Hayatın bencilliği midir aşk? Selma Sayar
“Hayatın en güzel bencilliğidir aşk.”
Soluğumdun sen, her nefes alışımda bütün hücrelerimde
varlığını duyumsadığım masumiyetimdin! Hayattaki ilk öğretmenim, ilk heyecanım,
ilk sırdaşım, başımı omzuna yasladığım ilk güvenim, samimiyetimdin. Tanrı’nın
bana bahşettiğini sandığım bir armağandın. Beklenmeyen bir konuk gibi
girivermiştin hayatıma. Hayal kırıklıklarıyla, sevgisizlikle, ötekileştirilmiş
bir kimlikle boğuşurken ben, güneş gibi aydınlatmıştın, dünyamı ısıtmıştın.
Sana ulaşmak için yana yana kanat çırpan bir pervaneydim.
Tedirgindin, kaygıların vardı, biraz da korkuların. Yüreğini
tüm sıcaklığıyla bana açsan da elin elime bir türlü kavuşmuyordu. Çantan her
zaman sırtındaydı, bir yerlere gitmeye hazır beklerdin. Gözlerin gözlerime
değse sevincim olurdu, ama bakışların hep uzaklara takılıp kalırdı, bir
yerlerden, birilerinden haber beklermişçesine. Saftım, toydum, küçüktüm. Seni,
hayallerini, büyük ideallerini anlamam güçtü. Küçücük bir pencereden bakıyordum
dünyaya. Kurtuluşun, dünyayı yürek gözüyle sevmek olduğunu sanıyordum, sadece
sevmek, durup sevmek. Sen çoktan yol almıştın. Zaman zaman sabrın taştığında ve
beni küçük burjuva alışkanlıkları olan biri gibi gördükçe mutsuzluklarım
artıyordu. Buna rağmen yüreğim her an sana daha sıkı bağlanıyordu. Sen
uzaklaştıkça, bu bağlanış bir kara sevdaya dönüyordu, ama farkında değildin…
Hayatın en güzel bencilliğidir aşk. “Öyleydi, aynı zamanda en
yıkıcı, en acımasız hislerimden biriydi. Bu kadar güçlü, bu kadar tutkulu
olmam, seni hem mutlu ediyor, hem de korkutuyordu, aynı şekilde beni de! Ya bir
gün beni sevmekten vazgeçersen? Hiç şüphem yok, eğer o gün gelirse, arkana
bakmadan giderdin. Belki de sana duyduğum hisleri diri tutan da bu kaygıydı.
Her an seni kaybedecek olmam. Aslında bütün aşklar imkânsızdır demiştin ya!
İmkânsızlık olmazsa aşk söner. Ve hepsinden mühimi, aşk bir ticaret değildir.
Aşk neticeyle alakadar olmaz, bugüne bakar, sadece bugüne, hatta şu ana… Ateş
yandığı sürece vardır, o tutku sönmediği sürece.”
Şehsuvar ile Ester’in yaşadıklarının aynısıydı yaşadığım.
İşte hep o tutkunun sönmesinden korkmuştum. Beni bırakıp, hayatını adadığın o
büyük davaya, bütün kalbinle bağlanıp, yüreğindeki yerimin dolmasındandı
çekincelerim.
Seni hürriyet aşkı yakıyordu, beni de senin aşkın! Kaybedilen
haklar, daha yaşanabilir, özgür bir dünyanın özlemi için çırpınırken sen, benim
kaygılarımın ne önemi olabilirdi? Ester, ‘Istırabımızla alay etmeyi
başardığımızda, insan olmaya bir adım daha yaklaşacağız’ dediğinde anlamamıştı
Şehsuvar. Hatta ona bozulmuştu. Her gün aş ve iş için sokakları dolduran milletin,
yaşamak kavgasına katılmaktan daha yüce bir ideali olabilir miydi? Ne çok şair
aynı duyguları ele almıştır. Ama örneğin Edgar AllenPoe’nin şiirinde, ‘Bir daha
asla’ diye seslenen kuzgunun sesinde somutlaşan insan olmanın kederini, yaşamak
kavgasına katılanların hepsi hissedebilir mi? “Sokaklardaki bu görkemli isyan,
herhangi bir canlının hayatta kalma çabasından daha mı anlamlı? Elbette çok
anlamlıydı hürriyet, kardeşlik ve eşitlik mücadelesi, ama insan olmanın
derinliği hâlâ bütün bu kalabalığın hareketlerinden uzaklarda bir yerde
duruyor. Hayatın manası nedir? Niye yaşıyoruz? Amacımız ne? Var olma meselesi
yani, ruhumuzdaki o kadim sızı demeye çalışmıştım sana, ama nafile! Ve bir
yandan da hep kendimden şüphe ettim. Hayatın güzelliğini bozan bir bencillik
miydi, aşk konusuna böyle yaklaşmak? Aynı kavga içinde yer almadıkça, tutuşan
eller hep boş mu kalacak?”
Sonu gelmez sorgulamalar, tartışmalar, farklı yaşam
tercihlerimiz ayrılık tohumlarını körüklemiş, sarmaşık misali yüreğimize
dolanmaya başlamıştı. Memleket sevdası sende bir tutkuya dönüşmüştü, sana
atfedilen her görevi hayatının anlamı sayıyordun. Hatta çok sevdiğin
arkadaşlarının serzenişleri ve eleştirilerini dahi kulak arkası yapmıştın. Sen
ise yapılanların yanlışlığını gördükçe hırçınlaşacak, en yakınındakileri bile
terk edip gidecektin. Arkanda onca soruyu yanıtsız bırakarak…
Her birimiz için, ‘vatanın sahibi’ diyebilir miyiz? Doğrusu
son süreçte yaşananlar, bu sorunun yanıtını iyice olumsuz hale getiriyor.
Yıllarca uğruna bunca can verilen bu toprak, bazen evlatlarını acımasızca
harcayabiliyor. Dökülen gözyaşları kalıyor geriye, karşılıksız sevdalar,
tarifsiz kederler, kaybolan zamanlar…
Benim yanıtsız sorularım ve senin yokluğun dünyamı savunmasız
hale getirince, Ahmet Ümit’e sığındım: ‘Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası
mı, uçsuz, bucaksız denizler, derin göller, yalçın dağlar, verimli ovalar,
yemyeşil ormanlar, kalabalık şehirler, tenha köyler mi? Hayır, bütün bunların
ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece bir toprak parçası, ne su havzaları,
ne ağaç silsilesi… Annemizin şefkati, babamızın saçlarına düşen ak, ilk
aşkımız, doğan çocuğumuz, dedelerimizin mezarlarıdır vatan…’