ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Havranın 8 Eylül Kurtuluşu ve Höşmerim Etkinliğinden Esintiler | Suzan Kuyumcu

08.01.2022
540
A+
A-
Havranın 8 Eylül Kurtuluşu ve Höşmerim Etkinliğinden Esintiler | Suzan Kuyumcu

Sabahın altısında yola çıkmıştım. Ortalık alacak karanlık ve oldukça sessizdi. Uykunun en tatlı saatleri…  Kent bu anın tadını çıkarıyor olmalıydı. Saat altı on beş de yolculuk için buluşacağımız noktadaydım. Gün yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Servis bekleyenler, kasalarla sebze-meyve taşıyanlar, koştura koştura bir yerlere yetişmeye çalışanlar, karşımdaki fırından simit almak için bekleyen küçük esnaf ortamı hızla hareketlendirmeye başlamıştı. Ölgün, durağan ortama yaşam aniden enjekte edilmiş gibiydi. Karşı caddeden geçmek için yeşil ışığın yanmasını bekleyen yaşlı kadın dikkatimi çekince içim ezilmişti. Bunca yılı devirdiği halde geçim mücadelesini sonlandıramamıştı demek. Ona hizmet edilmesi gerekirken, kim bilir o kimlere hizmet verecekti. Bütün canlılar aynı çarkın içinde kendi payına düşeni yaşıyordu.  Doğuştan şanslı mutsuzlar ve son nefesine kadar süren çilekeşlerin ufacık kırıntılardan çıkardığı mutluluk oyunları…

Dev ağacın altındaki büyük kaldırım taşında oturuyordum. Dış alemi bu kadar erken saatlerde izleme şansım olmamıştı. Bu müthiş bir duyguydu. Kuş sesleri ortamı ele geçirmiş olmanın coşkusuyla birbirleriyle yarış halindeydiler. Yaşlı kadının karşımdaki elektrik direğinin yanında durduğunu, eğilip yerden bir çanta aldığını görünce dikkatim ona yoğunlaşmıştı. Kadın sağına soluna bakmıyordu. Çantayı umarsızca açıp bakmış, içindekileri kontrol etmiş, çıkardıklarını hızla geri içine tıkayarak yoluna devam etmişti. Çok ilginçti. Sanki çanta sahibiyle önceden bu nokta konusunda anlaşmışlardı. Birisi koyacak diğeri gelip alacaktı. El çantasından çok beylerin beline taktıkları evrak çantasına benziyordu.  Ve kadın kendisini denetimi altına alan bakışlarımdan habersiz gözden kaybolmuştu.

Saat altı otuzu geçmişti. Hocamın farklı yerde beni bekleyebileceği düşüncesiyle çevremdeki park eden araçlara göz gezdirmeye başlamıştım.  Bana en yakın araçtaki çember sakallı adamla göz göze gelince şaşırdım. Hay Allah! İnsanları gözlemleyen bir ben değildim demek. Ne yapıyordum böyle? Son gittiğim kuaför beni sarı-esmer ördeğe benzetmişti. Sabahın bu kadar erken saatinde insanların yanlış yorumlaması hiç de zor değildi. İçimde korku yoktu, sadece kendi hatamdan dolayı huzursuzdum. Adam daha fazla ilgilenmemişti zaten, aracından inerek karşı caddedeki büfeye doğru ilerlemeye başlamıştı.

İstanbul’u bu yüzden seviyordum. Kimse kimseyle ilgilenmiyordu. Herkes bu yüzden giyim- kuşamdan, davranışlara kadar çok rahattılar. Salaş giyim ya da aşırı şıklık hiç tuhaf karşılanmıyordu. Küçük yerlerin böyle olmadığını oradan gelen biri olarak çok iyi biliyordum. Adnan Menderes bulvarına gidip yönünüzü Seyhan Nehrine çevirip bir çay içmeye kalksanız uzak yakın birçok gözlerin denetimi altında olurdunuz, bununla da kalmaz birileri tam karşınıza oturur pişkince gözlerini üzerinize dikerdi.

