Retrospektif Duygular | Sude Yenin
Herkesi maziye döndüren bazı sözler vardır; etkisinin bünyemize epey tesirinin olduğu kelimeler, okurken altını çizdiğimiz satırlar ve belki de defalarca aynı yerde takılı kaldığımız cümleler… Mesela, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ‘’Dün bugündür aslında. Değişen tek şey zamandır.’’ sözü. Ne de güzel tercüman oldu hislerime. Burada değişen zamanı kum saati olarak düşünebiliriz. Kum dolarken yavaş yavaş, o günden bir şey eksilmiyor aslında. Sadece zaman, bize meydan okurcasına akıp gidiyor, o kadar. Kum saati sonuna geldiğinde de yine bizim için önemli olan şey zaman olacak. Gün, kum saatine bağlı değil sonuçta; gündüz yine geceye karışacak, güneş yeniden doğacak ve bir gün daha bitmiş olacak. Ama kum saatinin döngüsünü bozup, yan çevirirsek eğer tüm dengesini bozmuş oluruz. Araştırma yaparken bir bilgiye rastladım; kum saatini yan çevirdiğimizde, sonsuzluk işareti oluştuğu için zamanı durdurmuş oluyoruz. Başlangıç ve bitişi de simgeleyen kum saati, artık işlevini yitirmiş sayılır da diyebiliriz. Çünkü, zamanın önemini de orada devre dışı bırakmış oluyoruz.
Gidilen yollar, geçilen sokaklar ve geçmişimizin bize emaneti olan mekânlar… Geçmişe açılan kapı misali bazı yaşanmışlıklar. O kapının arkasındaki geçit ise yaşanmışlıkların getirisi. İnsanları da ışığı bulup, onu takip edenler ve karanlıkta kalanlar olarak sınıflandırabiliriz. Bu hayatta geçmiş perdesi veyahut da halının altına süpürülenler diye bir gerçekte var. Zamanın getirisi olarak yok saymaya çalıştığımız anılar, özlediğimiz hâlde yaşamımıza almayı ısrarla reddettiğimiz insanlar da mevcut. Ya bize, ruhumuza iyi gelmemiştir o kişi, ya da artık hayatımızdan çıkma vakti gelmiştir. ‘Doğru an’ tabirini eminim ki hepimiz duymuşuzdur. Ne kadar hayatımızı bu söze göre şekillendiremesek de, en azından gerektiğinde hayatın sürprizlerine ve getirisine teslim olmamız gerekir, en yalın hâliyle. Bu teslimiyet koşulsuzca ve hiçbir şey yapmadan durmak değil elbette. Kendimiz için yapmamız gerekenleri, üstümüze düşen sorumluluklarımız ne ise yerine getirmemiz gerekir. Hayatımızın dümeni bizim elimizde çünkü, bu yolda pürüzler ve zorluklar olsa da, kaptan biziz. Aksi hâlde, gökten üç elma düşme gibi bir durum maalesef ki söz konusu olmuyor.
Geçmişe olan özlemimizde, bizi eskiye yolculuk yaptıran sadece insanlar veya olaylar olmayabilir. Bu, burnumuzun direğini sızlatan, hüznün sardığı bir koku ya da bir şarkının nakaratı bile olabilir. Aheste aheste sözler ruhumuzu okşarken, belki varlığından bile haberdar olmadığımız duygularımızı yansıtıyordur o şarkı, bilemeyiz. Zamanın ibresinin geçmişe dönük akması, bulanık olan bir suyu görünür hâle getirmeye benzer âdeta. İnsanı ya dibe çeker ya da sadece mâzinin eli değer ruha. Sisli olan bir havada, önünü görmeye çalışmak gibi de olabilir. Her yer pus, zifirî karanlık ve tek başına yolunu bulmaya çalışıyorsun orada; ışık yok, sana yardım eli uzatacak biri ise muamma. Bir yandan korkuyorsun, ama bir yandan da ilerisini de görmek istiyorsun. Adım adım gitmeli işte tam da o noktada, acele etmeden. Çünkü, biz ne kadar geçmiş desek de, gerçekten geçip geçmediğini asla bilemeyiz. Kavramın adı geçmiş, lâkin acaba bizden geçti mi bu kelime? İnsanoğlu hep önünü görerek devam etmek ister hayatına, amma velâkin bu ne mümkün? Geçmişin izlerini her yerde, herkeste görüyoruz. Duygularımızı bastırdığımız bir an, kendimizi kandırdığımız binlerce ana tekabül ediyor. Yüzlerce inkisâr-ı hayâl, bunu yaşayan yine tek bir kişi. Üç maymunu oynadık diye, yok mu oldu o anılar? ‘Görmedim, duymadım, bilmiyorumdan’ ne kaldı geriye? Kendini kandıran bir beden, peki ya neden? 5N1K soruları ile kendimizi boğarsak eğer, işin içinden çıkamayız zaten. Burada önemli olan, kendimizi ve çevremizi kandırsak bile, yüreğimizin tam aksini bize söylediğini biliyor olmamız. Kalp atışımız, beden dilimiz bile istem dışı bunu dile getirir. O yüzden susturmak için çabaladığımız düşüncelerimiz bile gün gelir, bize sırtını döner. Biz bastırdıkça o konuşmaya başlar, sonra da yük olur; çöreklenir kalır, gitmez. Boğazımızdaki yumru ile uzaklara bakarız sadece. O yüzden, kendi gerçeklerimizle ve yüklerimizden arınmış bir şekilde yaşamalıyız hayatımızı.
İnsanlar birbirlerini zayıf noktalarından vurmayı severler. Birine zaafını gösterdikten sonra, gerisi zaten çorap söküğü gibi gelir. İnsan en çok acıdığı yerden kanar; bu o kadar kolaydır ki, yara kabuk bağlayınca insan iyileştiğini sanır. Bilakis, o yara aslında hep oradadır ve birinin kanatmasına bakar sadece. Deşmeye bile gerek kalmaz, en ufak bir şey bile tetikleyebilir bunu. O yüzden, insan geçmişi söküp de atamaz kolay kolay. Yazıma, ‘’Retrospektif Duygular’’ adını koymam biraz da bu nedenden. ‘’Dünden bugüne’’ anlamına gelen bu kelime, birçok çağrışım yapabilir insanın zihninde. Geçmiş ile ilgili her şey, geleceğin de aynası aslında. Bütün duygular dibine kadar yaşanır bu serüvende. Mâziye set çekmek gerekir ama bir yandan da unutmamak gerekir, sırf kim olduğunu hatırlamak için.
*retrospektif: geriye dönük, geçmişi ele alan.
* inkisâr-ı hayâl: hayâl kırıklığı.
Sude YENİN