ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Suyun Sesi | Hatice Eroğlu Akdoğan   

21.09.2020
18.077
A+
A-
Suyun Sesi | Hatice Eroğlu Akdoğan   

   –Öykü

SUYUN SESİ

Akmak suya mahsustu. En iyisini o bilirdi. Dünyanın meyli onu alır götürür, ulaştırır, dönüştürür, başa getirir yeniden yoluna koyar ve kaldığı yerden dönerek akışını güldür güldür sürdürür. Yatağına erişince durulur, sessizleşir. Bir dahaki döngünün başlayacağı zamana kadar yaylanarak derin bir uykuya dalardı.

Su akar geçerdi. Su, akıp geçmesini, toprağa hayat vermesini bilirdi de yıkacağını öldüreceğini bilmezdi. Gökyüzü ona rengini, güneş de parıltısını verdiğinde suyun akışına da geçişine de diyecek yoktu. Akarken şarkı söyler gibi çıkardığı ahenkli sesinden musmutlu olduğunu hemencik belli de ederdi. Işıltı ile şırıltının ortak dansı doğayı ayağa kaldırır. Arada derenin bir yanından öte yanına farklı birer enstrüman olarak kuş cıvıltıları karışır. Su şarkıyla akarken dağlar, ormanlar, vadiler, bahçeler sessizliğinde çoğalıp gönenir. Suyun şarkısı doğanın bitimsiz içsel şarkısında kendini bulur.

Su akar, sadece akar ve önüne geleni sırtlayıp taşımaya bakar. Su akar ve kimi zaman ahenkli şarkısı kabaran bir öfkeyle deli coş havalara bürünür. Masmavi gök kararmış örtüsünü aşağıya indirmiştir. Kendi yolunda hoşnutlukla havasını çalıp söyleyen su işte öfkelenmiştir. Etrafına ışıltı saçarak seke seke arasından geçtiği taşları oynatıyordur yerinden. Her adımda öfkesi katlanmıştır. Bir an evvel, tez yollu, ta sıfır seviyede, yani vadilerin bitiminde kanatlı pencere gibi serilen Karadeniz’e ulaşacaktır. /Yaylalardan aşağıya düşe kalka yol aldım/Başımdaki sevdadan da ha bu sene bunaldım oy bunaldım/

Ey Karadeniz! Uyy Karadeniz! Suları hırçın deniz. Ağzı açık vadilerden akköpüklü sular sana koşar kucaklaşır. Kırk yıllık hasretin bitimi gibidir bu sahne. Yer gök belirsiz olur özlemin bitiş şöleninde. Olsun! Su suya kavuşsun ne çıkar bundan. Ama bak su akmasını bilir de öldürmeyi bilmez. Deniz dalgalanmasını bilir de öldürmeyi bilmez. Yaşanan, gerçeğin dibine kadar varmaktan başka bir şey değildir.

****

**

Suyun kendi olağan akışında ilerlediği bir gündü. Sahil yolundan sola sapan tur otobüsümüz kentin kavşağından içeri doğru ilerledikten sonra yolunu tutturup yine sol yandan devam etti. Bir süre sonra kent geride kaldı. Otobüsün penceresinden yana doğru baktığımda duvar gibi yükselen ormanlık dik yeşil kayaların dibinde, kendimi bambaşka bir dünyaya, tek başıma var olduğumu hissettiğim bir evrene ışınlanmış gibi hissediyordum.

Vadinin içinde hep tırmanış halindeydik.  Gidişli gelişli, daracık bir asfalt yol…  Tepeden bakılsa herhalde otobüs, etrafını çevreleyen kayalar ve dağlardan dolayı bir kuyunun içinde gibi görünürdü. Derken dere sırtının genişlediği bir alanda evler yükselmeye başladı. Kimi tek katlı bahçe içinde bir ev ya da ufak bir kulübe, kimi çok katlı apartman. Biri o yanda biri bu. Kimi koyun koyuna, kimi yapayalnız.  Yükselti arttıkça otobüsün de üstündeki yük ağırlaşmış olduğundan dolayı derinden gelen bir gazla daha yavaş yol alıyordu.

Hay Allah burası bir ilçe imiş! Onu da bir partinin tabelasından anladım. İlçe “Dereli” diye geçiyordu. Adıyla da ne kadar uyumlu bir yer; Dereli. Kendi kendime içimden, Dereli’de yaşamak güzel bir şey olmalı. Uyuyan insanların kulağına dereden akan su ninni gibi gelir diye geçiriyorum.

Dereli geride kalmışken, su yamaçları keskin kayalardan kurulu derin vadinin içinde kimi yerde toplanıp girdap oluşturarak, kimi yerde yüksekten şelaleye dönüşerek ve kimi yerde de sere serpe özgürce yayılıp akıyordu. Vadinin neresinde olursanız olun kulağınızdan eksik olmayan yegâne şey işte bu su sesiydi. İnsan bir an yitip gitmek istiyor bu seslerin arasında… Su Karadeniz’e, aracımız da onun tersine iki saate yakın süren bir tırmanış sürdürüyor.

