Yaralı Sınav | Müslüm Kabadayı
“Bunlar sınavlarını vermiş zaten. Biz, onları gerecek bir şey yapmayalım hocalarım!” dedi bina sorumlusu, sakin konuşması ve davudi sesiyle.
“Okullarda sınava girenlere haksızlık olmuyor mu o zaman?” dedi kır saçlı, orta boylu ve kısık gözleriyle bakan Barış Öğretmen.
“Kendinizi zor duruma sokacak şeye izin vermeyin arkadaşlar ama tedavi gören bu insanlara karşı esnek olun lütfen.” dedi Sınav Komisyonu Başkanı.
Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi’nin kafeteryasının üç bölümü, on dörder kişilik salonlar biçiminde hazırlanmıştı. Sınav poşetlerini alan öğretmenler, tedirgin yüzlerini gizlemeye çalışarak ilgili bölümlere gittiler. İki nolu salona giren Barış ve Metin Öğretmenler, ormana bakan geniş balkonu gördüklerinde içlerinden “oh” çekerek masa ve sandalyeleri kontrol ettiler. Her şeyin düzenli olduğunu gördükten sonra geniş balkona çıktıklarında, gerginliklerini üzerlerinden tümüyle attılar. Fışkıyeci belediye başkanı döneminde beton yığınları için ağaçları sökülen ve birkaç yerinden yol açılarak tıraşlanan ormanın içindeki iki üniversiteyi izleyerek soluklandılar. Barış Öğretmen, kırk yıl önce ayak bastığı devrimcilerin etkin olduğu üniversitede yaşadığı cıvıl cıvıl günlerin esintisini hissetti beyninde. Ormandan gelen esintiyle de teninin serinlediğini duyumsadı. Metin Öğretmen de sportif giysilerini biçimlendiren çevik bedeniyle balkonda volta atmaktaydı. Birden salondan gelen seslerle içeriye baktıklarında biri tekerlekli sandalyede üç kişinin masalara yöneldiklerini fark ettiler.
“Sen şuraya otur Erol, tekerlekli sandalyeyle balkona çıkabilirsin.” dedi orta uzun boylu ve ayağında hafif aksama olan. Barış Öğretmen, hızla onların yanına giderek kimlik belgelerini kontrol edip oturmaları gereken yerleri işaret etti. Onlar aralarında takışarak ve şakalaşarak yerlerine otururken iki kişi daha girdi salona. Kumral tenli ve orta boylu olan ikili, sanki akrabaymış gibi duruyorlardı. Kimliklerine baktığında, Yomralı olduklarını görünce, aynı yörenin toprak ve ikliminde biçimlenmenin benzerliği, diye düşündü. Göz ucuyla onları izlerken birkaç kişinin daha salona sökün ettiklerini, Metin Öğretmen’in de bunları karşıladığını fark etti.
Salona gelenlerin uzun süredir bir arada oldukları, samimiyetlerinden ve şakalaşmalarından anlaşılıyordu. Fiziksel ve psikolojik tedavi gören açık öğretim öğrencileri, çatışmalarda yaralanmış askerlerdi. Her birinin apayrı öyküleri vardı ve yaşama yeniden tutunma çabası içindeydiler. Farklı işyerlerinde çalışanlar yanında engellilerin katıldığı spor yarışmalarında başarı kazananlar vardı içlerinde. Çatışma öyküleri, bazılarının içine gömülmesine, kabuğuna çekilmesine neden olmuştu. En arkada oturanın omuzları içene gömdüğü başıyla duruşu, hiç kimseyle konuşmaması Barış Öğretmen’in dikkatini çekti. Yanına yaklaşıp, “Bir şeye ihtiyacın var mı?” diye sorduğunda, sadece omzunu silkti. Gözlerini kaçırarak tekerlekli sandalyesini balkon kapısına doğru sürerken bir eliyle de cebindeki sigarayı yağdan kıl çeker gibi alıp ağzına götürdü. Dışarı çıkmasına yardım eden Barış Öğretmen’e gözlerini kısarak baktı ve “Sağ olun hocam!” dedi. Sanki kabuğundan çıkmış midye gibi ağzı genişledi ve gülümsedi.
Görev arkadaşı Metin Öğretmen’in yanına geldiğinde, “İnsanın bin bir durumu var, derler ya, bu Anadolu çocuklarının durumunu yakından gözlemleyince anlıyoruz. Bu insanlara bedenlerinden ve beyinlerinden yaralı yaşamı reva görenlerle diğer gençlerin dağlarda kurda kuşa yem olmalarına neden olanlar, paranın tanrıları değil mi?” diye alçak sesle sordu.
O ortamda hiç beklemediği bir soruyla karşılaşan Metin Öğretmen, irkilir gibi oldu. Hafifçe geriye kayarak yüzüne baktığı görev arkadaşının gözündeki samimiyet ve ciddiyeti okuduktan sonra, “Eskiden bunların sebebi kapitalizm diyordum. Geçen yıl başka bir şey olduğunu öğrenince okumalar, araştırmalar yaptım. Bu yaşadığımız savaşların, acıların nedeni Anunnakiler öğretmenim.” diye yanıtladı.
Metin Öğretmen’in Anunnakilerin kim olduklarıyla ilgili açıklamalarını can kulağıyla dinleyen Barış Öğretmen, bu kez sandalyeye tam yaslanarak kısa cümlesini ok gibi fırlattı ağzından: “Onlar da altınların tanrıları değil mi?”
Müslüm Kabadayı