Örgü Mü Örsem Yoksa Duvar Mı? | Tamer Dursun
“Örgü mü örsem yoksa duvar mı?“ dedi kadın.
Bunu bir ben duydum, bir de yalnızlığı.
Samatya’da bir Kürt börekçisindeyim. Babam daha ölmemiş, annem beni çok seviyor ve ben daha dünyanın cehennem, insanın zebani olduğunu bilmiyorum.
Dedim ya, çocuğum daha!
“Böreğine pudra ister misin?“ diye soruyor börekçi.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor.
Yollar çamur içinde…
Herkes bir yerlere koşturuyor ama kimse hiçbir yere gitmiyor.
“Ben kırk dokuz yaşıma geldiğim zaman, acaba bunların kaçı ölmüş olur? diye düşünüyorum.
Sanırım küçük bir kitap var montumun cebinde. Adı “Bu Hasrete Bir İsim Verelim“ ya da “Küçük İnsanların Büyük Boşlukları“ olmalı. Hatırlamıyorum.
“Örgü mü örsem yoksa duvar mı?“ dedi kadın.
Bunu bir ben duydum bir de yanlızlığı.
***
İhtiyar bir antikacı var okul yolunda ve kapısında “Burada özledikleriniz hariç her şeyi bulabilirsiniz.” yazıyor.
Her akşam, balkonlarda halı çırpan, çamaşır asan, kocalarının yolunu bekleyen ve artık çocukluklarının yüzlerini hatırlamayan üzgün kadınlara selam vererek geçiyorum yollardan.
İhtiyar bir antikacı var okul yolunda ve kapısında “Burada özledikleriniz hariç her şeyi bulabilirsiniz.” yazıyor.
Antikacının vitrinindeki kırık bir porselen vazoya gözüm ilişiyor.
“O vazo değil.” diyor ihtiyar. “O bir kalp. Otuz yıl önce kırıldı. Bilmeyenler onu vazo sanıyor.”
Garip!
Kalp de kırılıyormuş meğer.
İlk defa duyuyorum kalbin de kırıldığını.
Adını bilmediğim için ben her kalbim kırıldığında, “Canım acıyor.” derdim
Dedim ya, çocuğum daha!
Canın acıması!
Hadi, ayak acır, kol acır, düşer insan, dizi acır, başını vurur bir yere, başı acır, anlarım ama canın acıması ne garip bir şey….
***
Samatya’da bir Kürt börekçindeyim.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor.
Asmışlar Deniz Gezmiş’i.
Büyüyemiş Erdal Eren, Yılmaz Güney sürgünlerde, sokaklarda tanklar, askerler, yılgın, yorgun, umutsuz insanlar ve şehre, içinde zengin kızların ve faytonların olduğu, bir film gelmiş diyorlar.
Aklıma gelmişken, sana bir sır vereyim sayın okuyucu. Ben geceleri, içimden geçen faytonları durduruyor ve zavallı, zayıf ve yorgun atlara, içinde faytonların olmadığı hikâyeler anlatıyorum.
Kimse bilmez ama bizim gözyaşlarımızla atların gözyaşları akrabadır birbirine. Sırtımıza inen kırbaçlar gibi!..
“Örgü mü örsem yoksa duvar mı?“ dedi kadın.
Bunu bir ben duydum bir de yalnızlığı.
***
Bir keresinde, gamzesinde uçurum taşıyan bir kız tanımıştım. Ece Ayhan hastalanıp, huzur evlerine düşmemiş ve “Vasiyetimdir; her şeyimi zamana bırakıyorum.“ dememiş daha. İşte bu kız bir gün beni dudağımdan öptü ve ondan sonra hiç büyümek istemedim.
***
Bir keresinde Bayan Vesaire bana mavi bir hırka örmüştü.
Bayan Vesaire bizim kapı komşumuzdu.
Niye bilmiyorum ama şimdi onu benden başka hatırlayan yok.
“Hatta öyle biri hiç yaşamadı.” diyorlar.
Desinler!
Bir sabah, ben merdivenlerden inerken, Bayan Vesaire önümü kesti ve elindeki hırkayı bana uzattı. “Şairler mavi sever.“ dedi.
”Ama“ dedim. ”Ben şair değilim ki.“
Gülümsedi.
”Sen öyle san salak çocuk.“
Ve o mükemmel çiçekli eteğini sallaya sallaya çekti gitti.
Arkasından baktım.
Ah!
Ne de güzel ve alımlı bir kadındı Bayan Vesaire.
Benim maviyi ve kadınları sevmem ondan kalmadır.
***
Biliyorum, yazması da, okuması da kolay değil ama o, harita metot defterlerinin kenarlarına süsler yapan ve kazaklarının içine soktukları ıslak sokak köpeklerini gizlice evlerine taşıyan çocuklar buralardan gideli çok oldu. Artık radyo tiyatrosu dinleyen kalmadı. Filmlere ağlayan kadınlar da yok.
