taş gibi ağır, kum gibi dağınık saatler
İstanbul da yoğun sis, kül rengi bir sabah
masada dünya, tabakta ekmek kırıntısı gibi duran
gazeteler acının ve handikapların
et kemik kalıntılarıyla dolu kursakları
manşetlerle cilveleşiyor, başkalarının dertlerini
okuyor, geçiyorken yudumluyor çayını, insan
güzel şeyler söylemek lazım dendiğinde
öğrendikçe bilge olmak adınaydı hayaller, yuttukça
posalaşmış harfleri, azalıyor insan
tanışıyoruz, sonra taşınıyoruz öksüz rüyalar şehrinden
şişirilmiş egolar kulak tırmalayan ekolar
trafik var bu gün, günlerden cuma
kelaynaklar kaplumbağalar kediler direksiyonlarda
tazılar tavşanlar ve büyük başlar var, sureti insan
bir güceniklik var üstümde
limonlu ada çayıyla geçmez, grip değil ki güceniklik
hoyrat rüzgarlar esiyor, yerle bir hünkar ve köle
kalpte mengene şuurda kelepçe kimya bozuldu mu bir kere,
akşam olsun, çanak çömlek patlasın, evimize dönelim
yalnız olduğumuz kadar kalabalığız
titrek bir kandil ışığı gibi, bir üflemeyle sönmeye hazır
susmak! birikmiş fay hatları,
susmak! ha çatladı, çatlayacak
kalbimde kasaba tenhalığı, ellerimde karalanmış bir sayfa,
eskiden kızlar allık kullanmazdı
utanınca kızarırdı yanakları demişti annem
yanında çocuk olduğum tek, insan
İnsandık bir zamanlar, şimdi neyiz, bilmiyorum
Dünyada tanımlanamayan tek cisim, İnsan