Rüya Gibi | Hüseyin Evcil
Eski yıllarda, 1964 yılının yaz günlerinde çekilmiş bir fotoğraf…
Hava sıcak. İnsanlar yaratılışlarından zaten sıcak (fotoğraf karesindeki çarşı esnaflarını kastediyorum) ve birlikte samimi poz verirlerken, yakındaki dut ağacının gölgesine girmişler.
Burası, Tire Mektep Caddesi ile Tire Tahtakale Caddesi ’nin kesiştiği nokta.
Dümdüz yukarıya doğru çıkarsanız, ileride sağa dönerseniz Havuzlu semtine, ileride sola dönerseniz Ulu Camii ’ne ve Derekahve semtine ulaşırsınız.
Fotoğrafın açıklamasını şöyle yapabilirim. İsimleri belirtmek üzere, sıraya göre, soldan sağa doğru gidebilirim.
1 – Ahmet HARPUTLUOĞLU : Ağaca yaslanmış, eli belinde, gülümsüyor. Hep gülümserdi. O yılların yetenekli, kibar, sempatik, alçakgönüllü, Fransızca bilen terzisi. Konfeksiyon ürünleri henüz yaygınlaşmadığı için, terzilik mesleğine, terzinin el becerisine, yani kesişine, dikişine halk arasında çok önem verilirdi. Terzilik, saygınlığı olan bir meslekti.
2 – Mustafa EVCİL (Babam) : Ağacın önünde oturuyor. Grubun en yaşlısı. Ciddi yüz ifadesi ile bakıyor. Sevilen, aranılan, kendine göre çalışma ilkeleri olan erkek berberi. Dayı lakabıyla tanınırdı. Hiçbir elektrikli teknoloji aracı kullanmaksızın, sanat eserine benzeyen saç ve sakal tıraşları yapardı.
3 – Hüseyin EVCİL (ben) : 6 yaşında, ilkokula başlama hazırlığında, babasının kucağında, kısa pantolonlu çocuk. Ağzı açık, şaşkınlıkla bakıyor. İlkokulu bitirdiğinde aniden annesini kaybedecek ve annesiz büyüyecek olan, kardeşi olmayan bir çocuk. Tire ’de, babasıyla birlikte, hiç ayrılmaz arkadaşlar gibi, aynı evde, aynı odada en uzun süre (40 yıl) kalma rekoru kıracak olan çocuk.
4 – Şükrü YENİBURGAZ : Hüseyin Evcil ’in arkasında, ayakta duruyor. Berberliğe hevesli bir çırak. Mesleği öğrenmek üzere, ailesi tarafından gönderilmiş. Bayındır / Hasköy kökenli. Dürüst, işine ve büyüklerine saygılı eleman.
5 – Mehmet KAHYAOĞLU : Fotoğrafta arkada, yan durmuş. Yine o yılların ünlü ayakkabı ve özellikle körüklü çizme ustası. Kardeşi ile birlikte aralıksız çalışır. İşinde başarılı. Şehir içinden, köylerden çok sayıda müşterisi var. Diksiyonu, iletişimi mükemmel.
6 – Orhan usta (soyismini yazamadım, çünkü anımsayamadım) : Ortada oturan, bıyıklı ve önlüklü. Takdir edilen, titiz bir dondurma satıcısı. Çoğu zaman bu dut ağacının altında oturup, bazen de beyaz fötr şapkasıyla şehir caddelerinde dolaşıp, satışlarını gerçekleştirirdi. İşini severek yapardı. Her zaman, kalitesi tartışılmayacak düzeyde ürünleri vardı. Gerçek sahlep, gerçek koyun ya da keçi sütü ile yaptığı dondurması ilgi görürdü. Ayrıca, renkli pelloza (pelte), pestil yapardı. Sadeyağlı ismini verdiği, kokusu ve tadı harika, tereyağlı kurabiyeler yapardı. Büyük, kurabiye yığılı tepsisi, aynı gün, hatta birkaç saatte boşalırdı. Dükkanı yoktu fakat iş kapasitesi olarak yoğundu hep. Cumhuriyet İlkokulu öğrencileri, ders aralarında onun başında birikirlerdi. Çetin isminde oğlu vardı ama ne zamandır göremiyorum.
