Haftanın Kitabı | Yeni Dünya Sabahattin Ali
Masumiyet, kurtlara teslim | Murat Özer
Şairliği ve romancılığı da güçlü olmasına karşın, hikâyeciliğiyle Türkiye edebiyatında bambaşka bir yere oturan Sabahattin Ali, kısacık hayatına (ölümü bu ülke için bir utançtır ve utanç olarak kalacaktır) sığdırdığı sayısız hikâyeyle Türkiye’nin gerçeklerine ‘yapışan’ bir yazar olmayı başarmıştır. Bugün bile değişmeyen ve değişmesi de beklenmeyen ‘bozuk düzen’in insanlar üzerindeki ‘umut kırıcı’ etkisini hikâyelerine malzeme yapan, ‘küçük insan’ın ezilerek daha da küçültülmesini çarpıcı tespitlerle yapıtına yansıtan, okurun duygularını harekete geçiren üslubuyla ‘tetikleyici’ etkiye de sahip olan yazar, bu özellikleriyle otoritenin ‘düşmanı’ olarak görülmüştür her daim. ‘Kuşkulu’ ölümü de bu durumun bir yansımasıdır aslına bakarsanız.
Yazarın 1936 ile 1942 yılları arasında kaleme aldığı 13 hikâyeyi barındıran ‘Yeni Dünya’, ilk yayımlanışı 1943 yılına denk gelen tam bir ‘hazine’. Ancak bu yazıda, konumuz gereği 13 hikâyenin 12’sinden bahsetmeyeceğiz. Kitabın dördüncü hikâyesi olan ve sadece sekiz sayfalık bir yer kaplayan ‘Ayran’a yönelteceğiz ilgimizi ve onun üzerine fikirlerimizi paylaşacağız sizlerle.
‘Ayran’, Hasan adında yoksul bir köylü çocuğun bir günlük hikâyesine taşır bizleri. Babası olmayan, annesi nahiyede hizmetçilik yapan, dolayısıyla da iki küçük kardeşine bakmak zorunda olan Hasan, her gün olduğu gibi o kış günü de evinden istasyona doğru uzanan yola düşer. Amacı güğümündeki ayranı satıp kardeşlerine kuru ekmek alıp yedirebilmektir. Ama kış günü ‘buz gibi ayran’ satmak pek de kolay değildir. Sattığı iki maşrapa ayranın parasını da üstünü veremediği için alamaz. Kader ağlarını örmüştür onun için, yoksulluk ve yoksunluk onun için bir ‘günah’tır ve bunun cezasını acı bir biçimde ödeyecektir. Masumiyetin timsali olmasına karşın, bu konuda onun yanına yaklaşamayanların aymazlığıyla ‘son’a doğru koşar adım ilerler, çıplak ayakları kara saplana saplana…
Yukarıdaki paragrafı yazma aşamasındayken bile insanlığımızdan utanmamıza vesile olan ‘Ayran’, Sabahattin Ali’nin kaleminin gücünü yoğun biçimde hissetmemizi sağlayan ‘çok özel’ bir metin. Bir romana malzeme olabilecek kadar ‘hacimli’ içeriğiyle okurla kesintisiz bir bağ kuran hikâye, başkarakteri Hasan’ın yazgısını sayfalara yansıtırken, oradan üzerimize saçılan ‘günah tohumları’yla rahatsız edici de oluyor bir yandan. Hasan’ın ‘yalın’ yolculuğuna eşlik ederken, çevresindeki daralan çembere anbean tanık olmaksa ‘boğucu’ bir etki yapıyor üzerimizde. Üzerine büyük sorumluluk yükleyen annesinden başlayarak her daim ‘aç’ olan iki kardeşine, içtiği ayranın parasını ödemeyen müşteriye, akşam trenini beklemesine neden olan istasyon memuruna kadar herkes Hasan’ın yok oluşunda ‘suçlu’ konumunda burada. Küçük çocuğu çemberin içine sıkıştırıp ‘silmek’ için ellerinden geleni yapıyor bu ‘günahkârlar’. Yoksulluktan başka günahı olmayan Hasan’sa bütün bedeli tek başına ödemek zorunda kalıyor, düzenin ezip un ufak ettiği belli belirsiz bir ‘nokta’ kimliğiyle ‘iki ayaklı kurtlar’ın onu ittiği gerçek kurtların arasına düşüyor, tüm çaresizliği ve korkusuyla…