Şunu da biliyordum. Büyük kentler olumlu-olumsuz her şeyi yutarak görünmez yapıyordu. Aslında rahatlığın diğer adı kirlilik miydi ne? Hem rahat hem temiz kalabilmek bu ülkede ayrıcalık olmalıydı. Tartışmaya açık bir konuydu doğrusu.

Telefonun tuşlarına dokunarak yol arkadaşımı aradım, gelmek üzereydi. On dakika sonra yola çıkmıştık.

Yol boyu yazılan eserlerden, eserlerin içeriğinden, Erden beyin 3000 km yaptığı Karadeniz turundan, doğa harikası olan yerlerin tahribatından, mucurların nasıl tehlikeler yarattığından derken koyu sohbetin içine girmiştik. Bu güzel sohbet araba vapurunda sıkma ve çay eşliğinde devam etmişti. Canlı ansiklopedi gibiydi Erden Bey. Bu yönüyle ilk kez karşılaşıyordum. O an aklıma sevgili Jale hanımın sözleri gelmişti.

‘Erden çok kültürlü bir insan canım, ondan o kadar çok şey öğreniyorum ki…’

Saat 10,30 civarında Bandırma’daydık. Sevgili Gültekin Hanım, deniz vapuruyla Bandırma’ya gelen Fevziye hanımın yanındaydı ve bizi bekliyorlardı. Sevgili Fevziye’nin ışıltılı gözleri beni ilk katıldığım etkinliğin heyecanına taşımıştı.  Onun heyecanını anlayabiliyordum. Müthiş bir duyguydu bu… Birer çayla akşamdan yol için yaptığım sıkmalardan (Adana yöresi yiyecek) birer adet yiyerek tekrar yola koyulduk. İlk kez geçtiğimiz yerler dikkat çekiciydi. Neşeli geçen yolculuğumuz Entur Termal Otelinde son bulmuştu.

Otel, yüz otuz yatak kapasiteli küçük fakat çok şirin bir yerdi. Güler yüzlü personelin bizleri sıcacık tebessümle karşılamaları doğrusu resmedilmeye değerdi. Ortam, adeta pozitif bir enerjiyle sarmalanmıştı. Böyle bir ortamda sevgili Emine Pişiren hanımefendiden gelen sıcacık, ‘Hoş geldiniz canlar, ben de saat 18 de orada olacağım, görüşmek üzere canlarım’ mesajı, bizi tekillikten çıkarıp bütünlüğün içine çekmişti. Böylesi beraberliği özlemiştim doğrusu. Yeniden bir araya gelmenin yeni dostlarla buluşmanın heyecanı sarmıştı yüreğimi. Erden hocam en yakın sahilde yüzerek yorgunluk atmak istediğini söyleyerek bizlerden ayrılmıştı.

Bu sefer payıma genişçe balkonu olan büyük bir oda düşmüştü. Sigara kullanan biri olarak harika duyguydu bu. Belki de diğer adı özgürlüktü, kim bilir…

Akşam yemeğinde bir araya gelindi. Höşmerim tatlısını ilk kez o akşam tatmıştım. İsmine bile yabancı olan ben, itiraf etmeliyim ‘Bu höşmerim neyin nesidir, ne anlama geliyor acaba, diyerek’ internetten bakmış ve onun tatlı ismi olduğunu öğrenmiştim. Öyküsü de hoşuma gitmişti.

