Dolar 34,4910
Euro 36,3975
Altın 2.965,97
BİST 9.261,52
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 19 °C
Çok Bulutlu

Tanrıların Mektubudur Şiir | Bedros Dağlıyan

27.12.2019
1.503
A+
A-
Tanrıların Mektubudur Şiir | Bedros Dağlıyan

Mektup yazmayı severdim. Hatta çok severdim demek daha doğru olacak galiba… Annem de çok mektup yazardı. Üstelik kendisine gelen mektupları da son nefesini verene dek sakladığını biliyorum. Ona gelen mektupları kaç kez bir anı ya da öykü gibi okudum bilemezsiniz. Galiba çok gerçekçi ve yüreğe dokunan satırlar olmasıydı, beni cezbeden… Annem, arkadaşlarına, komşularına hatta bütün akrabalarına hasbıhal edercesine mektuplar kaleme alırdı. Ki onun öğretmenlerine yazdığı mektuplara gelen cevapları da biliyorum. Bazen bir romandan ya da şiirden alınan alıntılarla süslenirdi o mektuplar… Ne kadar doğal, yalın ve içtendi… Tüm geride bıraktıkları, annemin onlara yazdığı mektupları itinayla saklardı. “Abla, mutlaka bize yaz” derlerdi. Annemse yüksünmez aksine zevkle yazardı.

Şimdilerde kimsenin mektup yazdığı yok. Hoş, okudukları da pek söylenemez ya; neyse… Öyle iki kişi hatta daha fazla kişinin katıldığı sohbet mealinde yazardı. Mahalleden, şehirden haberler olurdu mutlaka… Bazen şiirle süslerdi satırlarını; okuyana hora bile geçerdi.
Ben de çok sevdim her fırsatta mektup yazmayı. Şimdiyse yazmak istediğim halde uzun bir mektubu kimsenin okumadığından bahisle yazmıyorum. Keşke yazabileceğim birileri olsaydı. Annem yatılı okulda okurken ona yazdığım mektupları, kartları bile saklamıştı.” Senin yokluğunu koynuma sakladığım mektuplarla unutmaya çalışırdım”, derdi.

Ortaokulda okurken bir laboratuvarda çalışıyordum. Orada bizimle birlikte çalışan bir Hanım ablamız vardı. Okuma yazması yoktu, ama üç dili konuşurdu usulünce… Zeki ve çalışkandı, lâkin. Çalışan onca çocuğu, genci, yaşlıyı idare eder; işleri de aksatmadan çabucak hallederdi.
Onun için mektup yazmamı isterdi çoğu zaman… “Sen mektupları, benim anlatmamdan daha güzel yazıyorsun” derdi. Bütün tanıdıklarının isimlerini tek tek yazardım. Birini yazmasam ‘hatırı kalır’ diye de ilave ettirirdi. Sırtı kambur, boyu kısacıktı. Çirkin sayılacak denli esmer bir yüzü vardı. Hiç farkına varmadım, yüreğindeki güzellikten… Yüzü öylesine güleç ve cana yakındı ki… Biz kendi eksikliklerimize yanardık.
Benim yazdığım mektupları severdi sevmesine ya, Hanım Abla. Mektupları hep şöyle başlasın isterdi.
”Nasılsın? iyi misin? İyi olmanı Cenabı haktan dilerim. Eğer sende beni soracak olursan hamdolsun iyiyim. Orada havalar nasıl? Burada havalar ılık süt kıvamında” gibi… Gülerdim. O da güler sonra da herkese selam ederdi. Sarı öküze bile…

Tanrı da peygamberleri aracılığıyla mektup yazmaz mı insanlığa… Eski ve yeni Ahit’in çoğu mektuplardan oluşmaz mı? Tanrı İsa’nın aracılığıyla bu evrenleri yaratmadı mı? Yaratmak diye çevrilen sözcük yapmak ya da kurmak anlamındaki “poieo” sözcüğüdür ki; İngilizce ‘de şiir anlamını taşıyan “poem” sözcüğü bundan gelmedir. Anlamlı ve uyumlu bir yapıtı belirtir (Efesoslular 2:10′

Edebiyatın şair ve yazarları da çokça mektup yazmış ve bu mektupların epey kısmı bir edebiyat ürünü olarak basılmıştır. Birkaç yazarın mektuplarını bende zevkle okudum diyebilirim. Nazım’ın, Sabahattin Ali’nin, Ahmet Arif’in hatta Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazdığı mektuplar nasıl da özeldir.

Şimdi bir mektup yazmalıyım oğullarıma; sonradan sevgiyle okuyacakları… Şöyle başlamalıyım belki de mektubuma son nasihat mealinde…

Oğullarım; dostların sofrasındayız ve özgürlüğümüzün bilincindeyiz. Mucizevi kurtuluşların son temsilcilerindeniz belki de… Yanımda başka omuzların omzuma yaptığı dokunuşu hissedebiliyorum, ama… Her yazılan şiirde, her yazılan makalede ve özgürlük için alınan her nefeste bende varım diyebiliyorum.
Biz insanız üstelik özgürce düşünebiliyoruz halen… Az yiyebilir, azla yetinebilir hatta az kazanabiliriz. Kazandığımız alın terimizdir sadece bunu biliriz… Ne hırsızlık, ne sömürü bizim düşünen zengin beynimizi yok edemez. Düşündüğümüz sürece; kuşlar öttüğü, ırmaklar aktığı, güneş ısıttığı sürece; güzel bir filmi izleyip, güzel bir müziğin bizde bıraktığı yalın güzellikle hemhal olduğumuz sürece insan olmaya da devam edeceğiz…
Hep üreteceğiz, yeniden yeni baştan başlayacağız. Bunu bizden öncekilerde başardı ben de başardım; elbette sizler de başaracaksınız. Toprak her Anadolulunun zenginliği olduğu gibi bizim de zenginliğimiz. Önce ağaçlarımızı dikeceğiz, sonra da evimizi… Onu kutsayacak mutlaka din adamlarımız… Yeniden zenginleşeceğiz ve çoğalacağız… Bir gün elimizden bunu zorla alanlar çıkabilirmiş; ne gam! Yeniden başlayacak yeteneğimiz ve gücümüz hep olacak. Bizler haramilerin de, kendi gücümüzün de farkındayız.

Bizi insan eden zenginliğimiz dostlarımız, okuduğumuz kitaplar, ezberlediğimiz şiirler değil midir? Kimilerinin taptığı para ve güçse bir gün ezilecek kâğıttan dev sadece nazarımda…
Ben insanım. Zayıflıklarımın, eksikliklerimin hatta zaaflarımın farkındayım. Elimde yazabileceğim bir kâğıt düşünebileceğim bir beyin olduğu sürece hayata yeniden başlayabilirim. Üstelik öldükten sonra da bu yazdıklarım sonsuza dek kalabilir.

Size bırakabileceğim kitaplardan ve iyi bir isimden başka bir şey olmayacak… Lâkin bana yettiği gibi size de yeteceğini biliyorum sahip olduklarımın… Sevgiyle, onurla yaşayın oğullarım. Kucaklanmak istediğinizde kollarınızı açın yeter; çokça kol, çokça omuz sizi saracaktır; eminim.

Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.