Yanılmak İstemiyorsan, “Bilmiyorum?” Diyeceksin | İbrahim Ülger
Bizim gibi köklerinden koparılmış toplumlar veya bireyler, deve kuşu gibidir. “Uç” dersin “deveyim” der, yük taşı dersin, “Kuşum” der. Düşünmekten hoşlanmadığı için inanmayı veya güce tapmayı yeğler. Kitabında “Bilmiyorum” demek yazmaz. O bilmemeyi ayıp sandığı için ya bilene tapar ya da bilmiş gibi yapar. Hal böyleyken, büyük çoğunluk kendine zül kondurmaz. Güce taptığı halde, güçten de ürker, yalnız kalmaktan korktuğu için kuru ve kof kalabalıkların içine dalar, orada “minare gölgesi, davul tozu satar.” İnleri, cinleri, kuranı, incili, ideolojileri, liderleri tartışıp durur. O boş çabalara verdiği emeği, hayatını kolaylaştırmak için harcasa, her şey daha da kolaylaşacak. Ama hayır, o kendini gereksiz işlerle uğraşmaya adamıştır.
Her şeyi bildiği zannına kapıldığı için sık sık hayal kırıklığı yaşar. Oysa insan dediğinin bildiği yanıldığına yetmez. Felsefe, bilim, din, ideoloji dediğiniz şeyler, yanılgıdan, abartıdan öte bir şey değildir. İnsan dışındaki diğer canlıların bir felsefesi veya dini ya da ideolojisi mi var? Doğuyorlar, yaşıyorlar, ölüyorlar. Önemli olan doğum ile ölüm arasındaki yaşamın hakkını vermektir. Hak, insanın kendine, diğer canlılara, tabiata zarar vermeden yapması gerekeni yapmaktır. Kimi taş örer, hakkını verir, kimi tarlasını sürer, kimi de başka bir şey… Bunu yapamadığımız için, her birimizin içinde derin yaralar vardır. Ne yalnız kalmaya tahammülümüz var ne de toplulukla birlikte hareket etmeye…
Yol şaşmış, zihin esir alınmış bir kere… Kimimiz kendimize bir tanrı veya din yaratmışız, kimimiz bizi kurtaracak bir lidere ihtiyaç duymuşuz. Zor duruma düştüğümüzde ne tanrı yardımımıza koşuyor ne de liderler.
Esir alınmış beyin bir taraftan kurtulmak isterken, diğer taraftan kurtulmak istemiyor. Bu yüzden yanılgı üstüne yanılgı yaşamaya devam ediyor. Her birimizin hayatındaki “yanıldım”, “aldatıldım” “kandırıldım” sözlerinin bir dökümünü yapabilsek, göreceğiz ki, bilmenin yarardan çok zararı vardır.
Kimilerinin itirazını duyuyor gibiyim, “bilmezsek nasıl yaşarız” diyebilir. Elbette öğreneceğiz, öğrendiğimiz şeyler hayatımızı kolaylaştırıyorsa daha da geliştireceğiz. Ama hayatta sizin işinize yaramayan, şeyler mesela “Allah’ın varlığı veya yokluğunu” öğrenmeye çalışmanın size ne faydası var? Ya da bulunduğun vatanda bir karış toprağın yokken, “Vatan” için gönüllü ölmek akıl fukaralığı değilse nedir?
Oysa mesele basit, hayata çıplak gözle bakar, ön yargılar taşımaz, şartlara göre davranırsak, yanılgılarımız olmaz, hayal kırıklıkları yaşamamış oluruz.
Bunun gayet basit bir çözümü var. Tabiatın bir parçası, milyarlarca canlı içinde sadece bir ferdiz, her canlı gibi doğmuşuz, bu doğuşun bir karşılığı olduğunu unutmadan vazifemizi yerine getirmesini bilir, beklentilerimizi en aşağı çekmesini bilirsek, bize tanınmış ömrü yaşar, günü geldiğinde bu dünyada göçüp gideriz. Bunun için ne bir ödül bekleriz be de cezalandırılacağımız korkusuna kapılırız. En önemlisi de doğumun bir hak olduğunu bildiğimiz gibi ölümün de bir hak olduğunu bilir, ölümden ürkmeyiz.
“Biliyorum” veya niye bilmiyorum gibi beyhude tuzaklara düşmez, anımızı yaşamaya devam ederiz. Bu durumda en büyük bilginin, bilgisizlik, en büyük gücün hiçlik olduğunu bilerek yaşadığımız sürece ne yaşarsak yaşayalım her şeyin şimdilik olduğunun farkında olur, ne mutluluğun, ne de mutsuzluğun kalıcı olduğunun farkında olur, yapmamız gereken görevleri yapmaya devam ederiz.
Her şeyden önce bilgi, şartlara göre değişkendir, dün doğru olan bugün yanlış olabilir. Bilgiyi dondurup beton kafa olmak insan olmaktan uzaklaşmaktır.
Değişim rotasına giren bile, değişmenin bedelinden ürker duruma gelir. Oysa geçmişte gereksiz işlerin boş kalfalığını yaptığı için hem kendini hem de çevresini çürüttüğünü bile yeterince farkında değildir…