Bir Atı Kanatlandırma Sanatı/ Yaratmanın, İcadın ve Keşfin Gizli Tarihi”,
Londra’daki Mezarlığı’nda bulunan siyah şemsiyelerin üzerine buzdan gözyaşları gibi karlı bir yağmur yağıyordu. Tarih 17 Nisan 1958 idi. Denizin öte tarafında, Brüksel’de, en başta büyük ölçekte bir virüs modelinin tanıtıldığı “Dünya Fuarı” açıldı. Mezarlıkta ise bu modeli oluşturan bilim kadını Rosalind Franklin’in tabutu toprağa veriliyordu. Bir gün önce, 37 yaşında kanserden hayata veda etmişti. Çalışmaları hayatın işleyişini anlamak üzerineydi..
1950’lerin başında hayatın mekanizması bir sırdı; o on yılın sonunda ise gizemin çoğu çözülmüştü. Rosalind Franklin’in Dünya Fuarı’ndaki virüs modeli bu zaferin bir kutlamasıydı..
Bu model bilim insanları tarafından “TMV” olarak bilinen ve bulunması kolay, bir hayli bulaşıcı ve bir nebze kolay olduğu için dünya genelinde üzerinde çalışmalar yapılan “tütün mozaik virüsü”nü gösteriyordu. TMV, tütün yaprakları üzerinde oluşturduğu hasar yüzünden bu ismi almıştı, yaprak üzerinde mozaiğe benzeyen kahverengi bir leke bırakıyordu. 1898’de Hollandalı botanikçi Martinus Beijerinck bu enfeksiyonun göreceli olarak büyük ve hücresel olan bir bakteri tarafından değil, daha küçük ve hücresiz bir şeyden kaynaklandığını göstermişti. Buna da Latince “zehir” anlamına gelen “virüs” adını vermişti..
Bakteriler yeniden üremek için bölünen hücrelerdir, tıpkı diğer canlı türlerindeki hücreler gibi. Virüsün ise hücresi yoktur. Virüs hücreleri işgal eder, enfekte eder ve üreme motorlarını -kendi kopyalarını yapabilmek için- yeni baştan amacına uygun tanımlar. Bu bir mikrobiyolojik delilik halidir. Bir virüs kendi kopyalarını yapabilecek bilgiye sahiptir ama bunun haricinde pek bir şey yapamaz. Peki ama bu bilgi nasıl saklanmaktadır? Virüs bu bilgiyi, kendinde var olanı vermeden, yeni bir hücreye nasıl kopyalar?
Bu sorular tütün veya virüslerden daha mühimdi. Bütün üremeler viral üremeler gibidir. Ebeveynler bir çocuk yapabilmek için kendilerini yarıya kesmezler. Virüsler gibi babalar sadece bilgiyi sağlar: Sperm aslında madde için konmuş bir mesajdır. Virüsü anlamak hayatı anlamak demektir..
Hayatın bilgisi hücrelere özel fonksiyonlar veren bir bilgiler serisidir. 19. yüzyıl bilim insanlarının düşündüğü gibi, bir çocuk ebeveynlerinin karışımı değildir; anne ve babasından farklı bilgiler kalıtımsal olarak ona geçer. Bu farklı bilgilere “gen” deriz..
Virüslerin nasıl ürediği problemini çözebilmek için Rosalind Franklin’in bütün meziyetlerini kullanmaya ihtiyacı vardı. Bakteriden farklı olarak virüsler metabolik olarak hareketsizdir. Yani eğer bir hücrenin içinde nüfuz etmemişlerse hiçbir şekilde değişmezler ya da herhangi bir şey “yapmazlar.”Peki o zaman bu ölümcül talimatlar neredeydi?
Rosalind Franklin’in cevabı virüsün bir matkap ucu gibi yapılandırılmış olmasıydı. Proteinle yüklü olan dış kısmı oluklu bir burguydu ve çekirdeğinde de asit spiralleri bulunuyordu. Bir silahı andıran bu şekil, virüslerin nasıl çalıştığını da gösteriyor. Protein hücrede bir delik açtıktan sonra RNA hücreyi gevşetiyor. Kendini oraya kopyalayarak ve enfeksiyonu yayarak çekirdeğinin içindeki üreme mekanizmasını ele geçiriyor..
