SİNEMADA BİLİMKURGU
Bilimkurgu deyip iyi vakit geçirdiğimiz filmlerin hangilerinin bilimkurgu, hangilerinin fantastik,hangilerinin ikisiyle de alakasız aksiyon ,komedi ve aşk öğeleri içeren filmler olduğunu ayırt edemez hale geldik. Oysa tür filmleri içinde farklı bir amacı ve farklı bir işleniş tarzı olan bir tür bilimkurgu.
Bilimkurgu’nun Doğuşu
18.yy’da bilimin ve teknolojinin gelişmesi ve modernliğin artık iyice yayılmaya ve insanları temelden etkileyip,yaşam tarzlarını ve düşünüşlerini değiştirmeye başlaması,bilimkurgunun bunlara bir tepki olarak doğmasına yol açtı.Tabi o zamanlar bu gelişen teknoloji bilimkurgunun sinemada yoğun bir biçimde işlenmesini sağlayacak kadar ilerlememişti.Oysa bilimkurgu, türünün öncüleri için edebiyatta geniş bir uygulama alanı buldu.Bilimkurgu’nun sinemada daha geniş bir uygulama alanı bulması içinse 1920’li yılları beklemesi gerekti ve o zamanlar bilimkurgu’nun sinemada ayrı bir tür olarak varolduğu söylenemezdi.
Bilimkurgu sinemasını bir şekilde tanımlamak gerekirse,onu bilimin ve teknolojinin gelecek yıllardaki gelişimini ve bunun insanları bireysel ve toplumsal olarak nasıl etkileyebileceğini tahmin eden sinema türü olarak tanımlayabiliriz.Bilimkurgu sinemasının ,gelecekte olması muhtemel,bilimsel,dünyayı,insanlığı ve yaşamın gidişatını büyük ölçüde etkileyecek olaylara karşı izleyicisini uyarma özelliği vardır.Hatta izleyicisini yaşanan ya da yaşanabilecek durumlara ,felaketlere karşı tetikte olması için dürtüp uyandırma gibi bir derdi olduğu bile söylenebilir.
Fantastik Sinemayla İlişkisi
Her zaman çok yakın bir ilişki içinde bulunduğu fantastik sinemayla bilimkurgu sineması izleyiciler tarafından da çoğu zaman aynı tür sinema olarak görülür.Bilimkurgu sinemasının konuları neredeyse her zaman bilimsel ve mantıki temellere dayanır,oysa fantastik kurguda düşsel öğeler ağırlıklıdır ve fantastik sinemada izleyiciye gösterilen olaylar bilimsel temellere dayandırılmaz.İki tür de düşleme yolunu kullansa da bilimkurgu bunu geleceği kestirmek için yapar.
Bilimkurgu Filmleri
Bilimkurgu sineması için Bilimkurgu edebiyatından doğmuştur demek pek de abartılı bir iddia olmaz.İlk Bilimkurgu filmi sayılan Le Voyage Dans La Lune(A Trip To The Moon,1902)Jules Verne’ ün ve H.G.Wells’in birer romanı kullanılarak ortaya çıkarılmış 21 dakikalık bir George Mélies filmiydi.
1920’li yıllarda ise 1.Dünya Savaşı’nın sonrası,insanlar teknolojinin geliştiğinin ve bunun kendileri için tehlikeli olabileceğinin farkına varmışlardı.Bilimkurgu da onların bu korku ve endişelerini sinemaya aktarmaya başladı.
