ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Kadın Gülümse | Zeynep Mete Uçak

17.11.2021
399
A+
A-
Kadın Gülümse | Zeynep Mete Uçak
Sabah horozun kart sesiyle uyandı kadın. Küçük evinde bir tüy hafifliğinde mutfağa ilerledi. Çay suyunu ocağa koyup balkon kapısından dışarı süzüldü. Henüz gün yeni ağarıyor, güneş sarı gözlerini kırpıştırıyordu. Karşıda İstanbul daha uyanmamıştı. Martı sesleri at kişnemesine karışıyordu. 

Çay suyunun fokurdamasıyla çevirdi başını, mutfağa geçerken açık kırmızı elbisesi havalandı. Yıllardır gecelik, pijama giyemeyen kadın en hafif elbiseleriyle geceye yatardı. Kaynamış suya, sallama çayı daldırdıktan sonra tekrar mutluluğun huzurla birleştiği balkonuna çıktı salıncağına bağdaş kurdu. Çayından aldığı her yudumda daha da rahatlıyor o efkârlı, sıkıntılı İstanbul’ dan biraz daha uzaklaşıyordu.

İstanbul’un karmakarışık yün yumağı sokaklarında az kaybolmamıştı. Bedenini değil de ruhunu kaybetmişti.
Bedeninin bedelini ödeyerek gelmişti cennetten kesit olan adaya…

Sepetinde mırıltıyla uyanan Duman kafasını kaldırarak sevgiyle baktı kadına. Kadın uzanarak kafasını şefkatle okşadı. Daha önce hiç kimse Duman kadar sevmemişti onu. Neyi eksikti ki diğer kadınlardan; kocaman kara gözlerine yaşlar doluştu. Of! Diyerek kalktı yerinden balkonun ahşap korkuluğuna tutundu. İçine çekti adanın o muhteşem havasını. Sıcak sıcak esen yel boynundan öperek geçti. İşte kendisini seven bir doğa harikası daha vardı.

Dumanı kucağına alarak içeri girdi, parmaklarının arasından kayan tüylerini okşayarak nazikçe yere bıraktı.

Tam bir ay olmuştu huzurunu bulalı, küçük salonuna şöyle bir göz gezdirdi elini, tay tüyü bakır rengi kanepesinde dolaştırdı. Eliyle kanepenin oynaşmasına izin verdi bir müddet sonra ojesiz tırnaklarına takıldı gözleri. Koskoca bir ay tırnaklarına oje sürmemişti. Ne tırnakları oje gördü ne de dolgun dudakları ruj. Ne güzeldi böyle kendi gibi kendi olmak, kadın olmak.

Üzerine kayıtlı hiç belge, telefon, kayıt, bırakmadan gelmişti. Ne yaptığı işi ne İstanbul sokaklarını hatırlamak istiyordu. Karanlık sokağın, kuytu köşesine sinmiş dumanı fark edene kadar bomboş gelecekti sığınağı olan adaya.

Yaklaştı yanına oda bir erkekti . Doğduğundan beri ne acılar çekmişti kim bilir, bunu anlamak çok da zor değildi bakışlarından. Hırsızlık yapmış karşılığında büyük bir bedel ödemiş insan adaletiyle kesilmişti kuyruğu. Kadın düşündü ne adalet ama. Sarı üzerine turuncu çizgileri, kapatamamıştı sayılı kaburgalarını, açlıktan midesi derisine yapışmış, kuyruğunun kesilmesinden sanki bir şeyler anlamış gibiydi.

Bırakıp gidemedi kendi gibi adı olmayan kediyi. Küçük çantasına hem Beyoğlu’nun göğünü, hem kediyi sığdırdı. Gecenin karanlığında bile, belli olan isli duman sarmıştı gökyüzünü. Duman koymuştu yaralı erkeğin adını…

Anılardan balığın kılçığından sıyrılması gibi ayrıldı. Aynanın karşısına geçti yüzünde ki her çizginin bir yaşanmışlığı vardı ona göre. Kaşlarının arasında ki derin çizgi düzelmişti bir ayda, çatacak bir şey yoktu ki!

Kırmızı ojeyle işi bittiğinde, kırmızı rujunu aldı son bir kez daha sürdü. Hırçınca taradı dalgalı uzun kumral saçlarını. O saçlar değil miydi yüzlerce sineği üstüne çeken. Elbise dolabı kırmızının tonlarıyla doluydu. Uzun yanlardan yırtık kloş tabii ki kırmızı elbisesini üzerine geçirdi.