Sabahattin Ali, 1938’de yazdığı hikâyesiyle her dönemde geçerliliğini koruyan bir olguya işaret ediyor. İçten ve dıştan ateş altına alınarak ‘lanetlenen’ yoksulluğun bir girdabın içinde paramparça edilişini ele alıyor, bunu ‘temsil’ noktalarında da mükemmelen tespit ediyor. Hasan’ın temsil ettiği yapayalnız bireyle onu kıskaca alan düzeni temsil eden ‘çevre’, aynı havayı solumalarına rağmen birbirlerinden öylesine kopuklar ki, ‘öteki’nin derdi bir an bile ‘düşünülen’ bir şeye dönüşemiyor. İnsanoğlunun çağlar boyu süren hastalığı devreye giriyor ve ‘sınır tanımayan’ özellikleri ortaya çıkmıyor, kendi dünyası içine kapanıyor, dönüp etrafında olup bitene bakmıyor. Nihayetinde de olan ‘güçsüz’e oluyor, karanlığa mahkûm bir hayatı yaşamak zorunda kalıyor…
Yükü alıcısına ulaştırıyor
Böylesine güçlü bir hikâyeyi
beyazperdeye taşıma sorumluluğunu ilk filmiyle üzerine alan Selim Güneş,
Sabahattin Ali’nin yalın gerçekçiliğini şiirsel gerçekçi bir yapıya taşıyor.
Kar Beyaz’la. Senarist-yönetmen, hikâyenin duygusunu alıp bunu mükemmel
görüntüler ve olabildiğince az diyalogla buluşturuyor. Sonuçsa gayet tatmin
edici… Sırtındaki yükün ağırlığının farkında Güneş, bunu fırlatıp atmaktansa
sonuna kadar gidip yükü alıcısına sağ salim ulaştırma çabasında.
Selim Güneş, hikâyeyi
Karadeniz’in benzersiz doğasına taşıyarak ilk hamlesini doğru yapıyor bizce.
Böylece filmin görsel dokusunu oluşturacak malzemeyi garanti altına alıyor ki
bunun ‘Kar Beyaz’ için ne kadar önemli olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Ardından Sabahattin Ali’yle buluştuğu ve ayrıldığı noktalar geliyor, hikâyenin kimi
unsurları açısından. Hasan’ın bir günlük serüvenini o da benzer biçimde
yansıtıyor, ama dönemi değiştirdiği için kimi eklemeler yapıyor. En büyük
farklılık, Hasan’ın babasına biçilen rolde oluyor. Hikâyede babasız olan Hasan,
filmde hapishanedeki babasını özlüyor, onun da ‘günah’a katılımını sağlıyor.
Ayrıca babasından aldığı çakı da finalde önemli bir rol üstleniyor.
İstasyonu bir yol üstü
dükkânına çevirmek gibi uzun metrajlı bir film için gereken pratik çözümü
bulması da artı bir puan Selim Güneş adına. Hasan’ın bekleyişini ‘daha görünür’
kılıyor bu seçim, çocuğun çaresizliğine inanmamızı kolaylaştırıyor. Öte yandan
bu dükkânın sahibinin bekleyişi de bir karşıtlık oluşturması açısından hikâyeyi
destekliyor ki Sabahattin Ali’de böyle bir karakter yok. Bunun karşılığı olarak
istasyon memurunu koyabiliriz ama onun da buna benzer bir durumu söz konusu
değil.
