Misket / Yorum, Sibel Unur Özdemir
İnci Gürbüzatik romanında; keskin çizgilerle darmadağınık olmuş hayatlar anlatılır.
Sibel Unur Özdemir /21.03.2018/Ankara
“Michelangelo Antonioni’nin ‘Yolcu’ (Professione: Reporter) filminde, beyaz, üstü açık otomobille giderlerken kız, erkek kahramana neden kaçtığını sorar. Kahraman ona, “Ön koltuğa arkanı dön” der. Kız söyleneni yapar arkasını dönüp koltuğa oturur. Geride bıraktıkları ağaçlıklı yolun kendilerinden nasıl uzaklaştığını izler.
Ben de öyle yaptım. Tıpkı o kız gibi. Arkamı geleceğe, yönümü geçmişe döndüm. Yol bittiğinde yazmıştım…” diyor .
*****
Misket ile tanışmam yaklaşık yedi-sekiz yıl önce Kanguru Yayınları’nda sevgili İnci Gürbüzatik’in konuk olduğu bir söyleşi ile başlamıştı. O gün Misket hakkında söylediklerini can kulağıyla dinlemiş ve hafızama kazımıştım. Sonra kitabı edinmek için pek çok kitapçıya baktım ama bulamadım ne yazık ki. Yakın zamanda da kitabın ikinci baskısını yaptığını öğrendim. Ve nihayet 12. Ankara Kitap Fuarı’nda İnci Hanım’dan imzalı olarak alma şansını yakaladım. Okumaya başladım büyük bir merakla çünkü uzun mücadeleler sonucu kitabıma ulaşmayı başarmıştım.
Misket ilk önce bana rahmetli babaannemi hatırlattı. Onunla olduğum zamanlarda bana Hisar’ı, At Pazarı’nı, Ulus’u anlatırdı. Çocuktum tabii o vakitler. Dinlerdim de… Demek ki pek de can kulağı ile dinlememişim çünkü hatırımda pek fazla bir şey kalmamış. Şimdiki aklım olsaydı babaanneme en ince ayrıntılarına kadar anlattırır, notlar alır, sonra da oturup yazardım.
İşte İnci Gürbüzatik çocukluğunun geçtiği o yerleri oturmuş yazmış. Geçmişi anlatarak geleceğe ışık tutmuş. Kitabı okurken aslında her bölümün kendi içinde başlı başına bir öykü olduğunu fark etmemek mümkün değil. Sadece anlatıcı aynı kişi ancak o kadar kişi ve o kişilerin bünyelerinde barındırdıkları karakterler, o karakterlerin yaşadığı olaylar silsilesi var ki. Her insan bir öykü. Tayyare Mahallesi’nde yaşayan ne kadar insan varsa o kadar farklı öykü mevcut kitabın içinde.
Roman çeşitli öykülerden oluşurken farklı insanların yaşamlarını da gözler önüne seriyor. Bütünü, parçalar oluşturur. İşte bu noktada öyküleri parça olarak nitelendirirsek bütünü yani romanı oluşturduklarını yadsıyamayız.
Sonra mekânlar… Romanda bahsi geçen mekânlar (Tayyare Sokak, Tezveren, Milli Müdafaa Mahallesi vb.) okura kucak açarken onu geçmişe, o günlere, olayların geçtiği zaman dilimine götürüyor. Mekânlar tek başlarına bir şey ifade etmez hiç şüphesiz ki. O mekânlara değer katan orada yaşayan, orada soluk alıp veren, oraya renk katan insanlardır. Hani deriz ya “ah şu duvarların dili olsa da anlatsa.” diye. Misket’te o mekânlar yazarının yüreğinde dile geliyor ve satırlara dökülüyor. Elbette yaşanırken o mekânların gün gelip orada yaşayan bir kişinin yüreğinde nasıl çağrışımlar yaratacağının dışa vurumuna sahne olacağı bilinemezdi. Ancak öyle bir an geliyor ki yazar kızıyla birlikte gittiği o yerlerde çocukluğuna dönüyor. Orada o yıllarda yaşanan olaylar, kişiler, tüm çıplaklığıyla gözlerinin önünde beliriyor, mekânlar canlanıyor ve Tayyare Sokak yeni baştan hayat buluyor.
Gürbüzatik bu olayları içselleştirerek anlatırken çok başarılı. Özellikle öykülerin kahramanı olan kişilerin ruh analizlerini yaparken, onlara yeniden hayat verirken kullandığı üslup takdire şayan. Romanda keskin çizgilerle darmadağınık olmuş hayatlar anlatılırken öyle yumuşak bir dil kullanıyor ki okuru adeta çekip içine alıyor. Bunu yaparken de yürekleri dağlıyor. ( Babası ayakkabı yapan bir çocuğun ayakkabısının kayışının kopması ve bununla yürümek zorunda kalması yani yarım pabuç, yarım terlik ile)
Romanda yüzleri güldüren bazı bölümler olsa da genelinde büyük bir ıstırap hâkim. Öyle çok yaralı yürek var ki. Fakirlik hat safhada. Tabii onun da beraberinde getirdiği kırık dökük ruh halleri.
