ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Şaka Gibi Yaşamak | İbrahim Uysal

03.04.2022
325
A+
A-
Şaka Gibi Yaşamak | İbrahim Uysal

Öyle sözler vardır ki, nereye koyarsanız “cuk” oturur. “Başka bir yerde yaşayamam” da bunlardan birisidir. Bence gerçekten öyle… Yok değil diyor iseniz de siz söyleyin.

Önceki gün “1 Nisan” idi ve şaka gibi gelip geçti. Ne bileyim, herkesin telaşından mıdır yoksa şaka yapacak hali kalmamasındanımdır ne, ama bana “1 Nisan şakası” yapan kimse olmadı.

Ayrıca, gittiğim gördüğüm yerlerde de, kimsenin kimseye “şaka yapacak hali” kalmamış, herkes yaşadığının gerçek mi, şaka mı olduğunu anlamaya çalışıyor. Halkım, eğlenmeyi pek sever, hele de telde bu kadar cambaz varken O, ona bakar!..

Bugün de 2 Nisan, Oruç ayı başlangıcı.

Bu yıl Ramazan, 2 Nisan’da başladı ama geçen yıl da 13 Nisan’da, 2020’de 24 Nisan’da, 2019’da ise 6 Mayıs’ta başlamıştı.

Çoğu kişi bir yandan aileleri ile bayram yaparken, bir yandan da Deniz Gezmiş ve idam edilen arkadaşları için bir acı yaşıyordu.

İşte yaşam bu idi. Herkesle isen, binersin bir tirene nereye götürür ise oraya gidersin. Miladi takvime göre günlerin değişikliği pek olmaz, dört yılda bir yıl 365 gün değil, 366 gün olur.

Günlük sıradan yaşam “Miladi Takvim”e göre yaşanırken, İslami yaşam ise “Hicri Takvim”e göre yaşanır.

Örneğin Yılbaşı, Hıdırellez, Gün Dönümleri anma ve eğlence olarak hep aynı mevsimlere denk gelirken, İslami yaşamın gün ve bayramlar ise yıllarına göre, mevsim mevsim değişe değişe yaşanır.

Örneğin Ramazan. Hepimizin “Oruç ayı” olarak bildiği ay. Ramazan, Hicrî takvimin 9’uncu ayıdır. İslam inancına göre de Peygamber Hz Muhammed’e Kur’an ayetlerinin inmeye başladığı aydır. Müslümanlar da bunu, oruç tutarak imlamın 5 şartından birisi olarak kutlarlar.

“Müslüman Takvimi” olarak kabul edilen Hicri Takvimin bir yılı 354 gündür. Hicri takvimde de, Miladi takvimde olduğu gibi “artık yıl” yani 355 gün olan yıldır, bu da 30 yılda bir olur. Hicri takvim, 12 kameri aydan oluşur ve yılın ilk ayı, , Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçünün başlangıcı yılı 1’inci yıl olarak kabul edilir ve bunun da ilk ayı, “Muharrem” ayıdır.

Bunlar sinema seyrinin genel kültür girişi olsun, yani filmin reklam bölümü; gelelim asıl filme.

Ne yalan söyleyeyim, itiraf etmeliyim ki, 2000 yılına girdiğimizde, çok sevinmiştim. Yeni bir binyıla girecektik. Bize, insanlığın hep iyiden ve güzelden yana olacağı öğretilmişti. Çok umutlanmıştım 2.000’lerden ama hevesim kursağımda kaldı.

Hoş, kişisel olarak da bana uğur getirmedi desem yalan olur. Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığındaki 9’uncu Cumhurbaşkanı olarak görev süresi dolmuş, yerine Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer 10’uncu Cumhurbaşkanı olarak seçilerek, 16 Mayıs 2.000’de görevini teslim almıştı.

Bürokrasinin “çirkin ördeği” olarak benim için başlayan bu süreç, Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkündeki 7 yıl rüya olarak sürmüştü.

Kişisel olarak bu benim için elbette ki çok büyük bir onur ve gurur idi ama ülkemin genelinde aynı şeyi söylemek pek olası değil idi.

Başbakan Bülent Ecevit’in “sağlık sorunları diye başlayan, ardından da Devlet Bahçeli’nin “haydi seçime” dediği süreç ile süren, neresinin reklam, neresinin asıl film olduğu pek anlaşılamayan, hala da izlenen bir film vizyona giriyordu.

