Şehir ve Medeniyet | Hilmi Yavuz
Şehir ve Medeniyet ilişkisi üzerine yapılacak bir okumanın, medeniyetin temelkoyucu ölçütlerinden yola çıkılarak yapılması gerekir. ‘Medeniyet’ sözcüğünün Arapça ‘site’ anlamına gelen ‘Medine’den türemiş olması, ‘site’nin bir anlam genişlemesiyle ‘Şehir’e dönüşerek, Medeniyetin ‘Şehir’ kavramıyla ilişkilendirilmesini mümkün kılmıştır. Ama acaba bu bizi, Medeniyetin şehirlerde başladığını ima eden bir sonuca mı taşımalıdır? Her şehir, medeni midir? Herhangi bir ayrım öngörmeden, her şehri Medeniyet üreten mekânlar olarak mı temellük etmeliyiz? Kısaca, soru şu olmalıdır: Şehirle Medeniyet ilişkisi nasıl bir dolayımla kurulabilir?
Gordon Childe, şehrin kırsal kesimden farklılıklarını belirtirken, birkaç hususa dikkati çeker: Bunlardan ilki, şehirlerin saraylar, tapınaklar, kral mezarları gibi büyük anıtsal yapılarla kırsaldan ayrıldığıdır. İkincisi ve en az ilki kadar önemlisi, şehirlerde, kırsal kesimdeki akrabalık ilişkilerinin yerini, hemşehrilik ilişkilerinin almış olmasıdır. Bürokrasi de, şehirlerin ayırt edici özellikleri arasındadır. Dahası, sanatın zanaatkârlıktan ayrılarak, özerkleşmiş bir estetik alan oluşturması, ancak şehirlerde mümkün olabilmiştir. Bu, sanatın zanaatın işlevselliğine bağımlı bir üretim olmaktan çıkıp özerkleşmesi anlamına gelir.
Öyleyse özetle şu: Şehirler anıtsal yapılarıyla, hemşehrilik ilişkileriyle, bürokratik merkezîleşmiş konumuyla ve sanatın zanaattan ayrılarak özerkleşmesiyle, kırsallıktan ayrılır. Şehri, medenîlikle ilişkilendiren bu hususiyetlerdir.
Şüphesiz bu farklılaşma, şehirle medenîlik arasındaki münasebetin antropolojik bir mesele olarak ele alındığında söz konusu edilmelidir. Ama bir şehrin medeniliği, onu kırsallıktan farklılaştıran kriterlere indirgenebilir, ama bir şehrin medeniyet bağlamında tarif edilmesi, onun anıtsal yapılarına, bürokratik merkezî yapılaşmasına, akrabalık ilişkileri yerine hemşehrilik ilişkilerine ve sanatın zanaattan özerkleştiği bir mekan oluşuna irca edilebilir mi?
Eğer irca edilebiliyorsa, o takdirde bu kriterlere sahip olan bütün şehirlerin medeniyet mekânları olduklarını söylemek mümkün hale gelecektir. Bunun böyle olmadığını ve şehri, kırsaldan ayıran özelliklerin, onu Medeniyete eklemlenmesini imkânlı hale getirmeyeceğini düşünüyorum
Kısaca, bir şehrin medenî olması, o şehrin bir medeniyet mekânı olarak
temellük edilmesini mümkün kılmaz. Bir şehrin medenî bir şehir olması başka,
medeniyet üreten bir şehir olması başkadır;-birbiriyle karıştırılmamak gerekir.
Bir şehrin medenî olmasıyla onun bir medeniyet mekânı olması arasında radikal
farklar vardır. Ve bu fark, şehirle felsefe arasında kurulacak bağıntı ile
belirlenir/ortaya çıkar.
Şehirler, bilim ve felsefe üretilen mekânlardır, bilim ve felsefe üretimi, kırda değil, ancak şehirde üretilir. Şehirlerin felsefenin yurdu olduğunu söyleyen bir düşünür, öteki sorularla birlikte şu soruyu soruyordu: Klasik anlamıyla felsefenin gayesinin insanın mutluluğu olduğu göz önüne alındığında, kusurlu şehirlerde mutluluğun elde edilmesine imkân var mıdır?’