Çalınsa kapı, bir tabak aşure getirmiş olsa komşu.
Ya da apartman merdiveninde gazoz içip hayal kurulsa yine…
Kapıdan simitçi geçse, sütçü geçse, eskici geçse…
Babalar hep erken erken ölmemiş olsalar…
Hüzünlü kadınlar babalarını özleyip, sevdikleri adama sarılırlar.
Bu hep böyledir.
***
Kocamustafapaşa’da bir Kürt börekçisindeyim.
Daha ihaneti tanımıyorum. Bilmiyorum yarı yolda bırakılmayı. İnanıyorum kim ne derse. Kirlenmemişim, bozulmamışım, büyümemişim. Kısacası yenilmemişim hayata karşı.
Arkadaşlarla iki bin yılında kaç yaşında olacağız diye hayretler içinde hesap yapıyoruz. İki bin yılı bize o kadar uzak ki. “Vay be!” diyoruz.
Ama iki bin çoktaann geldi geçti ama geçmedi, kimselere göstermeden parmak saymalarımız. Yaşlandıkça, kaç yılımızın daha kaldığını sayar olduk. Bir, iki, beş, on…
İşte hayat dediğimiz böyle bir şey.
Anlatacak hikâyelerin çoğaldığıysa, yaşlanıyorsun demektir.
***
Zaman geçtikçe daha bir duygusal olmaya başladık. Nedensiz bir kalp ağrısı düşüyor içimize, buğulanıyor gönlünümüz sebepsiz.
Durup durup çocuklarımıza bakıyoruz. Yüzlerine, ellerine, saçlarına, kirpiklerine… Onlar farkında değiller ama biz her defasında, içimizi çeke çeke, onların ne çabuk büyüdüklerini, zamanın nasıl böyle bir sigara içimi kadar çabucak geçtiğini düşünüyoruz.
Suskunluğumuzda hep aynı sorular,
Ömrüm yetecek mi acaba?
Ömrüm yetecek de, okulu bitirdiğini görebilecek miyim?
Ya ilk iş günü heyecanını…
Evlendiğinde, ben buralarda olacak mıyım?
Belki üzerler onu, kırarlar, canını acıtırlar.
Sarııp da “Ağlama sen, bu da geçer, ağlama kuzum.” diyebilecek miyim?
Yaşlanmak garip.
Ağlayasamız geliyor durup dururken.
Eskilerden bir şarkı…
Ya bir sevgiliyi hatırlatıyor bize, ya bir dostu.
Neredeydi o çay bahçesi?
Yaşımız kaçtı o vakitler?
Otobüs durağında göz göze geldiğimiz insanlar.
Nerede şimdi o sevdiklerimiz?
İki sinema bileti…
Beyoğlu.
Düşlerimizi ıslatan yağmur…
Umurumuzda değil fakirlik fukaralık.
Sahlep ve kestane kokusu yollarda.
O ilk el ele tutuşma anı…
Şehir yansa, bize ne!
Kısacası, hüzünlü değiliz biz kardeşim, sadece yaşlanıyoruz.
Akşamları, yatağa gitmeden ve ışıkları söndürmeden önce dönüp oturma odasına bakıyoruz.
Duvardaki fotoğraflar.
Masadaki çiçek.
Kapının kenarında duran şemsiye…
Aynanın kıyısında duran not…
Sehpanın yanında duran terlikler.
Yarım bardak su…
Ve “Belki de son bakıştır bu. Belki de yoktur bu gecenin sabahı.” diye söndürüyoruz ışıkları.
Ayrılıklarda da bu duygu vardır hep. Kimse farketmese de vedalaşırken sıkı sıkı sarılırız. Sarılırken sevdiklerimizin kokusunu içimize çekeriz.
Belki de bu son sarılıştır. Kim bilir…
Akşam oldu yine.
Odalar, koltuklar, divanlar, yataklar yine yalnızlarla dolu.
İnsanı darmadağın etmeye yetiyor, pakette kalan tek sigara, buzdolabının kapısına iliştirilmiş bir not, yastıkta kalan ter kokusu.
***
Samatya’da bir Kürt börekçisindeyim. Babam daha ölmemiş, annem beni çok seviyor ve ben daha dünyanın cehennem, insanın zebani olduğunu bilmiyorum.
Dedim ya, çocuğum daha!
“Böreğine pudra ister misin?“ diye soruyor börekçi.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor.
Yollar çamur içinde…
Herkes bir yerlere koşturuyor ama kimse hiçbir yere gitmiyor.
”Örgü mü örsem yoksa duvar mı?“ dedi kadın.
Bunu bir ben duydum bir de yalnızlığı.
Ve en sonunda kadın kalkıp duvar ördü. Çünkü örgü örecek kadar vakti yoktu.
***
t a m e r d u r s u n