Su süpürüyor akıyor, ağustosun deminde Karadeniz’e dağların, yaylaların kokusunu döküyordu. Düzlüklerde, rampalarda, yamaçlarda fındıkçıların iş türküleri yükseliyordu. Oy fındığım fındığım sepetimi doldurdu/Karşıdan gelen kızlar oy fındığım fındığım /Yüreğimi soldurdu oy soldurdu soldurdu/ Aşağı yukarı on gündür köylerinde yaşayan ve şehirlerden gelmiş olanlar bahçelerde yarenlikler, türküler eşliğinde bahçe sulayıp fındık toplayıp ter döküyordu. Dedik ya ağustos demindeydi. Dört bir yan hasat kokusu, dört bin yanda karşılıklı kaynaşan bir doğa döngüsü.

Karadenizli yağmura alışıktı. Derelerin durgunluğu öyle uzun sürmezdi. Yağmur yağar yağmaz menziline geç kalanların ivediliğiyle coşkun hızlanırdı. Artık akşamın karanlığı bastı. Fındık toplayan bahçe sahipleri evlerine, gündelikçi işçiler çadırlarına çekildi. Uykunun dehlizlerine inildikçe suyun sesi belirsizleşerek uzakta kaldı.

Can verendi, saftı su. Gökyüzünün maviliklerinden süzülüp yeryüzünün mavilikleriyle kucaklaşınca apayrı güzellikler yaratırdı. Toprak hasretini çeken, su kavuşmayı sağlayandı. Değdiği yerin altından üstüne muhteşem hayatlar çıkarırdı. Doğada allı yeşilli giysiler kuşanmış bir orkestra muhteşem uyum eşliğinde çalıp söylerdi.  Orkestranın ana enstrümanı da şefi de işte akan suydu. Uzayda her bir yerde su aranıyor olması bu yüzden boşuna değildi. Su arandığını bilmeden akıyor, yaşatıyordu. Yalnız hayat veren su gücenmişti Âdemoğluna.  Biri çıkmış  “Su akar Türk bakar” demişti.  Suyun gücü akmasında, akarken yarattığı yaşamdandı. Azizdi su. Bunu böyle belletmişti. Akıyor olmasına meydan okuyana öfkelenmişti. ‘Ya akışımı engellerlerse’ diye öfkelenmiyor da değildi.

Dere boyları, dağ taş, köy kasaba, koca kentler hasadın mevsiminde ağır uykuda. Su şırıl sırıl akmakta. Yıldızların parladığı gökyüzünü gittikçe bulutlar örtmekte. Karadenizli alışkındır, üstü bulutlu tepesi sisli dağlara. Yağması gerekiyorsa yağar, akar derelere. Dereler ulaşır Karadeniz’e… /Oy Karadeniz Karadeniz! Suları hırçın deniz/Çayını fındığını hiçlemişler de /Senin senden başka dostun nerede deniz/

Karardıkça gökyüzü yıldızlar görünmez oldu.  Dağlardan gürleyen sularla beslenip şişti dereler. Geriden gelen öndekini kovaladı. Öndeki bir öndekini… Engelleri sıyırdıkça suyun önünde kocaman kuvvetler oluştu. Aşağılarda horozlar ötmüş, yağmur altında yavaş yavaş korunaklı bir hayat kaynaşıyordu.

Su sadece damlar ve akardı. Gücü hem hacminde hem yatağının yerindendi. Su bilmezdi yolunu çevirenlerin nedenlerini. Su sadece hayata doğru akardı. Önüne geleni katar, yine akardı. O sabah da öyle oldu. Önüne her ne geldiyse üst üste toplanan kuvvetiyle aldı götürdü. Taşlarla geldi, kapılardan girdi, pencerelerden çıktı, eşyaları sokaklara, sokakları caddelere kattı. Kara haberler yayarak denize ulaştı. Geride geçilmiş dereler, yıkılmış setler, çökmüş yollar, yıkılmış binalar, çamura gömülü sebzeler, mısır tarlaları, fındık bahçeleri bıraktı.

O gün aracımızın iki saate yakın bir sürede tırmanarak yayla düzlüğüne ulaştığı onca yolu su kısa bir anda olanca şiddetiyle geçip gitti. Önüne setler kurarak kendisini öfkelendirenlerin soluk almasına bile fırsat vermeden, Karadeniz’in dalgalarına envai çeşit dükkanları sırtlayıp bıraktı su.

Kümbet Yaylası’nın kıyısında yaşayıp doğa anayı hep kardeş bellemiş Havva Ana bastonuna dayanarak sis perdesini araladı. Ak pembe yüzü sakin, bakışları bilecendi. Yayladan aşağıya, Karadeniz’e doğru dikelip söylendi: “Su akmasın da ne yapsın hıı? Helbet su akacak, sen hele çekil bi şuraya diyecek. Oldi mi şimdu?”

HATİCE Eroğlu Akdoğan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.