Önce bilineni tekrarlayayım: Şehirle felsefe, daha doğru bir deyişle, İdeal Devlet’le felsefe arasındaki bağıntıları, ilk defa Platon Devlet’te ortaya koymuştur. Ama Platon’dan sonra, Platon’cu ve Yeni-Platoncu okullar, bu meseleyle ilgilenmemişlerdir. Richard Walzer’in belirttiği gibi, Erken Hıristiyan kilisesinde olsun, Kilise babaları döneminde olsun, Platon’un İdeal Site (Devlet) kavramı üzerinde durulduğuna dair bir kanıt yoktur. Platon’un Devlet’i Latinceye çevrilmemiştir bile…
Buna karşılık, İslam düşünürlerinin Platon’un Devlet’ine bunca ilgi göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de İslam filozofları Devlet’i olağandışı bir ilgiyle okumuşlardır. Felsefe ve İdeal şehir (Devlet) ilişkilerinin Müslüman felsefecileri fevkalade ilgilendirdiği anlaşılıyor. Farabî’nin El -Medine’tül Fazıla’sı ve bunun bir versiyonu olan Füsusü’l Medeni’si bu ilginin açık kanıtıdır. Birçok bakımdan Farabî’nin takipçisi olan İbn Rüşd’ün Platon’un Devlet’inin bir şerhini yaptığını biliyoruz. İlginç olan şudur: İbn Rüşd’ün bu şerhinin İbranice çevirisi vardır ve fakat Latince çevirisi ancak 16.yüzyılda, o da Arapçadan değil, İbraniceden yapılmıştır.
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da, İdeal şehir ile felsefe arasındaki bağıntılar, büyük siyasal ve sosyal krizlerin yaşandığı dönemlerde gündeme gelmiş görünüyor. Platon, şehri bir filozof-kralın yönetmesi gerektiğine ilişkin düşüncelerini içeren Devlet’ini, Atina şehir devletinin yıkılış döneminde yazmıştır. Cicero’nun filozof yöneticiye gerek duyması, Roma Cumhuriyetinin en krizli dönemine rastlar. Farabî için de durum değişmiyor: El-Medinet’ül Fazıla, Abbasî devletinin yavaş yavaş çökmekte olduğu bir tarihte yazılmıştır.
Farabî’nin Felsefenin (Hikmet’in) ve felsefecinin hâkim bir konumda bulunması isteğini, Erdemli Şehir’in (El-Medine’tül Fazıla’nın) bir filozofun yönetimine bırakılmış bir şehir olarak tarif ediyor olmasından çıkarsamak mümkündür. Erdemli şehri, Farabî şöyle tasvir ediyor:
‘Herhangi bir zamanda eğer felsefe yönetiminin bir parçası olmaktan
çıkarsa, diğer bütün şartlar bu yönetimde mevcut olsa bile, erdemli şehir
hükümdarsız kalmış olacak, şehrin yönetimi ile meşgul olan kişi hükümdar
olmayacak, şehir halkı helâk olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Eğer
bu şehrin fiilî yöneticisine bağlı olacak bir filozof bulunamazsa, belli bir
müddet sonra o
şehir helâk olmakta gecikmeyecektir.’ Farabî’ye göre Hikmet, Riyaset’in
şartıdır; felsefesiz erdemli bir yönetim olamaz!
Farabî, erdemli şehre aykırı duran, öteki şehirleri de sınıflandırmıştır: şöyle: Cahil (Cahilî) Şehir; Bozuk (Fâsık) şehir; Değişmiş (Mubaddala) şehir ve Şaşkın (Dalla) şehir. Cahil şehir, halkı mutluluk nedir bilmeyen, mutluluktan habersiz olan şehirdir. Bu neden böyledir? Cevabı Farabî veriyor : ‘Felsefeden mahrumdurlar çünkü!’ Onların bildiği tek iyi şey, ‘görünüşte iyi oldukları zannedilen’ şeylerdir: ‘Beden sağlığı, zenginlik, şehevî zevkler, insanın kendi arzularının peşinden koşma serbestliği, saygı ve itibar görme!’ Farabî’ye göre, Cahil şehir halkı için bunların her biri bir mutluluk sebebidir.
