Arzu Dinçer, Dursaliye Şahan Söyleşi / 5N1 Kitap

Tottenham Çocukları
Şırnak’da doğdum Londra’da öldüm
Geçtiğimiz yıllarda reyting rekorları kıran, Sıla dizisinden sonra çocuk gelinler gündeme gelmiş, arkasından töre dizileri patlamıştı.
Oynadığı her ülkede ses getiren efsane dizinin yapımcısı çalıntı hikâye (intihal) davası ile dizinin gerçek yazarı Dursaliye Şahan’a maddi manevi tazminat ödemek zorunda kalmış, hemen arkasından
yazarın çocuk gelinlere adadığı Hikâye Hırsızı isimli kitabı 2012 Abdullah Baştürk Edebiyat ödülünü almıştı.
Şahan’ın Sola Yayınlarından çıkan son kitabı Tottenham Çocukları ise, kuzey Londra’da, çoğunluğu göçmenlerden oluşan sokak çetesine bulaşan Türkiyeli bir Kürt gencini anlatıyor.
Dursaliye Şahan’la yazı serüvenini ve ilk romanı Tottenham Çocukları’nı konuştuk.
Soruları yanıtlamadan önce kısaca kendinizi ve kaleminizi bizlere hatırlatabilir misiniz?
Öykücüyüm. İlk romanım yayımlandı. Şu anda Tottenham Çocukları’nın 2.nci cildini hazırlıyorum ve ikinci romanımın ilk taslağını nihayet bitirdim. İki çocuklu bir anneyim.
Yazmaya ne zaman karar verdiniz?
Öyle bir karar aldığımı hiç hatırlamıyorum. Yazmaya başladığımı epey sonra fark ettim. Okuma yazma öğrendiğim günden beri hep bir şeyler karaladım. Hani yüzünüzde ya da vücudunuzun bir yerinde bir tik vardır. Farkında olmadan durup dururken göz kırparsınız. Sizden önce başkaları fark eder. Onun gibi bir şey. Zamanla da alışkanlık oldu.
İkinci romanınız ne zaman basılacak?
Bilmiyorum. Kitapların da insanlar gibi bir kaderi var. Umduğunuz yayınevleri değil, bazen ummadığınız bir yayınevi ile karşılaşabiliyorsunuz.
Kitaplarınızı bize özetleyebileceğiniz cümleler ne olur?
Hayatın içinde tanık olduğum, sevinci ya da acısı içime dolan anları yazıyorum. Bazen sevilmeyi bekleyen bir sokak kedisi gözüme ilişiyor. Bakışları ok gibi yüreğime saplanıyor. İşte o oklar bazen içinden kedi geçmeyen hikâyelere dönüşebiliyor. Ya da biri öyle bir laf ediyor ki, o güne kadar duyduğum bütün aşk hikâyelerini yerle bir oluyor. Bir bakıyorum o kadının ya da adamın duygularını kâğıda damıtmaya başlamışım bile.
Edebiyat dünyasında kendinizi nerede tanımlarsınız?
Az önce söylediğim gibi öykücüyüm. Tottenham Çocukları ilk romanım. Hikâyelerimin özgün olduğunu biliyorum. Bunun için onları çok seviyorum. Bana göre edebiyatçı olmanın ilk koşullarından biri özgün eser üretebilmek. Romanım için bir şey söyleyemem. Henüz çok yeni. Okuyucunun geri dönüşümlerini yeni yeni almaya başladım. Ancak iyi öykücü olduğumu biliyorum.
Yazar ve okurlar arasında kurulan köprü sizce nasıl olmalı?
Yazarla yazdıkları arasında her zaman paralellik olmayabilir. Bu nedenle de o köprü çok önemli mi? Bilmiyorum. Ben okuyucularımın benden çok yazdıklarımla bir köprü kurmalarını isterim. Tottenham Çocuklarındaki gibi gizemli intiharlar ne kadar gerçek? İsterim ki okuyucu beni merak etmek yerine yazdıklarımı eleştirsin ve ben o eleştirileri duyabileyim. Olumlu veya olumsuz.
Okurlar sizin kitaplarınızı neden okumalı?
Aslında benim kitaplarımı okumak zorunda değiller. Ama okumak gerek bunu biliyorum. Hem de çok. O kadar çok okunacak şey var ki… Benim kitaplarım o okyanusun içinde bir damla. Okumazsak içinde yaşadığımız bu evreni, dünyayı, toplumu, çevremizde olup biteni nasıl anlayabiliriz ve kötü olanı nasıl değiştiririz? Ara sıra popüler kültürün dışına çıkıp etrafa bakınmanın çok yararlı olduğunu söyleyebilirim.
Yurtdışında yaşayan bir yazar olarak orada yayınevlerinin yazarlara sağladığı olanaklar nelerdir? Türkiye de yayıneviyim diye varlık gösteren yayınevlerinde gördüğünüz eksiklikler nelerdir?