1927 yılında Fritz Lang rahatsız edici ,aynı ölçüde başarılı bir gelecek tasviri yaptığı “Metropolis”filmini çekti.Film devasa gökdelenler,iç içe geçmiş yüzlerce karayolları ve ulaşım araçları arsında robottan farksız yaşayan endüstri işçilerinin dünyasında başlıyor ve şehrin zengini fabrikatörün oğlunun bir anda kendini bir nevi yer altı dünyasında bulması ve oradaki asi hareketin manevi lideri kıza aşık olmasıyla da gelişiyor.Aslında bu fabrikatör oğlu,endüstri üzerine kurulu sistemin başıyla ,yani fabrikatörle, bu sistemin işlemesini sağlayan ama yakın zamanda bu gidişata başkaldırmaya hazırlanan işçilerle filmde bir köprü kurulmasını sağlıyor.Fabrikatör alt sınıfın direnişini kırmak için çılgın bir doktora başkaldırının ruhani lideri aynı zamanda esas kızın tıpatıp benzeri olan bir robot yapmasına izin verir.Fakat iler karışıp,fabrikalarda makinelerin bulunduğu önemli yerler sular altında kalınca,işçiler isyan edince ,üstüne üstlük biricik oğlu (!) kendini işçilerin yanında ilan edince fabrikatör baba ,filmin bilimkurgu için iyimser sayılabilecek finalinde, işçilerle işbirliği yapmayı kabul eder.
“Metropolis”in ardından gelen yaklaşık 10 yıllık süre içinde H.G.Wells’in romanından uyarlanmış bir James Whale fimi “Invisible Man”,Alexander’ın Korda ‘nın “Things To Come” ve bu dönemin en önemli Bilimkurgu serisi diyebileceğimiz “Flash Gordon” filmleri çekildi.Böylelikle bilimkurgu artık sinemada varolduğunu iyiden iyiye göstermeye başladı.
Bilimkurgu’nun Altın Çağı
1945 yılından sonra 2. bir Dünya Savaşı ,üstelik bu kez savaşta daha büyük kitle katliam silahlarının kullanılması, teknolojinin bu yönde ne delice geliştiğini göstermeye yetti.50’li ve 60’lı yıllar boyunca atom bombası ve diğer kitle katliam silahlarına duyulan korkuyu yansıtan filmler çekildi.Aynı yıllarda soğuk savaş politikalarının etkisiyle istila filmlerinin sayısı da arttı.Bu filmlerde insanları ve dünyayı bir şekilde ele geçirmeye çalışan robotlar ya da dünya dışı yaratıklar kullanılıyordu.Uzay bilimlerinde yaşanan gelişmelerde uzayla ilgili filmlerin sayısında artışa yol açtı.
Invasion Of The Body Snatchers
1950’li yıllarda yaşanan paranoyayı en iyi yansıtan filmlerden biri 1956 yılında çekilen “Invasion of the Body Snatchers”dır.Filmde dünya dışı yaratıklar insan vücutlarının hissiz kopyalarını çıkarmaya ve gerçek insanları da dolaylı olarak öldürmeye başlarlar.Bunu da grip virüsü yayar gibi kolayca başarırlar.Dün sapasağlam ve sağlıklı olan komşular ,ertesi gün boş bakışlarla,gülümsemeyen yüzlerle,özetle hissiz bir şekilde evden işe, işten eve gidip gelmeye başlarlar.Bu yetmezmiş gibi hissiz insan sürüsü henüz hissizleşmemiş normal insanları görünce onlarında yakalanmasına ve hissizleştirilmesine yardım ederler.Film bir yandan artık yan komşunun ve iş arkadaşının bile güvenilir biri olmadığını,sevgiliden gelen çiçeğin fazla yaklaşılmadan imha edilmesi gerektiğini söylerken,bir yandan da bunları filmin çekildiği yıllarda yaşanan paranoyanın birer simgesi olarak gösteriyordu.Devletin hastanesinden emniyet güçlerine kadar her yeri bu uzaylılar tarafından istila edilirken,hala özgür olan baş karakter duygularını kaybetmemek için tek kişilik bir kaçışa başlar ve ele geçirilmemiş bir yer ve insanlar bulmayı ümit eder.
Film 1978 ve 1994 yıllarında tekrar çekildi.