7 – İsmail KAHYAOĞLU : Dondurmacı Orhan ustanın sağında, ayakta. Ayakkabıcı Mehmet Kahyaoğlu ’nun kardeşi, aynı zamanda iş ortağı. Üç kardeşler aslında. Diğer kardeş Kahyaoğlu ’nu da belirteyim : Bir zaman, Tire Portakal Pazarı ’ndaki durakta taksicilik yapan hacı Yüksel Kahyaoğlu.
Yaş ortalamaları 25 – 30 civarında, en sağda, ayakta duran insanların isimlerini bilmiyorum. Büyük olasılıkla, onlar da yakın çevredeki dükkanlarda çalışan kalfalar.
Fotoğraf karesine giren 10 kişiden 3 ’ü rahmetli oldu (Ahmet Harputluoğlu, Şükrü Yeniburgaz ve babam), diğer 7 ’sinin akıbetlerini, bugün yaşayıp yaşamadıklarını bilmiyorum. Öğrenmem de maalesef mümkün değil.
Tire ’de, eski yıllarda dondurmacılar iyi iş yaparlardı. Ürün imalinde malzemeleri birleştirirken asla hata, asla cimrilik yapmazlardı. Satın aldığınızda, dondurma yediğinizi bilirdiniz.
Tüm sütlü tatlılar öyle. Tüm şerbetler öyle. Hilesiz, hurdasız.
Yapılan, satılan, tüketilen her şey doğal, dolayısıyla lezzetli idi.
Dondurmayı merkebe yükleyip, mahalle mahalle gezenleri, köylere gidenleri anımsıyorum. Ekmek kavgası. Sık sık düdüklerini öttürürler, geldiklerini belli ederlerdi. Düdük sesini duyan çocuklarda bir heyecan, bir kalkışma, bir koşuşturma.
Elbette o yıllarda kitap ve gazete okumak, radyodan haber dinlemek çok popüler idi. Türk Sanat Müziği, Gazel, İnce Saz, Türk Halk Müziği dinlemek çok popüler idi.
Lambalı radyoların kısa dalga bölümünden, BBC, Sofya, Budapeşte, Bükreş, Moskova, Bağdat, Tahran, Washington, Pekin gibi büyük radyo vericilerinin Türkçe yayınlarını (haberler / yorumlar), sansürsüz biçimde, can kulağı ile dinlemek çok popüler idi. Meraklıları, programları kaçırmazlardı. Radyolarının başında adeta nöbet beklerlerdi.
BBC, öyle güçlü bir istasyondu ki, haberleri sunan spikerlerin nefes alıp vermeleri bile aşırı belirgindi. İşte bunun nedeni (araştırmama göre) : İngiltere / Londra çıkışlı o yayınlar, İtalya tarafından emilip alınıyor, maksimum güçlendirilip, anında, saniyesinde tekrar dış dünyaya dağıtılıyordu. Yayınların öncelikli hedefi : Ortadoğu ve Asya ülkeleri idi.
Ülkemizde eskiden, arabesk müzik yoktu. Pop müzik yoktu. Televizyon yoktu.
Koruyucu maddeli gıdalar, hormonlu meyveler, sebzeler yoktu.
Sinemalar vardı (dile kolay, bizim Tire ’de bile 3 adet yazlık sinema ve 3 adet kışlık sinema). Tiyatro vardı. Konser vardı. Kukla gösterisi vardı.
Tüm güzel sanat oluşumları, güzel sanat emekçileri : Halkla kaynaşmak, halkın kültür düzeyini üst basamaklara taşımak için adeta yarışırlardı.
Eskiden, her saat başı, şekerini, tansiyonunu kendi ölçen ya da birilerine ölçtüren evhamlı insanlar yoktu.
