Hayde | Zeynep Mete Uçak
“İbraham! İbraham! Toparlanın haydeee yolumuz uzun, yükümüz ağır” diye bağırdı Cemal ağabey.
Bu sefer ki yük ağır, yolumuz uzun engebeli ve dikenliydi.
Koyu bir gecenin koynundan çıkmış kara parıldamayan kıvrak bir engerekti gayemiz! Gerek sokarak, gerek kaçarak gidecektik çaresiz.
Yükümüz varillere doldurulmuş siyah altın, en kaçağından çaylar, sigaralar, pilli radyo, teyp, az gofret ve kumaş…
Yükte ağır pahada hafif.
Cemal ağabeyle beraber yedi kişi, beş eşek, sekiz katır hazır bekledik yolun ortasında.
“Haydeee” diye seslendi yine Cemal ağabey, minibüs muavinlerine taş çıkartırcasına. Eşekler önde biz arkada başladık yürümeye. Eşekler inatçıdır bir o kadar da vefalı. Katırlar kannatkârdırlar ve dayanıklı. Yoksa canlarını verirler miydi üstlerindeki yük uğruna?
Nisan ayının ortası, karlar erimeye başlamış. Yol şimdi daha zor daha batak. Yürümek, çarpık bacakların üstünde sanatsal bir işe girişmek gibi. Hem yük, hem yol, hem çamur, hem soğuk, çözmek ne mümkün bu denklemi?
Eşekler zorlanıyorlar her hallerinden belli, en önde giden yaşlı Karakaçan, bedeninde açılan tuz basılmış yaralara aldırış etmeden, yere paralel giden ayaklarının üstünde herkesten üç metre öteden gidiyordu.
Ön ayak, arka ayak, ikinci ön ayak, ikinci arka ayak, kulaklar dikleşti, bacaklar yere daha sağlam bastı ve dik uzandı tıpkı yıllarca toprağa tutunan kavaklar gibi.
Ve durdu! O durunca bulutlar durdu, eriyen karlar durdu. Gökyüzünde uçan, karga durdu, kervan durdu.
O ses ki, kulakları patlatan yüksek ve gür. O seste gökte ki bulutlar dağıldı, kar suyu kayboldu, karga bağrışlarıyla yok oldu. Ve kervan durdu.
Karakaçan bölük pörçük, her parçası bir dağ üstünde, bin taş parçası kapanmış Karakaçan’ın tuzlu yaralarıyla.
Bu benim ilk yüküm, ilk gördüğüm cinayet. İnsanların sefaletine mi acımalı, yoksa bu canları hiçe sayılan hayvanlara mı?
Duymuştum ama görmemiştim. Duymuştum ama bilmemiştim acının en mayınlı halini. Anlatmıştı büyüklerim, mayın üstünde yürümeyi de, mayınların üstünde yürüdükçe parçalanan yürekleri anlatmamışlardı. Yalvarsam Tanrıya, bir rahatlık bir huzur verir miydi ruhuma…!
Cemal abi, donup kalan insan ve hayvanlara seslendi “haydeee epey yolumuz var daha, gevşemeyin haydee”
Yüzünün hiç bir çizgisi merhameti yansıtmıyordu. Göz çukurlarının görünmeyen karanlığında devleşen iri gözleriyle, kımıldamadan donuk donuk baktı. Kirli sakalının ortasında kalan, ağzının içindeki sarı dişlerin arasından sadece “haydee” çıkıyordu. Kendi canları her zaman, eşekten, katırdan, köpekten daha kıymetliydi. Her ne kadar kendi canlarını da yem yapsalarda yola, yüke, mayına.
-Haydee kalan çayları, savrulan sigaraları toplayın. Dedi parçaları etrafta toz olan Karakaçanı umursamadan.
Genç boz eşeğin uzun kirpikleriyle perçinlenmiş gözleri ile buluştu gözlerim. O güzel gözlerde oluşmuş, korku, kaygı adı her ne ise paylaştı benimle. Hem de konuşmadan…!
Uzaklaşmak kaçmak istedim, yürümeye başlayan kaçak kervandan.
Islak ıslak, çamur çamur, bata çıka yol aldık epeyce. Artık sonlarındayım sürünün, bu sürü değil de neydi. Çoban köpeği yetişti yanıma iki hav hav ile anlatmıştı bana daha hızlı olmamı.
Korku, ve koku! Ölümün kokusu mu? Petrolün kokusu mu?
Çok yakınımda, hemen yanı başımda, korku, dehşet ve Karakaçan.
Her bir parçası ayrı tepede.
Geride kaldım iyice geride… Çomar hiç havlama bana iliklerime kadar üşüdüm, Cemal bakma bana hesap sorarcasına; senin canın can da benimkinin adı yok mu? Bu şirazesi kaymış dünyada.
Koku! Genç eşeğin gözleri! Ve Cemal “haydee”…
En gerideyim şimdi hepsi basarak geçtiler.
Ve bastım!
Ve hissettim!
Soğuk demirin pasını kanımın değdiği her hücrede. Hemen karnımın altında, sol ayağımın nalında hissettim.
Ses! Parçaladı. O ses ki yer yarıldı gök yarıldı. Ateş yağdı üstüme. Parçalanmak şöyle dursun heyhat! Kor olup düştüm kervanın üstüne. Variller alev oldu, humma oldu, bütün sürüye. Her zerrem, at oldu kuşaktan kuşağa, eşek oldu nesilden hamallığa ve ben katır doğdum, yangın öldüm, peşimde koca kervanla.
HAYDEE…..
ZEYNEP METE UÇAK