The Time Machine
1960 yılında yönetmen George Pal zamanda yolculuk temasını iyi bir şekilde işleyen, H.G.Wells’in romanından uyarlama olan ” The Time Machine” filmini çekti.Filmde bir zaman makinesi icat eden bilimadamının geleceğe olan yolculukları anlatılıyordu.2 Dünya savaşına ve sonra endüstrileşmeye tanık olan bilimadamı son yolculuğunda bir atom felaketi sonrası dünyayı,bu dünyada medeniyetten yoksun,yeraltında yaşayan morlocklara öğle yemeği olan güzeller güzeli bir avuç insanı,Eloi halkını görür.Eloi halkını morlocklardan kurtarıp kendi zamanına döndüğünde en yakın arkadaşlarının onun zaman yolculuğuna inanmaması ve insanlığın gelecekte geldiği duruma duyduğu hayal kırıklığı ve üzüntü ,onun Eloi halkına medeniyeti tekrar geliştirmeleri için yardım etmek amacıyla geleceğe dönmesini sağlar. “The Time Machine” insanoğlunun geçmişinde yaptığı ve gelecekte de muhtemelen daha beterlerini yapabileceği yanlışları göstererek,izleyicisini bir özeleştiri yapmaya çağırıyordu.
Dr. Strangelove or How I Learned To Stop Worrying And Love The Bomb
1963 yılında Stanley Kubrick “Dr.Strangelove” ı çekti ve o zamana kadar atom bombasını Allah’ın insanlara gönderdiği bir ceza olarak görenlere ,bu silahın sonuçta insanlar tarafından yapıldığını hatırlattı.Film Amerikalı bir hava üstü komutanının bir grup uçağı hidrojen bombalarıyla Rusya’ya göndermesiyle başlar.Uçakları geri çağırabilecek tek şifreyi de sadece ve sadece bu ruh sağlığı bozuk komutan bilmektedir.Rusya’nın bombalanmasını ve dolayısıyla kendiliğinden devreye girecek ve dünya üstündeki yaşamı kırıp geçirecek başka felaket bombalarının patlamasını önlemek için ABD başkanı ve emir erleri gerekli şifreyi ele geçirmek için çaresizce uğraşıp dururlar.Yazık ki hem zaman sıkışıklığı hem de yardımı gereken kişilerin elverişsiz(!) durumları işleri zorlaştırır.Filmin aklı başı yerinde nadir karakterlerinden biri olan ve şifreyi bulmaya çalışan subay sonunda bunu başarsa da ,Rusya yolundaki uçaklardan birinde bir kaza olur ve şifre onlara ulaşmaz.Ellerindeki bombayı Rusya ‘nın bir bölgesine atmayı başarırlar.Bu da Rusya’nın karşılık silahını otomatikman devreye sokar.ABD başkanı ve Dr.Strangelove kalan zamanlarını iyi bir ırk için sığınaklara vasıflı ve güzel kadınların alınmasıyla ilgili konuşarak geçirirken,film dünyanın farklı yerlerinde patlayan atom bombalarının görüntüleriyle sona erer.
Fahrenheit 451
1967’de François Truffaut, Ray Bradbury’nin aynı adlı romanını sinemaya aktardı.Bu filmde, kitapların insanı hüzünlendiren ya da üzmekten başka işe yaramadığı gerekçesiyle yasaklandığı ve yakıldığı bir dünyada ,bu sistemin içinde bizzat yer alan ve kitap yakan bir itfaiyecinin ,günün birinde kitap okumaya ve içinde yaşadığı dünyayı sorgulamaya başlaması anlatılıyordu. Film insanın bilinçlenmesinin ve sorgucu hale gelmesinin ,aktif t.v. programlarıyla ve “kitap okumak kötüdür” propagandasıyla önlenmeye çalışıldığı bir zaman ve mekanda geçiyor ve “Invasion of the Body Snatchers”dakini hatırlatır bir şekilde kitap okumayan insanların ,kitap bulunduranları ispiyonladığı bir toplumda yaşanıyor.Filmde baş karakter olan itfaiyecinin karısı dahi kocasını ispiyonlayabilecek kadar dışardan yani yönetimden idare edilebilecek bir durumda yaşıyor.Sonunda her şeyi geride bırakan eski itfaiyeci,her biri bir gün canlı bir kitap olmaya çalışan ve şehir dışına saklanmış kitap insanların arasına saklanıyor.