Güneş iyice yükselmeye başlamıştı, ekmeğe giden çocukların top oynamaya daldıkları sokaklardan, faytonların tıkırtısını dinleyerek geldi vapura. Vapur saatini beklerken bir ay önce buraya geldiğinde ki heyecanı yoktu. Yanında ki genç simitçiden iki simit aldı birini kendisi, diğerini martılar için. Diline bir şarkı takıldı Sezen Aksu’dan…

Ada vapuru yandan çarklı, bayraklar donanmış cafcaflı, simitçi kahveci, gazozcu…
Şinanay da yavrum şina şinanay. Şinanay da şinanay hoppa şinanay…

Yaşının olgunlaşmış olmasına bakmadan yine de bütün gözleri üstünde toplayabiliyordu. Kadın, bakmalara aldırış etmeden geçti önlerinden sabah meltemi gibi. Cüretli bir oturuşla oturdu kendinden emin. Belki de ilk gördükleri içindir bu bakışlar diye geçirdi içinden. Sarıyer’e vardıklarında martılarla girdiği simit savaşından galip çıkmıştı. Büyük bir zafer kazanmanın verdiği eda ile indi vapurdan. Denizin ötesinde bir daha gidemeyeceği adayı süzdü uzaktan.

Şimdi sıra İstanbul’u yenmekteydi. Beyoğlu’na vardığında çantasından çıkardığı sakızı attı ağzına. Bankamatiğin önünde hiç sıra beklemeden çekti geri kalan bütün varlığını.
Uzun topuklarının Arnavut kaldırımını aşındırışı ilk değildi. Yine de dimdik yine de ayakta durmuştu.
Giden ömrünün arkasından ağlamak, yas tutmak nerde? Kalanı da varsa eğer şimdi satışa çıkaracaktı. Üç katlı gri, yer yer duvarları dökülmüş. Köhne denmeyecek fakat yenide olmayan, bedenlerin çürüdüğü, ruhların yok edildiği katil binanın önünde durdu.
Henüz öğlen olmamıştı, lakin kalabalık erkek güruhu tam da karşısındaydı. Kadını gören bir adım geri çekilip yol verdi.
Yavaş yavaş çıktı taş merdivenlerden; ah bu merdivenler. Eski gözler, yeni gözler merakla süzmekteydi. Onun gözleri ise başkasını arıyordu.
Tam da ayrılacağı gün getirilmişti, hırsla ayaklarının önüne atmışlardı. Küçük bedeni yerde titriyordu kıvrılıp cenin haline geldiğinde kan sızıyordu her hücresinden. Yüzüne baktığında belki on yedi belki on sekizindeydi. Son bir kez yerde ağlarken görmüştü onu.

İşte aradığını bulmuştu kadın. Kaderine alışmış, gibi görünse de, görünmemek için köşelere sinmişti. Yanına gitti kadın. Tek bir soru, tek bir cevap alacaktı. “Adın ne?”
“Gülse” dedi gülmeyerek. “Bekle beni” dedi. Gerekirse sonsuza kadar bekle.

Hızla çıktı bir üst kata. Kapıyı çalmadan daldı içeriye. Karşısında oturan kadın biraz şaşkınlıkla biraz da sevinerek “ooo hoş geldin Yosma.”

Sevinir tabi ki az mı kazandırmıştı ona. Çantasından bir miktar para çıkardı. Bu Gülse’nin özgürlüğü için gerekli olan para karşısında ki yaşlı, bıyıklı kadın gülümseyerek aldı “bu yetecek mi?” Dedi. “İçinden geçirdi sümüklü Gülse için çok bile.”
Yetmediği yerde ben varım yaşlı kadının ruhuna bir şeyler mi üflenmişti. Başını salladı olur anlamında. Her şey kötü gidecek değildi ya bu hayatta. İkişer üçer indi merdivenlerden aşağıya, Gülse hala bıraktığı yerde kapı arkasını bekleyen çalı süpürge.

Gülse’nin ellerini ellerinin içine aldı şefkatle baktı gözlerine. Tam bir ay düşünmüştü bu sahneyi. Elinin içine bir anahtar bir adres bıraktı. “Haydi! Giyin üstünü artık özgürsün!”

Hiç bu kadar mutlu olmamıştı kadın, yüreği coşmamıştı on yedisinden beri. Gülse aşağı indi beyaz giymişti, kadın elinde ki çantayı verdi Gülse’ye.

‘Haydi, git bir daha dönme buralara iyi bak Duman’a…
Gülse uzaklaşırken o döndü mekâna, kırmızı şarabını koydu kadehe. Ada şimdi içindeydi, huzur bu kırmızı kadehte.
Belli mi olur belki bir gün dönerdi adaya gülümseyerek…

ZEYNEP METE UÇAK

Zeynep Güneş
Zeynep Güneş
Zeynep Mete Ucak kimdir? Yazı Atölyesi Yazarı... İlgi çekici kurgular, Akıcı bir dil. Kendinizi kaptıracağınız, başından itibaren merak uyandıracak çarpıcı hikayeler...sürükleyen öyküler ve halka şiirler yazan Realist, farklı, muhalif Şiir ve Öykü Yazarı
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.