Sivas’ın Yollarına | Ertuğrul Erdoğan
Düğün Dernek için 747 kilometreyi aşacak Sivas yolculuğumuz Sakarya’dan başladı. Uzun yolculuğumuzda trafik kurallarına uyarak gittik. Akrabalarımız, bizi Anadolu’nun o sımsıcak yüreği ile karşıladılar.
Sivas, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetinin temellerini attığı yer. Sivas,
ünlü ozanımız Âşık Veysel’in “Benim sadık yârim kara topraktır.” dediği yer…
Biraz dinlenmemiz, hoş sohbetten sonra şehre aktık… Her şehrin ünlü bir caddesi
ve meydanı vardır. Yeni yapılan stadyumu geçtikten sonra İstasyon Caddesinin
meydanla birleştiği alana geliyoruz. Önce Atatürk ve arkadaşlarının Cumhuriyeti
kurarken adımlarını attığı Kongre Merkezi’ne gidiyoruz. Burası aynı zamanda
Sivas Lisesi olarak öğrencilere hizmet vermiş bir bina. Binaya girerken
duygulanıyor ve tüylerim diken diken oluyordu… İçeride Kurtuluş Savaşında;
basından tutunda kadınlarımızın mücadeleleri, Atatürk’ün kaldığı oda ve Sivas
Kongresinin yapıldığı salonda il delegelerinin fotoğrafları sandalyelerine
konulmuş bir haldeydi. Edindiğim bilgilere göre binada daha fazla tarihi
eserlerin olduğu idi. Bunu çıkışta yetkililere sordum. Aldığım yanıtta,
eserlerin bir başka yerde sergilenmek için depoya kaldırıldığı söylendiğinde,
“O eserlerin bulunması gereken yer burası. Çünkü Cumhuriyet’in ruhu burada.”
diye tepki gösterdim.
Fotoğraf faslından sonra Kongre Binasının karşısındaki ünlü Çifte Minarenin bulunduğu yere geçtik. Burası Selçuklu Devletinden kalma bir yerdi. İlhanlı Veziri Şemseddin Mehmet Cüveyni tarafından 1271 yılında yaptırılan Çifte Minareli Medrese’ye halk arasında Dar’ül Hadis’de deniyormuş. Burada İslam Hukuku’nun verildiğini öğreniyorum.
Yalnız günümüze minare ve kapılarının kalması ise üzüntü vericiydi. Çifte Minarenin karşısındaki mekâna geçiyoruz. 1217 yılında Anadolu Selçuklu Devleti sultanı I. İzzeddin Keykavus tarafından Sivas’ta darüşşifa olarak yaptırılan, Osmanlı devrinde ise medrese olarak da kullanılan bu yapı, dünyanın günümüze kadar gelebilen en eski hastanelerinden birisiymiş. İçeriye girdiğimizde ortada bir havuz, etrafında ise insanlar çay ve kahvelerini içerek sohbet ediyorlardı. Kalabalıktık. İki masayı yan yana getirerek oturduk. 800 yıllık böylesine tarihi bir mekâna işletme ruhsatının verilmesini hiç de hoş karşılamadım. Duvarlarını inceledim, aplik vardı. Mutlaka bir çivi ile tutturulmuştu. Üzüldüm. Nedense günümüzde tarihi mekânlarımız artık işletme gözü ile bakılmakta ve buralara ruhsat verilerek, tarihi dokular tahrip edilmektedir. Devletin biran önce buna bir ‘dur’ demesi gerekmektedir.
Darüşifa’dan bu kez tek başıma çıkıyorum. Hemen yanına kurulan 8. Sivas
Kitap Fuarı’nı geziyorum. Fuarlar ne olursa olsun o şehre canlılık verir. Konuk
gelecek yazarlar arasında tanıdıklarım da var. Kapalı bir dükkân şeklinde
kurulmuş stantların; konumu, aydınlanması hiç de iç açıcı değildi. Sanki
içindeki yazar, görevliler ile kitaplar sönük duruyordu. Burayı bir başka gün
gezdiğimde, bu kez sanat ürünlerinin teşhiri vardı. Saz, baston, bıçak, ney,
yorgan, anahtarlık gibi daha ne ararsanız vardı. Hepsi de sanatçıların o titiz
çalışmalarıyla, altın ellerde işlenmişti.
Bir başka gün Bacanağımın on beş kilometre uzaklıktaki bahçeli evlerine gittik. Bahçesi’nde meyve çeşitlerinden ne ararsanız vardı. Mürdüm erik ağacının yanına yaklaştım. Bir tanesini dalından kopartıp yedim, bal gibiydi.
