Dolar 34,4910
Euro 36,3975
Altın 2.965,97
BİST 9.261,52
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 19 °C
Çok Bulutlu

Nuse Çiçeği | Bedros Dağlıyan

19.10.2019
1.479
A+
A-
Nuse Çiçeği | Bedros Dağlıyan

-Öykü-

Güneş, görünmez gösterişli deniz gibi bir bahçedeydi. Elimde güzel içimli, rayihası mükemmel bir kahveyle güneşe karşı oturmuşum. Kocamış yaşlı bir zeytin ağacı genç filizleri ve üzerinde pıtrak gibi çoğalmış zeytinleriyle nasıl da gölgesini sunuyor teklifsiz…

Şurada burada çiçekler, kokusu burnuma denk gelen pembe bir gül, al çiçekleriyle rüzgârla nazlıca salınan bir zakkum, çimenler, ebegümeçleri, çobanekmekleri… Bir de bahçenin aydınlık köşesinde Nuse çiçeği…

Kitabımı önüme çekiyorum. Mavi kaplı defterim ise yanıbaşımda, uzaktaki bir dostun hediyesi. İlk sayfasında dostuma sevgilerimle Yelda Karataş yazıyor. Bir okuyorum iki yazıyorum. Memleket uzakta ama Nuse çiçekleri hemen önümde üzgün…

Karşımda gencin biri güya kitap okuyor. Kaçamak gözlerle diğer yanındaki kızlara bakıyor oysa… Kitabı ters tutuşunu görünce gülümsedim. Fark edince o da bana… Usuma Mussolini geliyor. Diktatör, gazetecileri basın toplantısına çağırıp, asık suratlı, konuşmaktan aciz bir halde pozlar verir fotoğrafçılara. O esnada elinde bir kitap tutmaktadır. O sırada gazetecilik yapmakta olan Hemingway faşistin elindeki kitabı çok merak eder. Sonunda bakmayı başarır da: Mussolini’nin elinde ters olarak tuttuğu bir sözlük vardır…
Geçtiğimiz yollarda bahçe kenarlarındaki Nuse çiçekleri güne merhaba diyor.

Alexandrapoli’deyim, yani Dedeağaç ’da. Çayırlıkta ağlayan minik bir kız çocuğu var. Yanına gidip başını okşuyorum. Dilini anlayıp teselli edemiyorum. O an usuma Kafka geliyor. Kafka ve Dora Diamant Berlin’de Steglitz Park’ında dolaşırken oyuncak bebeğini kaybettiği için umutsuzca ağlayan bir kıza rastlarlar. Kafka, çocuğu avutmak için bir hikâye uydurur. Bebeğin seyahate çıktığını ve ona bir mektup yazdığını söyler. Küçük kız mektubu merak edince de onu yarın getireceğini söyler. Günler ve haftalar boyunca bebeğin maceralarını anlattığı mektuplar yazar. En sonunda mutlu sonla bitirmek için bebeği evlendirmeye karar verir. Yuva kurmaktan mutlu bir halde evleneceği haberini vererek küçük kıza veda eder.

Bu anekdotun en acı yönü de bu mektupların, Kafka’nın ateşle buluşturduğu eserler içinde bulunmasıdır.

Bahçenin tam karşısındaki balkonda bir kuş yaşıyor. Yaşıyor ve bunu çevresine de yaşatıyor. Evin, sıvaları dökük, boyaları kabarmış, pencere pervazları çürümüş, ne gam; kuşun umurunda mı? O, karşı evin kuşuna vurulmuş, habire ötüyor. Karşıki evin kuşu pek suskun. Belki de ona sevdalı erkek kuşun serenadını dinliyor. O, suskunluğun şiirini yazıyor bir bakıma…

Evin balkon kapısı daima açık. Odadan yaşlı, öksürüklü, hırıltılı bir sesin son çırpınışları taşıyor dışarıya. Hayli yaşlı bir adam yürütece dayanarak çıktı; kuşa gülümsedi. Kuş daha bir yekinip en güzel ötüşünü koyuverdi. Kanatlarını çırpa çırpa, renkleri daha bir canlı, ötüp durdu. Adam, kuşun yemini, suyunu verdi. Bir, iki kez minik başına dokundu. Kuş o parmağa, sevgiyle sürttü başını, sonra da bir sıçrayışta kafesin açık kapısından adamın parmağına kondu. Ötüşü bıraktı, adamın yalnızlığına adadı kendini…

Balkonda bir çamaşır ipi var. İki kırmızı renkli gömlek, iki atlet, altı da, don asılı… Niye iki atlet, altı don ola ki? Adamın güçsüz ve hasta hali, belli ki ona hayatın son demlerini yaşatıyor, ona oyunlar oynuyor; altını pek tutamıyor olsa gerek. Benim baktığımı ve anladığımı fark edince, omzunu silkerek gülümsedi. Kuş, ötüşünü salarken, o da kendini salıyordu.
Yaşlı adam, balkona doğru yükselen pembe güle baktı. Zorlukla yürüyerek o minik yapracıklara elini sürdü, kokladı. Gözlerini, kokudan hemhâl, yavaşça kapattı. Kuş o an öyle bir öttü ki, gülü kıskanıp…

Adam, bana baktı; kuşa ve güle de özlemle; sanki son kez… Radyoda sirtakinin o kıvrak nağmeleri yükselirken adam, omuzlarını dikleştirdi; sirtakiye başladı. Hareketleri yavaş ve hantal olsa ne gam; nasıl da mutlu.. Olduğu yere yıkılmadan hemen önce bana doğru el salladı. Anlaşılmaz birkaç kelime çıktı dudaklarından. Kuş, o an ölümün ağıdını yakıyordu.
Bahçenin köşesinde ve sevgili ülkemde Nuse çiçekleri dirençle başını uzatıyordu güneşe…


Kaynak: Halkin Nabzı

Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.