Ramazan, Anadolu geleneğinde çok farklı bir önemde yaşanır. Gerçekten herkes “günahlarından arınmak için çabalar”. Yemesine, içmesine, konuşmasına kadar her şeyinde özenli olmak ister. Şehirler, köyler, kasabalar biraz sakinleşir ama çarşı pazar hareketlenir, pide fırınlarında sıcak pide kuyrukları, cami önlerinde hayır tatlısı masaları, evlerden evlere giden iftar yemek tepsileri, sofraları.

Dün, önceki yılların önemli bir bürokratının eşinin cenaze törenine gittim Kocatepe Camisine. Cuma günü olmasından dolayı da bir başka kalabalıktı. Birçok tanıdık, tanımadık yüzler gördüm.

O kadar kalabalık içinde, neye üzüldüm biliyor musunuz?

“YALNIZLIĞA” üzüldüm. Sadece Annesini kaybeden sevgili Profesör Doktor arkadaşımın o kadar kalabalık içindeki “Annesiz kalmasının yalnızlığına” değil, gelen diğer kişilerinde de yalnızlığına.

Kılık, kıyafet ve tavırlarından eğitimli, birikimli ve bir şey oldukları her hallerinden belli, belki acılarını anımsadılar, belki farklı birçok şey düşünüyor olabilirler idi; yüz ifadeleri, tavır ve davranışlarında ki o buruklukları, içimi bir kez daha acıttı, yaktı ve yıktı.

Varlık içinde yokluk!.. Yoksulluk değil.

Sonra Caminin alt katındaki büyük market zincirine girdim. Herkesi, sebze ve meyve stantları karşılıyordu. İnanılmaz bir düzenleme, insanın içini açıyor, kendine çekiyordu.

Rafların üstündeki fiyatlara kadar… Aslında rakamlar bir ölçü değildir. Herkes için ayrı bir anlam ifade eder.

Bir ana-kız raflardan bir şeyler alırken, yakınlarda oturduğu, Ramazan alışverişine çıktığı belliydi. Eski Ankara’lı bir çiftin istediklerini alamamaktan kaynaklanan serzenişleri oldukça üzücüydü.

Çarşı-pazar “ay başı” olması dolayısı ile biraz kalabalıktı. Bankamatiklerin önünde uzun uzadıya kuyruklar vardı, ama elinde çantası olanların sayısı oldukça az idi. Gençlerin umursamaz olanı, kaygılı-kaygısız olanı hepsi vardı. Yanlarından geçtiklerim, ister mağaza çıkışı ister otobüs duraklarında bekleyen insanların yüzlerine mutsuzluk taht kurmuş gibiydi. Kime dokunsanız, kibrit yakmaya bile gerek yok gibiydi.

Miladi yılı, Hicri yılı, Milenyumu yaşadığımız bu günler….

Herkesin aklına başına almasında yarar var.

Masum inançlı yaşlı bir çift, iftar ve sahur için ne alacaklarını düşünüyorlar ise devlet üniversitelerinden mezun olup, kendilerini yetiştirmiş gencecik insanlar ülkelerinde çalışırlarken, iş teklifi alıp akın akın havaalanlarından yurtdışına kalıcı olarak gönderiyor ise hem iktidardakilerin, hem de yurttaşların iki kere düşünmesi gerekmez mi?

Bütün kutsal kitaplarda yazar; “komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir” der.

Özellikle yıllarını ülkesine, devletine harcamış insanların… İnançları gereği tutacakları oruçları için evlerine alacakları zorunlu yiyeceklerini alacak dermanlarını bırakmayacaksınız.

Demokrasiyi seçime, seçimleri de mühür kimde ise “Süleyman Odur”a indirmek olmaz. Bütün dünyada iktidarların bir sınıfsal temeli vardır. Kapitalist sistemde de aynı. (ki bizde de öyle) İktidarların tarafı kapitalistler, yani sermaye ve sermayedarlardır. O yüzdendir ki halk zamlardan inim inim inlerken, ülkenin en zengini olmuş kişiler Amerika’da, Londra’da en pahalı mülkleri satın alabilmektedirler.

Hükümet de halkın yoksulluk sorununa çözüm üretiyormuş gibi yaparken, değirmenin suyunun kime aktığının farkında olmaması mümkün mü? Bütün bunlar aleni yaşanırken, bu halk da bunları görmezlikten geliyor ise yaşananları hak etmiyordur? Olanları da bu halkın saflığı, cahilliği ile açıklamak yeterli sebep midir, belli değil?

Anadolu’da, “yemeyenin malını yerler” denir.

Siz malınıza ve hakkınıza sahip çıkmazsanız, Mehmet Akif ne der bakalım.

“Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” kim bilir?

ibrahim uysal
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.