DNA’nın keşif hikayesindeki en önemli insan Rosalind Franklin idi. İnsan ırkının (ya da dünya üzerindeki herhangi bir türün) hayatın sırrını gören İLK üyesiydi. “Hayat nedir?” sorusunu 1 Mayıs 1952’de çektiği bir fotoğrafla (EKTE paylaştım) yanıtladı. Kamerasını lense 15 mm uzaklıkta tek bir DNA şeridine çevirerek pozlamayı 100 saate ayarladı ve pancurları açtı. Bu gerçekten “onun” kamerasıydı. Makineyi kendisi tasarlamış ve King’s College’da yapımında başında bulunmuştu. DNA örneklerinin farklı açılardan resminin çekilebilmesi için belirli bir şekilde eğik tutuluyordu. Çok yakın mesafeden fotoğraf çekebiliyordu.
DNA örneğini pirinç ve lastik bir kapakla nemden koruyor, bu aynı zamanda Franklin’in bir örnek etrafındaki havayı alabilmesini ve onun yerine daha elverişli olan hidrojeni koyabilmesini sağlıyordu. Dünyanın başka hiçbir yerinde buna benzer bir şey yoktu..
Dört gün sonra resim hazırdı. Bu, tarihteki en mühim imajlardan biridir. Eğitimli bir göz dışında diğerleri gördüklerinden pek bir şey anlamayabilirler; hayaletimsi bir yüzün etrafındaki gölgeli bir çember; gözleri, kaşları, burun delikleri ve gamzeleri simetrik ve diyagonal bir şekilde sıralanmış, tıpkı Buda gibi gülümsüyor.
Franklin bu resmin neyi gösterdiğini çok net biliyordu. DNA’nın iki helezon şekli vardı: Ortasında herhangi bir destek ünitesi olmayan spiral bir merdiven gibi. Bu şekil hayatın döngüsünü açık bir şekilde anlatıyordu. Spiral merdiven çözülerek ve üreyerek kendisini kopyalayabiliyordu.
Franklin elinde ne olduğunu biliyordu ama King’s College koridorlarında “Evreka!” diyerek de koşmamıştı. Bir sonuca atlamamak konusunda kararlıydı. İşin matematiğini iyice çalışmak ve konu üzerinde çalışmasını yayımlamadan önce kanıt sahibi olmak istiyordu. Bütün verileri toplayana kadar zihnini açık tutmalıydı. Bu yüzden bu görsele seri numarası olarak “51” rakamını verdi ve çalışmaya devam etti. Hala Patterson fonksiyon hesaplamalarını tamamlıyordu. Üstelik çekilmesi gereken çok fotoğraf vardı.
Sonra, yine King’s College’da çalışan Fizikçi Maurice Wilkins, Franklin’in bilgisi ve rızası olmadan, “51” adlı fotoğrafı James Watson ve Francis Crick’e gösterdi.
Rosalind Franklin 16 Nisan 1958’de öldüğünde, bu üç adamın çalışmalarını çaldığını bilmiyordu. Daha da acısı, o öldükten sonra bile ona bir kredi vermemişlerdi.
Çünkü bu üç adam, bir kadının yaptığı işten, 1962 yılında Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü kazandıktan sonra yaptıkları, geleneksel Nobel kabul konuşmalarında, daha az katkısı olmuş başka adamlara teşekkür ederken Franklin’in adı geçmemişti. Sadece Maurice Wilkins, o da bir kez, Franklin’in adını anmış ve “röntgen analizlerine çok değerli katkıları olmuştur” diyerek önemini yanlış aktarmıştır.
(KEVIN ASHTON, “Bir Atı Kanatlandırma Sanatı/ Yaratmanın, İcadın ve Keşfin Gizli Tarihi”, Destek Yayınları, 2019)