Kitapta görsellik ön planda. Satırlar arasında kaybolurken yazarın başarılı tasvirleri ile o sokaklarda dolaşıyor, o yokuşu tırmanıyor, şekercinin önünden camekânına bile bakmadan geçerek ilerliyorsunuz. Kitabı okurken hep keşke “film” de yapılsaymış diye düşünmeden edemedim.
Konu itibariyle hem açık hem kapalı mekânlardaki olaylarla karşı karşıya kalıyor okur. Öykülerin bir anlatıcısı var, ailenin büyük kızı ki o çağlarda sekiz-dokuz yaşında bir çocuk. Bir yetişkinin çocukluğuna dönerek, çocukluğu ile yüzleşerek onu satırlara dökmesinin ürünü Misket. Yazarın “Gerçek yolculuk geriye dönüştü; çoktan anlamıştım.” demesi boşuna söylenmiş bir cümle değil. Aksine kitabın ana fikri.
Kitapta ötekileştirme (Menekşe), erkeği egemen kılma (babanın evi terk edişi, sonra hiçbir şey olmamış gibi geri dönmesi, annenin bunu zafer kazanmış gibi görmesi ve kabullenmesi, kirazın erkek kardeşe alınması, köftenin çoğunun erkek kardeşe konulması vb.) bekleyişler, umutlar, kabullenişler, aşklar, hayaller, acılar, kendinden emin dik duruşlar, gurur, intikam, dostluklar, yardımlaşma gibi konularda başarıyla veriliyor.
Yazar, yaşadığı çağa tanıklık eder bir nevi. İşte Gürbüzatik de bunu büyük bir ustalıkla yapıyor satırlar boyunca. Üstelik onun özellikle babasını anlatırken kullandığı dilin açıklığı ve yalınlığı benim O’nun ne kadar cesaretli ve cesur olduğunu fark etmeme neden oldu ve kendisine hayran kaldım; bu kadar içten ve samimi bir şekilde ailevi sırlarını anlatmak herkesin harcı olmasa gerek.
Öte yandan Gürbüzatik’in Ankara’nın bir dönemini anlattığı kitap biraz da şehre dair bir belgesel niteliği taşıyor. Suluhan’ı,Karyağdı Sultan’ı,Tezveren Sultan’ı, Gazi Lisesi’ni, Tayyare Sokağı’nı, Milli Müdafaa Mahallesi’ni; kısaca o günün Ulus’unu O’nun kaleminden öğreniyoruz.
Misket çok katmanlı dokusuyla bir mahalleye ait olan -gerçekte var olan- kaderi yeni baştan, yeniden kurguluyor. Bunu yaparken de zamanın ruhunu avuçlarının arasında tutuyor, muhafaza ediyor. Tarihi değerleri hatırlatıyor. Toplumsal sorunlara vurgu yapıyor.Anne-baba-çocuk üçgenindeki ilişkilerin derinliğine inerek yaşananları samimi ve biraz da hüzünlü bir şekilde gözler önüne seriyor. Misket belki de şimdi yetişkin ama dün çocuk olan anlatıcının olaylar karşısındaki dik ve sağlam duruşunun arkasındaki canı çok ama çok yanan bir çocuğun tüm hücrelerine sıkışmış isyanınınanılar adı altındaki haykırışıdır. Yıkılmaya yüz tutmuş mahallenin yazarın belleğinde canlanmasına neden olduğu hatıralar, hatırlandıkça satırlar boyunca tek tek yıkılmaktadır aslında. Her öykü anlatılıp bittiğinde -kayıt altına alındığında- bir misket gibi yuvarlanıp düşmektedir yazarın zihninden.
İnci Gürbüzatik anılarında yer alan gerçekçi olaylardan beslenmiştir romanı boyunca. Bu olayların psikolojik boyutlarını da hassasiyetle irdeleyerek öznel anlatım şeklinden yararlanmıştır. Romanda anlatma tekniği ön planda olmakla beraber zaman zaman gösterme (dialog) teknikleri de kullanılarak konular hikâyeleştirilmiştir.
İlk baskısını 2009 yılında yapan Misket, ikinci baskısını ise 2016’da yapmıştır. Bence Yayınları’ndan çıkan ikinci baskısının kapak tasarımı Ceren Demiral tarafından yapılmıştır. Kitap 368 sayfadır.
Misket hakkında elbette söylenecek daha çok şey var ancak birazını da okuyucuya bırakmak gerek. Şüphesiz ki eser, her okurun dimağında ayrı bir tat bırakarak yüreğinde farklı bir yer alacaktır.
Değerli dostum İnci Gürbüzatik’iedebiyat dünyasına kazandırdığı bu değerli eseri için kutluyor, başarılı çalışmalarının devamını diliyorum.