Aynı günün akşamı ‘Dünya Söz Akademisi, İlesam şair ve yazarları, Antalya, Bayşad Balıkesir şair ve ozanlarının katılımıyla oldukça kalabalık bir ekip olmuştuk. Gelen arkadaşlarımızın çoğu ile ilk kez karşılaşıyorduk. İçlerinde Edebiyat Galerisinde yazan hocalarımız da vardı. Onları paylaşımlarında tanıyorduk. Bu duyguyu anlatabilmek güçtü. Yazın dostluğunun bağı sıradan bir duygu değildi demek, bu etkinlikte bunu sorgulamıştım. Edebiyat Galerisi yapı taşlarını çok önceden birleştirerek tekilden çoğula doğru yol olmuş ve ‘ben’ den ‘biz’i yaratmıştı. Hayrettin İvgin hocamızla karşılaştığımız an bu duygularla sarmalanmıştım. Sanki ilk kez görmüyordum, o aileden biriydi ve kısa aradan sonra bir araya gelinmişti. Aynı pencereden bakmanın aurası mıydı yoksa Hayrettin hocamızın güçlü ışığının dinginlikle beslenen bilge görüntüsü müydü beni saygı çemberinin içine alan…

Akşam yemekten sonra gelen dostların birbirleriyle tanışma saatlerinde Hayrettin İvgin Bey’in açılış konuşmasının ardından şiirler okundu. Ozanlarımızın sazından sözünden dökülen ezgiler; bir tabloda bütün güzellikleri ön sıraya taşıyan, belirginleştiren anlam katan fon gibiydi. Şaban Aktaş’ın hafızalardan silinmeyen eserini ‘Çingene’ yeniden dinlemenin mutluluğunu yaşamıştık.  Bandırmalı Erdal Dumrul’un sazı-sözü, eşine yapmış olduğu bestesi hepimizi düşündürmüş olmalıydı.

(Aşkımsın hayatımsın-Doğrudur sözüm özüm- Ben onun eli kolu- O benim iki gözüm)

Erdal Bey göz tansiyonu nedeniyle henüz 17 yaşındayken gözlerini kaybetmiş bir ozanımızdı. Bilinmeyene özlem duyulmazdı elbette. Ya bilinene ulaşamamak…?

Güler yüzlü eşi onun gerçekten iki gözü olmuştu. İkisi de insan egosunun oluşumunu sağladığı kaprislerden, ön yargılardan, ‘Ben’ duygusundan çoktan arınmışlardı. Hoşgörü ve gönül hoşnutluğunu sergiledikleri her kareye yansıtabilmişlerdi.  Bu durum ayrıcalıktı.  Rol/ün, ucuz bir yapıştırıcıyla insan ruhunda barınabileceğine, ufak bir nemle ayrışarak aslını ele vereceğini savunan ben; onların sağlam yapısına inanmıştım.  İki örnek insan, tutumlarıyla çevrelerine pek çok mesajlar veriyordu. Ben payıma düşeni almıştım, bu yüzden onlara teşekkür borçluydum.

Havran Belediye Başkanı Emin Ersoy beyefendi rahatsızlığına rağmen aramızda olmayı tercih etmişti. Gecikmiş olmanın ezikliğini yansıtırken; özlemini çekmeye başladığımız büyüdükçe alçalan mütevazı insan yapısı, hemen o akşam gönülleri fethetmişti. Doğrusu Havran’ın halkı gibi güler yüzlü, samimi, dingin ruha sahip insanlardı yönetenleri de…

Sıcacık ortamda gönül bütünlüğü mevcuttu. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar ozanlar çalıp söylemiş, şairler şiirlerini icra etmiş, hoş sohbetler günün yorgunluğunu alıp götürmüştü.

Sevgili Emine Pişiren ve Gönül Hanım’ın coşkulu sunumları geceye damgasını vuran en renkli kareleri oluşturmuştu.

Yağmurun tadını ayrı duyumsamıştım Havran ’da. Teneffüs ettiğim havanın temizliği hissedilir güçteydi. Şekilden şekle giren koyu bulutların homurdanışı tatlı bir esintiydi. Ruhumu doğaya teslim etmiş gibiydim. Her sese tutunan, daldan dala sıçrayan, bulutların enerjisiyle yenilenen bir serçe olmuştum sanki. Bu satırları yazarken bile yeniden yenileniyor gibiyim. Aracın içinden çektiğim doğa harikası resimlerin anlamı bambaşka değerlerdir benim için.