2001:A Space Odyssey ve Solaris
1968’de Stanley Kubrick sadece bir bilimkurgu başyapıtı değil,tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen “2001:A Space Odyssey”i çekti.Yönetmenin, senaryosunu Arthur C.Clarke’ın “The Sentinel” adlı öyküsünden alıp yazarla birlikte geliştirdiği efsane çekim teknikleriyle,görüntü efektleriyle ve bilimkurgu sinemasına kattığı yeniliklerle mihenk taşı haline gelmiş bir filmdir.
Film “insanın şafağı”yla açılır,bu bölümde filmin gizemli “tek taş”ını gören maymunlardan biri bu sayede “kemik”i sularını diğer maymun sürülerinden korumak için bir silah olarak kullanmayı öğrenir.Bir sonraki bölümde artık insanlık kemik alet kullanımı evresinden uzay gemileriyle yolculuk evresine sıçrar.2.bölümde,Ay’da bulunan bir tektaş,Satürn’deki büyük abisine bilimadamlarının anlayamadığı bir sinyal gönderir.Bunun ne anlama geldiğini ve tektaşın anlamını çözmesi için Discovery adlı bir gemi,aslında hiçbir şeyden haberi olmayan ,3’ü hibernasyon sistemiyle uyutulmuş 5 bilimadamı ve son model bir bilgisayar olan HAL9000’le Jüpiter’e (bir sonraki durak Satürn’dür)gönderilir.Gemi içindeki mutlu mesut hayat HAL’in bir hata yapmasıyla bozulur.Kaptanın kendisini devreden çıkarmasından duyduğu korkuyla bir bilimadamını gemi dışına çıkararak öldürmeyi başaran HAL ,daha sonra da hibernasyonda uyuyan bilimadamlarını imha eder,kaptanın onu devreden çıkarmasıyla da görevinden emekliye ayrılır.Filmin buradan sonrası kaptan Bowman’ın tektaşın sırrını tek başına çözmesini anlatıyor.Bu bölümde geçenler ve sonunda Bowman’ın geldiği durum filmde izleyicinin yorumuna bırakılmış demek yanlış olmaz çünkü bu bölümde ne bir açıklayıcı replik var ne de durum.Her şey filmin son sahnesine kadar izleyiciyi biraz daha şaşırtıp düşündüren bir hal alıyor.
“2001” hem insanlığı evrimi olarak okunabilir hem de teknolojinin evrimi olarak. Filmde bir “insanın kendine dönüşü,kendine dışardan bakışı” olgusu var;bir başa dönüş olduğunu da belirtmek gerek.HAL’in devre dışı bırakılmadan önce kendi öyküsünün başına dönmesi ya da Bowman’ın filmin en sonunda bir embriyo olarak kendi varlığının ilk evresine dönmesi gibi.Teknolojinin geldiği son noktayı simgeleyen HAL’in tehlikeli hale gelmesiyle ,varlığının ve işlevinin sorguya çekilmeye başlanması,bu teknolojiyi yaratan insanın da sorgulanmasını sağlıyor.Üzerine fazla bir şey yazmaktansa insanların filmi kendilerinin izlemeleri ve kendi yorumlarını getirmelerini dilemek daha mantıklı bir tutum olur “2001” için.Sonuçta film görsel ve işitsel ,muazzam bir yolculuk ve çekildiği yıldan sonra diğer bilimkurgu filmlerini kendisi gibi yaratıcı olmaya teşvik eden yoksa unutulmaya mahkum eden bir film.Bugün bile çekilen bilimkurgularda etkisini rahatlıkla görebilirsiniz.
“2001”in ardından 1972’de Andrei Tarkovsky ,Stanislaw Lem’in aynı adlı romanı “Solaris”i sinemaya aktardı.Filmde, Solaris adlı gezegene giden bilimadamlarının ,gezegenin onlara ziyaretçiler (kişilerin bilinçlerinin gerilerine itilmiş karakterlerin tıpatıp kopyası sayılabilecek yaratıklar) göndermesine verdikleri tepkiler gösteriliyordu.Bu tepkiler aynı zamanda evreni keşfe çıkmış insanların buna ne kadar hazır olduklarını da sorguluyordu.
