Lüzumsuz Kadın | Rabih Alameddine
Çevirmen: Seçil Sönmez | Budala Kitap, s.54-56
Hayatın artık yalnızca kabullenilmiş bir yenilgiler dizisine dönüştüğü o yaşa geldim — yaş ve yenilgi; sonuna kadar birbirine sadık kan kardeşler. Her sabah yaptığım gibi yataktan kalkmaya çabalıyorum. Dışarıda hâlâ gece, yatak odasındaki ahşap kepenklerin kısa çıtalarının arasından en ufak bir ışık girmiyor. Bir saat, hatta muhtemelen daha fazladır uyanığım. Ayaklarımı yatağın ucuna götürüyorum ve daha az çabayla doğrulmama yardımcı olacak halının üzerine indiriyorum. Ah. Uyuşmuş kolumu uzatıp, işlevini zar zor Sürdüren elli yıllık kalıntıyı, başucu lambamı açıyorum; kendi başıma aldığım ilk eşyalardan biri.
İşlevini zar zor sürdürüyor, benim gibi: Şişmiş kol bacaklar, eklem iltihabı, uyku bozukluğu, hem kabızlık hem de idrarım tutamama; yaşlanmakta olan uzak diyarların inişleri ve çıkışları. Sabahları, damarlarımdaki kan kaplumbağa hızında akıyor. Vücudum beni yüzüstü bırakıyor, zihnim de öyle. Vücudum işlev gösterdiğinde, bunu sanki benim isteklerimden bağımsızca yapıyor ve zihnim de o isteklerin ne olduklarım mütemadiyen unutuyor. Anahtarlarımı veya okuma gözlüklerimi nerede bıraktığım meselesinden bahsetmiyorum bile. Her gün yeni bir macera diyebilirim.
Tereddütle doğruluyorum, ayaklarımı yatağın yanındaki halıya koyuyorum; Hannah’dan gelmiş olan pek çok hediyenin ilki. Tuhaf bir seccade. Tepesinde, onu doğuya doğru serebileyim diye kıbleyi gösteren küçük bir kıble pusulası var. Pusula hâlâ doğuya dönük ama seccade değil. Kışın sabahlan ayaklarımı buz gibi yere basmamı önlüyor.
Dikkatlice ayağa kalkıyorum ve sırtımı esnetmek için öne uzanıp geriniyorum. Bel ağrısı özellikle yaşla ilgili olmayabilir —yıllardır hafif bel ağrılarıyla yaşıyorum. Değişen şey bağların karmaşıklığı: Gençlik yıllarımda sırt kaslarımı basit bir izbarço düğümü olarak hissederdim. Oysa bu sabah daha çok camadan ve dülger hissi veriyor. Evet, denizcilerin kullandığı düğümlerin bazılarım biliyorum ama hiç gemiye binmedim. Denizde geçen hikâyelere duyduğum sevginin tohumlarını Joseph Conrad’ın romanları atmıştı. Annie Proulx’un The Shipping News’ü , beni The Asilley Book of Knots’ı okumaya yönlendirmişti.
Ben okuyan biriyim. Evet, ben buyum; hayatı zehir eden sırt ağrılarından mustarip bir okur.
Kemiklerim sızladığında ya da sırtım isyan ettiğinde, çektiğim acının yıllarca vücudumu ihmal etmemin, hatta onu kibirle hor görmemin cezası olduğunu düşünüyorum. Gençken fiziksel varlığımı hep kınamıştım, şimdi de o beni kınıyor. Yaşlandıkça vücudum, dikkatimi hak eden öncelikler dizisindeki haklı yerini almak istiyor. Taleplerinde çıtayı, pastada hak ettiği dilimi yükseltiyor.
O zamanlar zihin vücuttan üstündü ama artık değil.
Aaliya, her şeyden yukarıda. Aaliya ayrılmış olan.
Aaliya, Aaliya, über alles.
Üzücü, üzücü, üzücü.
Yavaşça kapıya doğru yürüyorum. Muhtemelen yalpalayan bir masal cini gibi görünüyorumdur. Yatak odam, aynaları defettiğim, evdeki güvenli alanlardan biri. Helen Garner, kitaplarından birinde der ki, altmış yaşını geçmiş her kadın aynalara bakmadan yanından geçebilmeyi içgüdüsel olarak öğrenir. Bana kalırsa ayna bulundurma riskine girmeye bile gerek yok.
Elbette, yansımamdan kaçınarak Rilke’nin o güzide uyarısını da görmezden gelme hatasına düşmüş oluyorum:
Olsa da göldeki görüntü
bulanık çoğu zaman.
Aklında tut resmi.
Ne kadar güzel!
Birkaç dakika içinde, kaslarım ve eklemlerim biraz ısınınca daha zarif ya da daha az biçimsizce yürüyebileceğim.
***