Sudan nedenlerle müdürüyle tartışan ve iş bırakan, sudan nedenlerle kaç yıllık evliliğini bitiren, sudan nedenlerle vahşi cinayet işleyen acımasız insanlar yoktu.
Taşeron medya tarafından beyinleri boşaltılan, güdülen insanlar yoktu.
Köyünden pazara taksiyle gelip, 8 bin lira değerinde akıllı telefon kullanıp, beş yıldızlı otelde kumar oynayıp, geçinememekten yakınan, borçlarını ödeyememekten yakınan dengesiz insanlar yoktu.
Herkes, çıplak ayağını, kendi yorganına göre uzatırdı ya da uzatmaya çalışırdı.
Bir parça maddiyat sağlama uğruna : Annesinin, babasının, ninesinin, dedesinin artık ölmesi gerektiğine karar verecek kadar sevgisiz, inançsız, bela meraklısı, insan görünümlü yaratıklar yoktu.
Yerine göre, yamalı elbise çok giyilirdi, yamalı ayakkabı çok giyilirdi. Yama : Görenler tarafından asla yadırganmazdı. Üzerinde durulmazdı bile.
Esnaf : Dükkanını, mağazasını, dua ile açar, dua ile kapatırdı.
Bilinç vardı. Bereket vardı. Şükür vardı. Hoşnutluk vardı. Ucuzluk vardı.
Esnaflar arasında, meslektaşlar arasında, komşular arasında müthiş bir dayanışma, kucaklaşma, dostluk, güven, saygı, ikram vardı.
Toplumdaki mağdur, güçsüz, yoksul, yetim insanların, kendi sorunlarına saplanıp kalmalarına, yalnızlık duygusu ile ezilmelerine, üzülmelerine, depresyona girmelerine izin verilmez, onlara sahip çıkılırdı. Mutlaka teselli edilirler, mutlaka gönülleri alınırdı.
İnsanlar, yüzeysel hoşlanmanın ötesinde, gerçek anlamda aşık olurlar, kendi el yazıları ile özgün / düzgün aşk mektupları yazarlardı. O mektupları adreslerine teslim edebilmek için riske girerlerdi.
İnsanların günlük yaşamlarında, edebiyat, felsefe hiç eksik olmazdı.
Evrensel Ahlak İlkeleri çiğnenmezdi.
Ahlaksızlık, para ile, torpil ile aklanamazdı / saklanamazdı.
Sokak kedileri, sokak köpekleri bile, günümüze göre, daha canlıydı, daha neşeliydi, daha mutluydu.
Bütün o güzelliklerin, bütün o renklerin, zaman içinde yavaş yavaş bittiğini, yani eski üretimlerin ve paylaşımların artık unutulmaya başlandığını biliyoruz.
Eski atmosferleri, eski mevsimleri mumla arıyoruz. Yalnızca sıradan bir arayış değil, ağır hüzün doğuran bir tıkanıklık yaşıyoruz. Çözümü yok, sonu yok. İlacı yok, tedavisi yok.
Fotoğraftaki insanların arka bölümünde büyük bir boş alan vardı. Günümüz Cumhuriyet Ortaokulu, o günün Cumhuriyet İlkokulu idi ve okulun bahçesi burası idi. Çocukların, çoğunlukla top oynadıkları, cam meşe oynadıkları, uçurtma uçurdukları alan.
En tehlikeli oyun (oyun sayılmaz aslında) ise : Şişenin içerisine su ve sönmemiş kireç koyup, şişenin ağzını (mantarla) sıkıca kapatmak. Isınan şişe, basınçla, ya bomba gibi patlar ya da 20 metre yukarıya kadar fırlar ve düşer. Kırılır. Elbette her durumda etrafa cam kırıkları saçılır.
Bu olayı gören büyüklerimiz, acayip tepki gösterirler, sinirlenirler, bağırırlar, küplere binerlerdi.
Bazı çocuklarda, böyle çıkıntı şeyler yapmak, böyle zararlı şeyler yapmak alışkanlık olmuştu. Söz dinlemezlerdi. Dayak yerlerdi.