Yayınevleri yazarlara olanak sağlamak için değil, yazarların sayesinde ticari kazanç sağlamak üzere dizayn edilmiş işletmelerdir. Arada bir diğerlerinden ayrılan, biraz idealist yayın evleri de yok değil elbette. Örneğin Sola Yayınlarında Umut bey sanıyorum bunu yapmaya çalışıyor. Umarım böyle de devam eder. Batı ile bizim aramızda ne fark var derseniz, batı bir çok konuda olduğu gibi yayın dünyasında da kapitalist sistemi daha iyi kullanıyor. İngiltere’den örnek vermek gerekirse, kendi kültürüne, sanatına, sanatçısına, yazarına devlet sahip çıkıyor. Çünkü bunun ülke yararına olduğunu biliyor. Doğrudan ekonomiye katkı sağlamanın yollarından biri sanatı ve sanatçıyı desteklemek. Bakın ithal ettikleri çay üzerinden bile para kazanabiliyorlar. Bir İngiliz çayı imajı var. İngiliz porselen fincanları içinde, çay saati geleneğinin sıkça tekrarlandığı film sahneleri ya da romanlardaki o çaylı satırlarla dünyaya ihraç edilen pahalı İngiliz porselenlerini düşünün. Çayı ilk kullanan ülke Çin derler. Bugün çay üreten ülkelerin arasında İngiltere yok ama Türkiye var. Bir çay tiryakisi olarak da söyleyebilirim ki, çayın tadı doğuya doğru gittiğinizde güzelleşir.
Edebiyata dönecek olursak Türkiye’deki çocuk kitaplarının çoğu Batı kaynaklı. Bizim yazarlarımız çocuk edebiyatı üretemiyor mu acaba? 1001 Gece Masalları hangi coğrafyada çıktı? Bu garip ironinin arkasında yatan ne?
Birçok yazar arkadaşım Kültür Bakanlığı desteğine karşı çıkıyor. Ben bu konuda devlet desteğinin şart olduğunu düşünüyorum. Kültür Bakanlığı’nın bu konudaki desteği de komik denecek kadar amatör ve yetersiz.
Tottenham Çocukları’ndaki ana karakteriniz Keko bir Kürt çocuğunun Şırnak’da başlayıp, İstanbul’a ve Londra’ya savrulan yaşam serüvenini anlatıyor ve Keko aynı zamanda bir çocuk damat.
Evet. Dünyanın bir çok bölgesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de çocukların geleneksel kabusu erken evlilikler söz konusu. Sadece çocuk gelinler değil çocuk damatlar da var. Onlar için de erken evlilikler travma. Keko’nun da hayatında böyle bir çengel var. Ailesinin dayattığı kurtulmaya çalıştığı bir evlilik.
Tottenham Boys gerçek bir sokak çetesi. Kitabı duyunca nasıl tepkiler aldınız?
İlk anda ne düşündüler bilmiyorum. Ancak okuduklarında hikâyeyi sevdiklerini düşünüyorum. Çünkü sonuçta onları yargılamıyorum.
Tottenham Çocukları
Gazetecilerin ömrü çabuk tükenir. Çünkü onlar 7/24 çalışır. Oysa bir gazeteyle kebapçı arasında, işletme bakımından hemen hiç fark yoktur. Her ikisi de müşterinin isteğine göre servis yapar. Hâliyle ben de o çarkın en anlamsız haberlerini yapan muhabir ordusundan sadece biriydim.
Gelen istihbaratın değeri yüksekse -ki bunun anlamı okuyucu sayısı demekti- Şef’ten duyduğumuz ilk sözcük bu olurdu. Haber bitene kadar da kıpır kıpır yerinde duramazdı. Son noktayı koyup teslim ettiğimizde biz rahatlardık ama o başka bir boyuta geçerdi. Hangi sayfada çıkacak? Ne kadarı kırpılacak? Kaç fotoğraf kullanılacak? Hele de haber siyasî bir nitelik taşıyorsa, akıbeti yazarına dahi tam bir muammadır.
“Sahneden dansöz indirdi” olayı, pekâlâ baskıda “İngiltere’deki Türk dansözlere çalışma yasağı geldi” manşetine dönüşebilirdi.
Okuyucu bilmez ama genelde muhabirler, yazı işlerinin insafına kalmış bir nevi etkisiz elemanlardır. Kariyerlerinin kaderini, çalışmaktan barut fıçısına dönen medyanın bu gizli elleri belirler. Onların karşısında habercilerin boynu kıldan incedir. “Bu ortaçağ ilişkisine niye katlanırlar?” derseniz, hemen her basın emekçisi için imzasını manşette görmek müthiş bir duygudur. Yazdıkları her satırı, Amazon ormanlarındaki yerliler dâhil bütün dünyanın okuduğunu ve isimlerini ezberlediğini düşünürler. Oysa ülkenin onda dokuzu, en yetkin gazetecinin adını bile bilmez. Ayrıca gazetecilik, 24 saatlik bir iştir. Kalemi bıraktığınız gün ölürsünüz. Çünkü o güne kadar yaptığınız bütün haberler çoktan tarihin tozlu yaprakları arasına gömülmüş demektir.
Kaynak: http://www.egazete.de/dursaliye-sahan-ile-5n-1-kitap/