“Solaris” de “2001” gibi yine bir kendine dönüş hikayesi.Kendini anlamaya çalışma ve sınama filmdeki baş karakterde de ,diğer karakterlerde de ,hatta gelen ziyaretçi de bile sürekli gerçekleşen bir evre.Filmin sonundaysa adeta evreni keşfe çıkmadan önce kendimizi keşfetmemiz gerektiği mesajı veriliyor.”2001” gibi “Solaris” de yoruma açık bir şekilde bitiyor.Kubrick de Tarkovsky de filmlerini uyarlandıkları kitaplardan daha belirsiz sonlara bağlıyorlar ve bunu izleyiciyi düşünmeye iten bir yöntem haline getiriyorlar.
70’lerden Günümüze Bilimkurgu Filmleri
Altın çağın etkisiyle bilimkurgu yapımlarındaki canlanma 70’lerde de etkisini sürdürdü.Bu yıllarda artık atom felaketi ya da soğuk savaşı işleyen filmler yerine insanın doğaya yaptıklarının sonuçları ve “2001” in etkisiyle robotlar ve “düşünen makineler” sıkça işlenmeye başladı.Bu iki konu dallanıp budaklandı ve günümüze kadar işlenen konular haline geldiler.
İnsanın doğayı kirletmesi ,virüslerin, hastalıkların insanları kırıp geçirmesi ve mutasyona uğrayan hayvanlar,böcekler ve bazen de insanlar bu dönemde birçok bilimkurgu filminde anlatıldılar.
1979 yapımı “Alien”da insanların kendi elleriyle silah olarak kullanmayı amaçlayarak yaptıkları bir yaratığın ne durumda olduğuna bakılması için bir grup bilimadamı yaratığın bulunduğu gezegene gönderilir.
“The Fly” (1986) bir bilimadamının yaptığı bir deneyden sonra sineğe dönüşme evresini anlatır.
“Jurassic Park”(1994) da zengin bir bilimadamının bir dinozor DNAsını kullanarak türü yeniden canlandırmasını izleriz.
İnsanların kendilerinin edip kendilerinin bulduğu yaratıklı,virüslü,bulaşıcı hastalıklı filmler hala günümüzde de yapılan filmler.Özelikle genetik kopyalamanın geldiği nokta,şimdi bile bu konuda tekrar tekrar filmler yapılmasına neden olmuştur.
70’li yıllarda tüm bu konuların işlendiği filmlerin dışında bir de uzaylı filmleri çekilmeye devam ediyordu ama daha farklı bir bakış açısıyla ,hatta daha deneysel diyebileceğimiz üsluplarla.
1976 yapımı “The Man Who Fell To The Earth”,su için dünyaya gelmiş bir uzaylının öyküsünü alışılmamış bir sinema diliyle anlatıyordu.Film ,uzaylı karakterin dünyadaki ilk zamanlarında saflığını ve kendine has özeliklerini korurken ,zaman geçtikçe nasıl da kirlenmeyi öğrendiğini ,kendi özelliklerini yitirip sıradanlaştığını yani dünyaya nasıl ayak uydurduğunu gösteriyordu.Dawid Bowie’nin oynadığı karakter ise tamamen alışılmadık bir dünya dışılıydı ve belki de sinemada izlediğimiz en farklı ve ilginç uzaylı portresiydi.
1977’de Steven Spielberg senaryosunu da kendi yazdığı “Close Encounters Of The Third Kind”ı çekti.Bu filmde dünyayı ziyaret eden uzaylıları görmüş ya da işitmiş insanların bundan nasıl etkilendikleri anlatılıyordu.Bu filmle uzaylıların üstünden “istilacı” etiketini de kaldırmaya çalışan Spielberg ,“dost uzaylı” kavramını 1982 yapımı “E.T.” fimine de taşıdı.Filmde kazara dünyada kalan bir uzaylının saklandığı evin çocuklarıyla kurduğu ilişki anlatılıyordu.Ayrıca ilk kez çocuklar bir bilimkurgu filminin merkezinde yer alıyor,doğru ve haklı olanı yapıyor,yetişkinler ise dar görüşlü ve korkak olarak niteleniyordu.