Örneğin : Evlerin kapı zillerini çalıp, kaçmak. At arabasının arkasına, trafikte seyreden traktörün römorkuna tutunmak ve sallanmak. Böcekleri, sinekleri idam etmek, öldürmek. Gökyüzünde süzülen uçurtmaların iplerini kesmeye çalışmak. Alakasız zamanda, evin terasında ezan okumak. Gizlice minareye çıkmak. Namaz kılan aile büyüklerinin önünden geçip, namazı bozdurmak. Akşamın sessizliğinde sokakta floresan ampul patlatmak. Herhangi bir evin avlusundan izinsiz erik koparmak. Erik koparırken de ağacı hırpalayıp, dalları kırmak.
Yaramazlığın uç versiyonları … Hiçbiri hoş değildi. Görürdüm, koşardım, gördüklerimi babama anlatırdım. O şımarık çocukların aralarına katılmamamı söylerdi. Babamın gözü zaten hep üzerimdeydi. Devamlı beni izlerdi. Benim de yaramazlıklarım çok oluyordu ve sandalyede oturma cezası alıyordum. Gelişigüzel top oynardım, birçok pencere camı kırardım. Babacığım kızmazdı hiç, susardı, taktırırdı.
Cumhuriyet İlkokulu Müdürü Arif Nurhan, İlçe İlköğretim Müdürü ise, Mehmet Gürer idi. Her iki yönetici, makamlarına yakışan, onurlu, çalışkan insanlardı.
Cumhuriyet İlkokulu bahçesinin güneydoğusunda seçkin – otoriter insanlar oturuyordu. Evlerden söz ediyorum. Hızla aklıma gelenler : Pazarcı Yaşar Polat ailesi ile manifaturacı Fahri ve kardeşi Faruk Çallı ailesi. Okul bahçesinin güneybatısında ise, uncu Burhan Berik ’in babasının (Mehmet Vehbi Berik) evi.
Yolun batı tarafında, ön cephesi okul bahçesine bakan iki katlı evler vardı. Kamil Ergenekon ve Ahmet Şağban isimli, değerli büyüklerimizin evleri. Biraz yukarıda ise, yine müstesna şahsiyetlerin evleri vardı.
Örneğin : Zeytin yağı – sabun ticareti ile uğraşan Ekrem Erkara ’nın evi.
Örneğin : İğneci – düğün organizasyoncusu Ayşe ablanın evi.
Örneğin : Muhasebeci Kamil Duman ’ın evi.
Örneğin : Öğretmen İsmet Çuhadaroğlu ’nun evi.
Beden eğitimi ve müzik derslerine giren İsmet Çuhadaroğlu ’nun evini unutamıyorum. Küçük, iki katlı, şirin ev. İçi, kitap dolu, resim dolu. Kütüphane gibi. Müze gibi.
Büyüklerimiz, birbirinden donanımlı insanlardı. Allah rahmet eylesin. Mekanları Cennet olsun.
Çevredeki birkaç eski, köklü mekandan kısaca söz edeyim.
Fotoğraftaki dut ağacı, Cumhuriyet İlkokulu ’nun bahçesinin kuzeydoğusunda yer alıyordu. Ağacın karşısında, köşede (bugün erkek kuaförü olan yer), Ahmet Harputluoğlu ’nun terzi dükkanı vardı ve o dükkan, daha önceleri Adnan Yıldırım tarafından kitap ve kırtasiye dükkanı olarak hizmet veriyordu. Karşı köşe ise, Raşit Hoca ’nın oteli idi
(Raşit Hoca, bugün Cön Bebe işletmecisi Reşit Cön ’ün babasıdır).
O otelin bünyesinde babam uzun yıllar berberlik yaptı. Raşit Hoca olsun, oğlu Kenan Cön olsun, babamı severler, kira bedeli talep etmezlerdi.
