürk Sevgisi… Okumayı, araştırmayı ve yazmayı çok seviyorum. “ Daha iyi bir dünya için herkesin yapabileceği mutlaka bir güzellik vardır” diyor, Saygı ve Sevgilerimle, Ertuğrul Erdoğan
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.