“Close Encounters Of The Third Kind”la aynı yıl Geoge Lucas “Star Wars” üçlemesinin ilk filmini çekti ve görüntü efektleri bir kez daha atağa geçti.İçinde fantastik bir çok öğe barındıran “Star Wars”, Asimov’un kitaplarından çıkmışa benzeyen bir yıldızlararası imparatorluk sisteminin içinde geçen iyi ile kötü arasınadaki savaşı üç filmle anlatıyordu.90’lı yılların sonunda ilk üçlemenin öncesinde yaşananların anlatıldığı bir diğer üçlemeye başlandı.
80’li yıllarda çevrilmiş çok önemli birkaç bilimkurgu filmi belki de özgün de olan son yapıtlardı.
Blade Runner
Ridley Scott’ın Phillip K. Dick’in “Do Androids Dream Of Electric Sheep”romanından uyarladığı post-modern bir gelecekte geçen “Blade Runner” (1982) filmi dünya dışı gezegenlerde işçi olarak çalışan bir grup süper yeteneklerle imal edilmiş androidin (filmde kopya olarak geçiyor) dünyaya kaçmasıyla başlar.Tek amaçları ömürlerinin ne kadar olduğunu öğrenmek ve bu süreyi uzatmaktır. Bu arada onları yakalamakla ve emekliye ayırmakla görevlendirilen Deckard adında bir dedektif mükemmel özelliklerle donatılmış bu androidlerden (üreticisinin duyduğu hayranlıkla yanında tuttuğu) en son modeline, Rachel’a aşık olur. Deckard bir taraftan androidleri teker teker yakalarken önce Rachel, sonra da kaçak androidlerin lideri Roy, Deckard’ın hayatını kurtarır. Roy hayatının son dakikalarında yaşadıkları üzerine Deckard’la konuşmaya başlar ve Deckard’ın kopyalar ve kendi hayatı hakkındaki düşüncelerinin tamamen değişmesini sağlar. Yönetmenin kurgusu versiyonunda filmin sonunda, Rachel’la kaçarlarken Deckard’ın da bir kopya olduğu anlaşılır. Film boyunca bir insan olarak izlediğimiz Deckard’ın aslında kopya olmasını, film üzerine düşünüp Deckard’ın kopya olmaya da müsait yaşantısını farkettiğimizde yadırgamamaya başlarız, hatta kopyaların filmdeki insanlardan daha insan olduğunu düşünürüz(kopyaları yapan şirketin sloganı da budur zaten: insandan daha insan) ve bu da bize insan olsak da aslında kopyalardan pek de farkımız olmadığını düşündürür. Film, gerçeğin yalnızca kaybolup kaybolmadığını değil aslında neyin gerçek olduğunu da kestiremediğimiz bir zaman ve mekanda geçiyor. Filmin karanlık gelecek tasviri ,Vangelis’in filme cuk oturan müziği ve insanı gerçekliğin kayboluşuyla yüzleştiren senaryosu “Blade Runner”ı zamanla bir klasik haline getirdi.
Brazil
1985’de Terry Gilliam tarafından çekilen “Brazil”de “Blade Runner” gibi 1980’li yıllarda çekilmiş en önemli filmlerden biriydi. “20.YY’da ,bir yerde”geçen filmde baş karakter,betonlaşmış daha doğrusu gökdelenleşmiş bir şehirde,herşeyin hıphızlı akıp gittiği,bürokrasinin delice önemli bir hale geldiği hayatından ancak gördüğü rüyalarla kurtulabilir(ki rüyalarında dahi rahatsız edilir).Film tutuklama belgelerindeki bir hata(!)sonucu terörist diye yakalanan bir aile babasının mahkum edilmesiyle başlar.Bu yanlışlığı gidermek için çaresizce didinen komşu kızı,baş karakterimiz Sam’in çalıştığı Enformasyon Bakanlığı’na gelince ,Sam rüyalarında gökte aradığı kızı,gerçek hayatta yerde bulmuş olur(!).Fakat kızın terörist olarak aranması Sam’in kıza ulaşmasını epey zorlaştırır.Ne yapıp edip kıza ulaştıktan ve kendini ona kabul ettirdikten sonra bu yapıp ettikleri yüzünden yakalanıp modern dünya tarafından mahkum edilen Sam aslında rüya aleminde kendi haline bırakılmış diğer bir deyişle özgür bırakılmıştır. En sonunda Sam kaçmaya çalıştığı dünyadan ve onun için kabus olan hayatından;bireyselliğini yitirmiş insanlardan , annesinden,onun estetik operasyonlarından ,boruların ,kabloların ve dandik teknolojinin egemenlik sürdüğü evinden ,hızlı temposu ve bürokrasi işlemlerinin yoğunluğu yüzünden bıktığı işinden,gökdelenli,karanlık sokaklardan kurtulur.