Yoldan doğuya (Tahtakale camii istikametinde) yürüdüğünüzde, solda : Terzi Süleyman Palabıyıkoğlu, Kahyaoğlu Kundura, Ahmet Tümer Kahvehanesi ve üst katında oteli, Bakkal Sami Arslan (imamişi hafızın damadı) önünüze gelirdi.
O bakkal dükkanının alt bitişiğinde, leblebici Süleyman Karaoğlanoğlu (Şehit Albay İbrahim Karaoğlanoğlu ’nun ve emekli öğretmen Metin Karaoğlanoğlu ’nun babası), aşağısında bir lokanta (şimdi Selman İçelli ’nin Güneş Tuhafiye isimli konfeksiyon dükkanı), biraz daha aşağıda ise, kısa boylu Nezih beyin, merdivenle çıkılan köfteci dükkanı (şimdi köşe kasap).
Süleyman amcada, külah dolusu (üç kişiye yetecek miktar) leblebi 25 kuruş idi. Kırık leblebi ise, daha ucuz olup, 10 – 15 kuruşa satın alınabiliyordu.
1 lira, 2 buçuk lira, büyük para sayılırdı çocuklar açısından.
1960 ’lı yıllarda Ahmet Tümer ’in Kahvehanesi ’nin hemen altında, Reşit Cön ’e ait, oyuncak ağırlıklı bakkal dükkanı. Onun altında da bir yorgancı dükkanı.
Bugün Tahtakale Meydanı ’na batıdan girişte (yüncü Ercüment beyin dükkanının arkası), çıkmaz sokağın sonunda küçük bir şarap imalathanesi vardı. Kasım Eğit isimli (Bulgaristan / Tırnova ’dan gelmiş göçmen) işçi çalışıyordu. Tahta fıçılarda şarap üretirdi. Patronu, bir Musevi idi.
Bu arada, daha sonraki yıllarda (1970 – 1981 yılları arasında), bakkal Sami Arslan ’ın güneyinde, yani karşı köşesinde, Kardeşler Manifatura adı altında Naci Kardeşler ’in büyük kumaş mağazası dikkat çekici idi (Eczacı Esin Hanımefendinin rahmetli babası). Rafları, vitrin dekorları çok güzeldi.
Kaybedilenlerin tamamı, Tire ’nin tarihinde, Tire ’nin sosyal yaşantısında derin izler bırakan insanlardır. Kesinlikle. O insanların yedekleri bulunmuyor. Güneş Sistemi ’ndeki güneşin yedeğinin bulunmadığı gibi. Çöktü mü çöker. Söndü mü söner. Yokluğunu, tüm sistem, tüm varlıklar hisseder.
Kaybedilen fedakar insanlarımız hakkında bugün, olumlu ne konuşulursa konuşulsun, olumlu ne yazılırsa yazılsın, bence o insanlar, tam layıkıyla anılmış, onore edilmiş olmuyorlar ve bizlere (yeni kuşaklara), onların yaşam felsefelerinden, özel bilgilerinden ziyade, onların bizzat kendileri çok gerekli.
Hepsi, birer meşale. Hepsi, birer deniz feneri. Hepsi, birer kalın roman.
Heykelleri dikilecek kadar iyiliksever, yani hepsi iyilik meleği.
Onlarla omuz omuza yürümek özel, keyifli bir durumdu. İşte bu gerçeği, sonraları daha net kavradık, idrak ettik.
Geçmişin güzel düşünceli, güzel fikirli, güzel yaklaşımlı insanları, yani yüce ruhlar, yüreklerimize çadır kurdular. Yanmayan, yıkılmayan, sökülmeyen sağlamlıkta.
Çadırlarda şunlar var -} Saygı kümeleri + Sevgi kümeleri.
Büyüklerimize dair gerçeği, bir başka ifade ile özetleyip, buraya yazarsam :
Çok güçlü, sonsuza değin dokunulmazlığı onaylanmış pozitif enerjiler. Huzur verici, göz kamaştırıcı…
Saygılarımla.
/ Şair Hüseyin Evcil
Tire, 28 Mayıs 2020