Şiir dinleti gecemizde bizleri bir sürpriz bekliyordu. Damla sakızlı höşmerim, oranın meşhur sarı leblebisi ve ikram edilen içeceklerle karşılanmıştık. Havran insanı son derece saygılı ve misafirperverdi. Anadolu insanının misafirperverliğini alıp başımızın üstüne koyardık, bu bilinen Türk kültürü özelliğiydi. Fakat sanata saygıyı ayrı değerlendirmek gerekiyordu. İşte bu saygı bireysel olarak bizlere değil sanata, sanatçısınaydı.  Bu etkinlik bana şunu öğretmişti. Toplumsal başarı nasıl bireyselleştirilemezse, tekile indirgenen hatanın da topluma mal edilmemesi gerektiğiydi. Nasıl ki bir kıvılcımın etkisi tarihe mal olabiliyordu; bunun örneğini Ulu Önder Atatürk’ün sönmeyen ışığından biliyorduk, aşinaydık; olumsuzluklar da yok olamıyordu. Tarihte bunun örnekleri çoktu.

Belediye Başkanı ve Kaymakam’ın açılış konuşmasıyla şiir dinleti gecemiz başlamıştı. Salon tıklım tıklım doluydu.  İnsanların çoğu kapıda ayakta kalmıştı. Hemen aralara tabureler yerleştirilmeye başlanmıştı. Her şey önceden düşünülmüş gibiydi. Eksiklikler o kadar hızla gideriliyordu ki, kargaşanın oluşumuna fırsat verilmiyordu. Buna rağmen girişin önündeki geniş odada ayakta izleyenler olmuştu. Bu muhteşem gecenin sunucusu Sevgili Emine Pişiren ve gönül dostları; Gönül Hanım, Ümran Öztürk olmuştu.

Şiirimi okuduktan bir süre sonra aşağı inmek için salondan çıkarken, genç bir hanımla burun buruna gelmiştim. Hoş ve zarif edayla, ‘Sizin romanlarınızdan okumak istiyorum” demişti.  Havran da yaşıyorsunuz, diye sormuştum. Aslen Bulgar göçmeni olduğunu söylemişti. Nereli olduğunun hiç önemi yoktu. Sadece bilgi edinmek için sormuştum. Benim uzantım da muhacirdir, dedim ona. Ailesinden biriyle buluşmuşcasına gözleri ışıl ışıl olmuştu kızımızın. Nefise (ikinci baskıda adı İlkbaharın Son Çırpınışları-1- oldu))  isimli romanım da Balkanlardan Adana’nın Ceyhan ilçesine yerleşerek, ayakta kalabilme mücadelesi veren bir ailenin gerçek yaşam öyküsüydü. Adana’nın varoş semtinde devam etmişti bu dramatik yaşam öyküsü ve kahramanlardan birinin adı da Hafize’ydi. Okuma sevdalısı bu hanım kızımızın adı da Hafize Üzeyiroviç’ti. İçimi sevinç kaplamıştı. Günümüzde yok olmaya yüz tutan okuma alışkanlığına bu kızımız örnek olmalıydı. Yanımda ona verebileceğim kitap yoktu. Adres ve telefon numarasını almıştım. Buradayken ulaşamazsam adresine göndereceğim sözünü vermiştim.

Fotoğraf çekimlerine ve zaman ayarına odaklı Sn. Hasmet Demirbil Bey’in titiz çabası yok sayılmayacak kadar gözler önündeydi. Azınlığı toparlamak, derdini anlatabilmek kolaydı, fakat o zoru başarmak için etkinlik boyu çırpınıp durmuştu. Bu emeğe teşekkür borçlanmıştık.