Farabî, tıpkı Platon gibi, Erdem ve Mutluluğun, ancak felsefî bilgi ile gerçekleşebileceği kanaatindedir. Richard Walzer’in deyişiyle, en yüksek mutluluk (Grekçesiyle: Eudemonia) sadece doğru bir tarzda felsefe yapan insanlarca elde edilebilir. Farabî, şeylerin gerçekte oldukları gibi (Arapçası: Keme Hiye) tasavvur edilebilir olmalarını, münasebet ve temsil yoluyla tasavvur edilebilir olanlarından ayırır. Şehirdeki filozoflar insanların ruhlarında gerçekte oldukları gibi ‘tasavvur edilenler’i (Arapçası: İrtisam), kesin ispatlar (‘burhan’) ve kendi görüleri (‘basair’) ile bilirler. Bunlar, filozofun bilgileridir.
Şehir, İbn Haldun için de Barbarlık ile medeniyetin kesiştiği mekandır. İbn Halden için de şehir kurma ve şehirde yerleşme medeniyetin belirtisi sayılır; ancak şehirleri doğuran medeniyet değildir. Bunun tersi doğrudur: Şehirler medeniyeti doğururlar. İbn Haldun, site ya da Medine ile şehrin eşanlamlı olarak kabullenilmesinin sosyal ve siyasal örgütlenme biçimlerini yanlış değerlendirmeye tabi tutmaktır.
İbn Haldun için medeniyetin iki evresi vardır: Badiye yani bedeviyet ve Haderiye, ya da şehir medeniyeti. Badiye’nin mekanı ise ne çöl ne kır ne de kırsaldır; ama site de değildir
İbn Haldun, Farabi’nin aksine, Medeniyet ile Devlet kavramlarının birbirine karıştırılmasına karşıdır. Farabi’de site ,Devlettir çünkü. Bununla birlikte, site ile şehir arasında öngördüğü ayrım bağlamında meseleye bakıldığında, ancak Medeniyetin Haderiye türünün şehirlere ait olduğunu öne sürmek mümkündür. Farabi’nin Cahil Şehir, Bozuk Şehir, Değişmiş Şehir ve Şaşkın Şehir’lerinin, İbn Haldun’un Haderi medeniyet olan şehir medeniyeti ile ilişkili olabileceğini önesürmek mümkün değildir. Buna mukabil, Farabi’nin Erdemli Şehir’inin (el Medinet’ül Fazıla’sının), İbn Haldun’da, Medeniyet’in yani Umran’ın Badiye yani bedevilikten sonraki ikinci merhalesi olan haderiyete tekabül ettiği söylenebilir.
Görüldüğü gibi Müslüman düşünürler, Şehirle Medeniyeti ilişkilendirmeye
özen göstermişlerdir. İster Farabi’nin Erdemli Şehir’i olsun, ister İbn
Haldun’un Haderi medeniyetin mekanı olarak tarif ettiği Haderi şehir olsun,
bunlar ya Farabi’de olduğu gibi felsefenin Erdemli olduğuna karar verdiği veya
İbn Haldun’da olduğu gibi Asabiyetin imkanlı kıldığı şehirlerdir.
Asabiyet, dayanışma, grup dayanışması, milliyetçilik gibi farklı biçimlerde
tarif edilir. Biz burada asabiyetin, felsefi düşüncenin inşa ettiği bir tür
dayanışma olduğunu öne süreceğiz. Bu dayanışma, Erdemli insanların dayanışması
olacak ve şehirlerin, ‘medeniyet üretebileceklerini öne sürecektir. Özetle,
‘Erdemli’ şehirler, ‘Medeniyet’ şehirleridir.