Biraz ilerisinde elmalar ağırlığından dallarını bükmüştü. Armut deseniz,
onlar da öyleydi! Anadolu toprağı verimliydi. Baktığınızda ve ilgilendiğinizde
sizlere neler vermezdi ki, neler… Gelirken gördüğümüz toprakların büyük bir
bölümü ekin tarlasıydı. Buğday ve arpa en çok ekilen üründü bu yörelerde…
Yıllar öncesinde Sivas genelinde bir milyon ton olan buğday ekimi, şimdilerde
maalesef 270 bin tonlara düşmüş! Artık gençler, tarlalarda çalışmak istemiyor
ve en yakın buldukları Ankara gibi büyük şehirlerde iş umuduyla göç ediyorlar.
Daha önce ekonomisi canlı olan Sivas, Devlet Demiryolları Fabrikası’nda 4 bin
olan işçi sayısını, bine düşürmüş! Özelleştirildikten 11 yıl sonra, satın
alanlarca Demir Çelik Fabrikası’nın işçi ücretlerini ödeyememesi ve borçları
nedeniyle bir ara kapatma kararı almış! Devlet Malzeme Ofisi’nin İstanbul’a
taşındığını öğreniyorum. Oysaki eriği ballandıran bu topraklar iyi bir politika
ile işlendiğinde neler vermezdi neler!
Bu sabah eşimin yaşadığı yerleri görmeye gidecektik. Anılar hepimizi taze
tutan duygulardır. Adımlarımız ne olursa olsun bizleri yaşadığımız yerlere
çeker. Küçük adımlarımızın olduğu mekânları görmek bizleri karmakarışık
duygulara sürükler. Sevinsek mi, üzülsek mi, bilemeyiz. Mahalle’ye geldiğimiz
de, eşimin yaşadığı ev yerinde yoktu. Bahçesindeki armut ağaçları da… Eşimin
okuluna gittiği sokaktan geçiyoruz. Tek tük kalan Ermeni Evleri (burayı bir yazımda
anlatmıştım. Sitemdeki linkini vereyim
http://ertugrulerdogan.com/kisa-oykulerim/her-tarafimiz-sirilsiklam/ ) eskimiş
bir haldeydi. (Korumaya alınması gereken binalardı.) Köşeyi döndüğümüzde İsmet
İnönü’nün Sivas Kongresi sürecinde kaldığı konağı ziyaret etmek istedik.
Kapısı kapalıydı. Açtırdık. İnönü’ye ait eşyalar yanı sıra, bir odasında
açtığımız dolapta birçok tuzluk, peçete ve menü listeleri görünce burayı da
işletmelerin restoran yaptığını anlayabiliyoruz. Tarih kokan bu yerlerin özenle
korunması gerekirken, işletmeler adı altında talan edilmesi daha önce de
söylediğim gibi oldukça üzmüştü. Yine buradaki eserlerin depoya götürüldüğünü
ve bir başka mekânda sergileneceğini öğrenince, kapıyı açan görevliye de aynı
şekilde sitem ediyorum. Görevli sessizdi…
Sivas’a giderken mutlaka uğrayacağım yerlerden birisi de yazar ve
şairlerimizin, yobazlarca hunharca yakıldığı Madımak Oteli’ydi. El sanatlarını
gezdikten sonra Sivas Valisi Halil Rıfat Paşa tarafından 1884 yılında 42 odalı
yaptırılan Tarihi Valilik Binası’nın bulunduğu meydandan aşağıya doğru yürüdüm.