Ankara radyo sanatçılarından sevgili Abdullah Gündüz ve Cemile İnce Yücel’inin muhteşem konseri bu geceye damgasını vurmuş bize ve Havran halkına unutulmayacak gece yaşatmışlardı. Diğer etkinliklerden tanıyordum fakat onlar Havran’ı da kendilerine hayran bırakmışlardı. Salon onlarla adeta coşmuştu. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar süren bu enerji yoğunluğu etkinlik boyu bizleri terk etmemişti. Esprileri, fıkraları, türküleriyle gündemimizden düşmeyen bu ikiliye minnettardım. İyi ki onları tanıma mutluluğuna ermiştim. Vesile olanlara ve emeği geçenlere şükran borçluydum

Günün anlamını oluşturan, Havran’lı kahramanların kabirlerini ziyaret etmeyi ihmal etmemiştik. İlk ziyaretimiz 1921 de Balıkesir Havran’da doğan Şair Halil Soyuer olmuştu. Onu tanıyan dostları beraberlik anılarını kabri başında bizlerle paylaşarak, şiirlerini okuyarak onu yeniden diriltmişlerdi.

Yokta noksan aranılmaz

Yasa budur var eksilir

Ne tükenir sırda insan

Ne insanda sır eksilir

Elden ele renkten renge

Ölüm seldir can bir yonga

Gidersek bozulmaz denge

Halil’lerden bir eksilir.

Halil Soyuer

Mezar taşına kendi yazdığı muhteşem şiiri yazılmıştı.

Halil Soyuer 1947 yılına kadar Halk-evlerinde Dil-Edebiyat Kolu Başkanlığını yürütmüş 1955’te memurluktan ayrılarak Ulus gazetesinde muhabirlik yapmaya başlamıştı. Zafer, Hakikat, Medeniyet, Halkçı, Ankara, Telgraf, Devrim ve Adalet gazetelerinde polis muhabirliği, istihbarat şefliği, fıkra yazarlığı, yazı işleri müdürlüğü yapan çok yönlü bir sanatçıydı. 1984’te son çalıştığı gazeteden emekli olmuş olan Halil Soyluer, dolu dolu geçen yaşamına Ankara’da 17 Ocak 2004’te veda etmişti.

Gideceğin yere beni de götür

Sorana derdimin dermanı dersin.

Götür de istersen sokakta yatır

Elimde gönlünün fermanı dersin

Adını iğneyle işle derime

Kölemdir desen de gitmez arıma

“Bunlar ne?” derlerse mektuplarıma

Mahvolmuş bir ömrün romanı dersin

Duysalar da coşup çağladığımı

Bilmezler sana bel bağladığımı

Görenler olursa ağladığımı

Fırat’ın en coşkun zamanı desin.

Halil Soyuer

Sanat dolu ruhu, tebessümü eksik olmayan tatlı yüzü, yaşama bardağın dolu tarafını görerek olumlu bakışı ile tanınmıştı Halil Soyuer. Dostları onu böyle anlatmışlardı. Dualarla orada ayrılmıştık.

Koca Seyit’in kahramanlık öyküsünü anımsayarak anımsatarak kabrine doğru yol almıştık. Koca Seyit 1889 yılında Havran’ın ilçesi Çamlık (Manastır) köyünde doğmuştu. 1909 yılında askere alınmış, 1912′de Balkan Savaşları’na katılmıştı.

Savaş bittiğinde terhis edilmemiş, topçu eri olarak Çanakkale cephesinde görev almıştı. Çanakkale Savaşlarında Mecidiye bataryasında Atatürk’ün topçu askeri olarak görevini sürdürmüştü. 1915 Çanakkale Deniz Savaşı sırasında Rumeli Mecidiye Tabyasında ayakta kalabilen tek top vardı, onun da mermi kaldıran vinci bozulmuştu.

Seyit Onbaşı, 276 kiloluk mermiyi tek başına kaldırıp, Niğdeli asker arkadaşıyla birlikte topa sürerek ateşlemiş, İngilizlerin en büyük ve batırılamaz dedikleri ‘Ocean’ savaş gemisine büyük yara aldırmıştı. Batırılan bu gemi sayesinde Çanakkale geçilmez kılınmıştı.

