Kâfur kokusu | Sultan Karataş
İlk defa yazmıyorum sana, son da olmayacak. Sokaklar dolusu bir kent burası. Her sokak evlerle düğümlenmiş, çatılar bulutlarla kaplı.
Dün akşamki fırtınanın ardından, daha da yıkanmış, arınmış görünüyor herşey, her yer. Güneş görmeyen, sayısız izbe evlerden bir tanesinin önünden geçiyorum. Evin dışarı bakan odası olduğunu düşündüğüm yer ve dış kapısı açık bu evde, hasta yatağındaki adam yine pencerede …
Avurtları çökmüş adam ve içeriye yansıyan grimsi hava yüreğime işliyor. Bir an, koca bir evrende kimliksizlik sarıyor benliğimi… Hastalık, ölüm ve yalnızlık her yerde… İstanbul, Cambridge, yoksul bir Anadolu köyü ya da kasabası…
Sıyrılıyorum bu derin duygu halinden…
Keskin bir kâfur kokusu geliyor evden. Kâfur ağacının burda yetişmesi mümkün değil, tropikal, sıcak iklim bitkisi diye geçiriyorum içimden. Ve bir anlığına, memlekete yolculuk yapıyorum. Bitişiğimizdeki Kastamonulu Osman amca geliyor aklıma. Süt almaya yollardı annem ve tembihlerdi ‘eğer namaza durmuşsa Osman amcan, rahatsız etme, bekle!’ diye. Evlerinin holüne girer girmez bu keskin koku gelirdi burnuma. O günlerle ve Osman amcayla özdeşleştirmişim ki bu kokuyu, o günlere gittim yine. Cambridge’den İstanbul’a, çocukluğumun varoşlarına yolculuk yapıyorum kısa bir an.
Ardından, bir süredir çevirisini yapmaya çalıştığım, T.S Elliot’un ‘Pencerede Sabah’ şiiriyle buluşturuyorum an’ı ve ruh halimi;
“bodrum katlarında, kahvaltı tabaklarının şıngırtaları
kırık dökük kaldırım taşları boyunca
farkındayım
hizmetçilerin o mecalsiz hallerinin
oralarda, o rutubetli kapı girişlerinde
umutsuzluğun filizlenerek
çaresizce boy attığının…”
Duyumsadıklarım böyle karşılık buluyor Elliot’un dizelerinde. Gri gökyüzü, mecalsiz insanlar o günlerden mi kaldı! Hiç mi değişmedi, kim bilir!
Gri gökyüzü, daha da mecalsiz insan kaldı bugüne sanki.
Nietzche umudu lanetlemekle yanlış mı yaptı ne! Öylesine bir avuntuydu ‘umut’, kendi halinde oysa…
Çatıları kaplayan kara bulutlar, öylece bir parça resim gibi süslerken alçalan göğü…Güneş paneli diyesim geliyor bu kara bulutlara… Sonra, gülüyorum kendi kendime, güneş kendini ısıtma halinde buralarda, ötesi ne mümkün!
Panjursuz ya da panjurları yıllarca açılmamış evler, insan sıcağına hasret soğuk akşamlar ve sabahlar bir uçtan bir uca, dünyanın her semtinde.
Kaç yıl oldu yaşıyorum bu kentte
Yaşı, tarihi bu kentin epeyce oyaladı beni. Gezdim durdum, adım adım börtü böceğiyle konuştum kendimce. En renkli yerlerinde dolaştım bu kentin; ‘günahkar çingeneleri’ ve nenemin onlara dair anlattığı ‘çocuk kaçırma’ hikayelerine gittim geldim. Aklımın en sığ yerlerinde bir ışık yandı, mekanlara benzedim mekanlar bazen bana… Hatta geldiğim topraklara benzettim toprağını buraların. Bazen, insanında aradım sokaklardaki insanımı hatta hayvanları… İnsanın bu hallerinin hikmeti ne ki, özlem diyorum özlem işte. Ya yazdırır dize dize ya da özletir delice.
Sokak kedilerini arar oldum. Uyuz uyuz gezen köpekleri vardı ülkemin, içim acırdı… Şimdi her yanı hüzün, herkesin içinde bir acı. Hüzünle yaşdaş ülkem. Ah benim ağlayan yanım, gülen yanım. Hasretim, insanım…
Yürüyorum yürüyorum kilometreler boyu, çıkmıyor hiçbir yol senin sokaklarına.
Derken; sorularla çapraz halde… Çıkmayacak biliyorum her gün yürüdüğüm bu yollar sana.
Ben ve yarenliğin, kolkola arşınlayacağız buraları.
Bekle, ben geleceğim sana eninde sonunda.
Memleketim.
Bekle!
Sultan Karataş
——