Sağlam bir bürokrasi eleştirisi barındıran,aynı zamanda da anti-modernist bir film olan “Brazil”,Gilliam’ a özgün çekim teknikleriyle,müzikleriyle,ince detaylarla bezenmiş öyküsü ve atmosferiyle çekilmiş en iyi bilimkurgu filmlerinden biriydi.
Son Dönem Bilim Kurgu Filmleri
Görüntü Efektlerinin Egemenliği
Bilimkurgu Filmleri 70,80 ve 90 lı yıllarda çekildikçe ,giderek gelişen görüntü efektleri de bu filmlerin bir parçası haline geldi.
“Terminatör 2:The Judgement Day”(1991)filminde kullanılan görüntü efektleri gerçek dünyada teknolojinin ne kadar geliştiğinin bir belirtisi gibiydi sanki.Hemen 2 yıl sonra çekilen “Jurassic Park”(1993) da görüntü efektlerinin 90’larda geldiği noktayı gösteriyordu.90’ların sonunda “The Matrix”(1999)in çevrilmesiyle görüntü efektlerinin de bu dönemdeki yolculuğu son bulmuştu. Çünkü, “The Matrix” te kullanılan tekniklerin bazıları tamamen yeniydi,diğerleri içinse eski tekniklerin evrimini tamamlayıp önümüze konmuş son halleri denilebilir.
“The Matrix” de eleştirilen ,“Brazil” deki boruları andıran kablolarla hayat sanılan programa bağlanmış pasif durumdaki insanlar gibi,bilimkurgu sineması da zaman geçtikçe çok büyük bir önem taşıdığı ve filmleri modernleştirdiği sanılan görüntü efektlerine bağımlı hale geldi ve zamanla kendi özelliğini yani sorgucu-eleştirel kimliğini ve bilimsel gelecek tahminine ve şimdiki zaman analizine dayanan yapısını “Dünyaya Düşen Adam” misali kaybetti.Teknolojinin gelişmesiyle bireyselliğin,bireysel özelliklerin yokolması durumu bilimkurgu filmlerinde eleştirilen bir olguyken, artık bilimkurgu filmlerinin sorunu haline geldi.Son yıllarda izlediğimiz bilimkurguların çoğu eski bilimkurgu filmlerinin tekrar çevrimi ya da bilimkurgu adına söyleyecek fazla bir şeyi olmayan ;birbirinin kopyası niteliğinde çevrilmiş ,bilimkurgudan çok aksiyon ve aşk filmleri haline gelmiş filmler.
2000’li yıllarda, görüntü efektlerinin araç değil de amaç olarak kullanılması ve düşünsel derinliği olmayan senaryolar,bilimkurgu sinemasını tehdit etse de ,hala iyi yapımların çıkarıldığı bir tür bilimkurgu.Sonuçta şimdi bile insanlığın geçmişi ,geleceği ya da nereden gelip nereye gidiyor olduğu,Dünya’nın ,doğanın ,yaşamın ve özellikle insan yaşamının önemi hakkında söyleyecek sözü olan bilimkurgu filmleri çekiliyor ve biz de tüm bunlar için çok şeyin söylenmesi gerektiği bir zamanda yaşıyoruz.