Zor koşullarda sarıp sarmalanan, gücüne güç katan bir aşkla sarmalanır canlı. Bu tutumu daha çok ana olan canlarda gözlemlerim. Dünyanın en zayıf en güçsüz varlığı bile konu evlat olunca aslan kesiliyordu. Sadece insan demek istemiyorum çünkü hayvanlar aleminde de aynı güce tanıklık etmiştim. Dünyaya baş kaldırıyor, ölüm korkusundan kolayca arınabiliyor anında küçük beden dev bir güçle sarmalanabiliyordu. İşte bunun adı aşktı! Koca Seyit’in yüreği de Vatan Aşkıyla devleşmiş olmalıydı.

Etkinliğimizin son günü 08.09.2014 günü Havran’ın kurtuluşu Belediye binası önünde İstiklal marşıyla başlamış ve ihtişamlı bir törenle kutlanmıştı.  Belediye Başkanı Sn. Emin Ersoy’un ‘Allan bizlere bir daha böylesi bir tarih yazdırmasın’ sözleri de bugünün anlamına damgasını vurmuştu. Folklor ekiplerinin tarihi yansıtan başarılı gösterileri, atlı geçişlerle pekişmişti. Sanki tarihin sayfaları arasında dolaşmıştık.

Bu arada Hafize’yle bağlantı içindeydim. Doktor da olduğu için törene katılamamıştı. İmzalayıp hem Belediye’de görevli başka bir genç kızımıza hem de Hafize için birer kitap hediye etmiştim. Onlara buradan sevgilerimi iletiyorum.

Gezimizin son gününün son saatlerini Düşler Vadisinde geçirmiştik. Girişte bizi büyük bir havuz karşılamıştı. Duvarlara insan figürleri adeta nakşedilmişti. Burası tam anlamıyla doğanın kalbiydi. Çamlıbel köyünde, Kazdağlarının eteklerinde, iki tepe arasında harika bir yerdi. Orman içinde Şelalelerden akan suyun, dev ağaçların dalları arasında cıvıldaşan kuş seslerinin, yaprakların hışırdayan seslerinin bütünleştiği muhteşem sessizlik, ruhumuza yapılan uzun soluklu şifa gibiydi. Akan derelerin üzerinden ahşap köprülerle geçiliyordu. Her köprünün üzerinde dinlenebilmek için oturulacak banklar yerleştirilmişti.  Bu banklarda oturmuş, sohbetler eşliğinde resimler çekilmiş, Abdullah Gündüz Bey’in şakayla karışık muziplikleriyle kahkahalara boğulmuştuk. Daha sonra ilerleyerek iki katlı ahşaptan yapılı restoranda çay, kahve eşliğinde Sevgili Cemile Hanım ve Abdullah Bey’in eşsiz sesine eşlik eden Şaban Aktaş’ın sazı yeniden ortamı coşturmuştu. Bekir Bey’in, ‘Arı kovanına döndü bizim ev’ şiirini bir kez daha dinlemiş olmanın zevkini unutamazdık.

Restoran sahibi hanımın güler yüzüne, samimi yürek ışıltısına ve yapmış olduğu ikramlarına teşekkür borçlanmıştık.

Teşekkürler Belediye Başkanı Sn. Emin Ersoy

Teşekkürler Havran Kaymakamı Sn. Yasin Öztürk ve emeği geçenler.

Ve en büyük teşekkürlerim sizlere Haran’ın sıcacık bakan halkı, teşekkürler…

Bu Etkinliğin oluşumuna katkıda bulunan ve katılımlarıyla renk katan bütün dostlara yürek dolusu, Selam ve sevgilerimle.

06.09.20014

Suzan Kuyumcu
Suzan Kuyumcu
Roman ve öykü yazarıyım. Nefise ve Satılık Sevda isimli iki roman, İlesam ve Akçağ yayıncılığın ortaklaşa oluşturduğu yarışmada ödül alan Gülce'nin Can Dostları isimli öykü kitabım var. Basılmayı bekleyen dört romanım demlenmede... Aynı pencereden bakan dostlarla birlikte olmak keyif verici...
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.