Madımak Oteli’ni sordum. Gösterdiler, ancak oteli Özel İdare, “Sanat ve Bilim Merkezi” olarak yapmışlar. Bu konuda edindiğim bilgiye göre; o kara günde, dışarıdan otobüslerle sakallı ve cübbeli kişilerin geldiği imiş. Sivas’ın gökyüzü şairlerin ve yazarların sözcükleriyle doluydu… Bulutlar hüzünlüydü…
Düğün Dernek Filmi’nin ikincisi de çekilmişti. Üçüncüsünü biz gerçekleştirdik (!) O gece Sivas Halayını çekenleri A noktasından B noktasına doyasıya seyrettik. Ankara oyun havası eşliğinde pistte kurtları döktükten sonra gelin ve damadımızı evlerine sağ salim yolcu ettik. Lobide gelinin babası ile biraz sohbet ettik. Kendisi, yine tarihi bir mekânda (ki buna çok karşıyım.) işletmecilik yapıyormuş. İş hayatından söz açılınca, “Terzilikten geldim. Askeri Dikimevinde çalıştım. Birçok Paşa’nın ölçüsünü alırken esas duruşa getirdim.” sözüne güldüm. Şimdilerde ebeveynler çocuklarını hep okutmak istediğini, altın bilezik denilen sanattan ise mahrum olduklarından bahsetti. Sözlerine şöyle devam etti. “Benim oğlum geçenlerde yanıma geldi. Baba tatile gideceğim para verir misin? Dediğinde, tamam oğlum, gel bizim orada iki ay çaycılık yap, sana maaş vereyim, onunla git, dedim. O da öyle yaptı.” Ayrılırken, “Çocuklarımız yine okusunlar. Bu memlekete terzide lazım, ayakkabıcı da lazım, kanalizasyon da çalışacak adam da… Meslek öğretmemiz lazım onlara meslek…” diyerek salonun kalabalığına karışmıştı…
Sivas’ın yolları bitmiyordu… Bir başka gün yine İstasyon Caddesi’nde
yürürken İl Kütüphanesi’ne uğradım. Yetkililerin bulunduğu mekânda, sıcak bir
çay ikramı ile kütüphane hakkında bilgi edindim.
100 bine yakın kitap olduğunu, günde 7 bin civarında kitap alındığını
belirttiğinde, ben de, kütüphanelerde iktidarı ele geçirenlerin tekelinde
olmayan bir anlayışla her fikirden yazara ait kitapların bulunması gerektiğini
ve zaman zaman da yazarların katılacağı etkinliklerle okur-yazar buluşmalarının
yapılmasını belirttim.
Yolculuğumuz bu kez Gürün İlçesi’ne oldu. Bacanağım Gökırmak’ı anlata
anlata bitiremedi. Buraya geldiğimizde şimdiye kadar görmediğim bir manzara ile
karşılaştım. Göl, diğer göllerden çok farklıydı. Göl değil, sanki bir akvaryum
idi. Çevresinde gezerken, balıkların gezdiğini ve o su altındaki bitkilerin
ilginçliğini ilgiyle seyrediyorsunuz. Göl adı gibi, gök mavisi rengindeydi.
Derinliği ise sanki iki veya üç metre gibi görünüyordu. Ama öyle değilmiş! Çevreyi temizleyen bir gençle konuşuyoruz. Derinliğini sordum, ‘yirmi metre’ yanıtını alınca, inanamadım. Tam bir doğa harikası bir yerdi. Mutlaka gidip görün.
Gürün’e gelinir de 40-50 kilometre ötedeki Darende’ye gidilmez mi? Malatya
topraklarına girer girmez, kaysı ağaçları size “Merhaba” diyor. Toprakları
farklıydı. Beyaz ve kil rengi görüntüsü belki de kaysıya lezzet katıyordu.
Darende’de Somuncu Baba’nın bulunduğu mekân da bir doğa harikasıydı.
Kıyıcığından Tohma Çayı gür akıyordu.
Hemen yanındaki kayalıklar ise Göreme’deki yapılaşmayı andırıyordu. Gölün içinde ördekler, suyun akışının tersine doğru yüzüyorlardı. Kenarından yürümeye başladım. Merdivenli bir yere geldiğimde küçük bir şelaleden akan sudaki balıkların görüntüsü bir başka güzellikteydi. Birkaç adım daha gittim, küçük bir mağara gördüm. İçine doğru yürüdüm, karanlıktı. Geri döndüm. Merdivenin en tepesine geldiğimde çevreme baktım. Cennet burası olması gerekti! Karşımda büyük bir değirmen, ırmaktan aldığı suyu yukarılara taşıyordu… Burasını da şiddetle tavsiye ederim.
Artık dönüş yolculuğumuz başlamıştı. Aracın yağı, suyu derken vedalaşma vakti gelmişti. Birkaç gün önce yıkama bölümünde tanıştığım ve Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünün 1. sınıfını bitiren ve artık okumayacağını söyleyen Hikmet’e ısrarla okumasını, elinde bir diplomasının olmasını söylemiştim. Tesadüf akaryakıtımızı o doldurdu. Okula devam edeceği haberini alınca mutlu olmuştum. Kulağına, “Sana güveniyorum. Ve senden iyi haberler bekliyorum. Bacanağımdan senin hakkında haberler alacağım.” dediğimde, gülümsedi. Dikiz aynasına baktım, el sallıyordu…
Ertuğrul Erdoğan