Sekiz sayfalık kısacık bir
hikâyeyi uzun metrajlı bir filme dönüştürürken ekstra yüklemeler gerekiyor ve
yönetmen de böylesi bir çaba içine giriyor, ama Sabahattin Ali’nin temelde
söylediği şeyden sapmıyor. ‘Karaltı’ haline dönüşen yoksulun yazgısının
ellerinin arasından çekilip alınmasını duyguların çarpışmasıyla açıklıyor Güneş,
karşı karşıya konulduğunda ‘deprem’ yaratabilecek her türlü duyguyu
çatıştırıyor. Özellikle ‘merhamet’ ve ‘acımasızlık’ üzerine epeyce yükleniyor,
bu iki kavramın açtığı kulvarı izleyicinin ‘geniş açı’ bakışlarına teslim
ediyor, kavramların giderek anlamsızlaşmasını da başkarakterin yitişine malzeme
yapıyor. Ve sonuçta da ‘vicdan’ıyla baş başa bırakıyor insanoğlunu…
Filmin hikâyeden fazlasını
becerdiği şeyse ‘bekleyiş’ olgusu gibi duruyor. Hasan’dan başlayarak bütün
karakterler bir şeyi bekliyorlar filmde, beklentileri hiçbir şekilde
karşılığını bulmuyor olsa da. Bu durum, Hasan dışındakileri de birer ‘kurban’
gibi gösteriyor, ama nihayetinde onların bekleyişleri yaratıyor ‘acı’yı,
‘masumiyetin kayboluşu’nu tetikliyor. Kaybın boyutuysa ‘paha biçilemez’,
aymazlığı haklı çıkaracak gibi değil!
‘Kar Beyaz’ hakkında
söylenebilecek yığınla şey var kuşkusuz, ama ikisini daha dillendirerek
yetinelim şimdilik. Birincisi, filmin şiirselliğine destek atan ‘alıntılar’.
Yazarların etkili cümlelerini malzemesine katan Selim Güneş, ‘şiirli’ olması
için özel çaba harcadığı filmini bu amaca hizmet eder hale getiriyor, böylece
yarı yolda kalma riskini de bertaraf ediyor… İkincisiyse Hasan’ı oynayan Hakan
Korkmaz ve anneyi canlandıran Sinem İslamoğlu’nun performansları. Korkmaz, her
haliyle Sabahattin Ali’nin Hasan’ı, sanki sayfalardan fırlayıp gelmiş bir karakter
gibi duruyor. İslamoğlu’ysa hikâyede bildiğimiz ama tanımadığımız anne
karakterini ete kemiğe büründürüyor.
Zor iş gerçekten de ‘Ayran’ı
sinemalaştırmak, Selim Güneş’in bunun altından alnının akıyla çıktığını
söylemekse boynumuzun borcu. Eksikleri de var ama artılarının yanında lafını
etmeye değmez. Edebiyattan uzak duran sinemacılarımıza da örnek olmasını
diliyoruz onun bu çabasının…
KİTAPTAN BİR BÖLÜM
Bir
Konferans
Büyük şehirlerimizden birine yakın bir köyde yeni bir yatılı okul açılıyordu.
Açış törenine maarif müdürü, müfettişler, şehrin mühimce adamları ve ‘köycü’ler,
bir kafile halinde otomobillerle gittiler. Köy halkı, bu golf pantolonlu,
kasketli, kara gözlüklü, boyunları fotoğraf makineli kalabalığı, yolun iki
yanına dizilerek, derin bir sükûtla karşıladı. Gelenler derhal yeni yapılan
okulun önündeki meydanda toplandılar. Henüz kapatılmamış kireç kuyularının,
inşaattan sökülmüş tahtaların, kum ve çakıl yığınlarının etrafında geniş bir
halka oldular. Bunların arkasında, herhalde tahsil çağında oldukları için,
köyün küçük yaşlı sakinleri birikmişti. Asıl köylüden, civar damlardan bakan
birkaç kadından başka, kimse görünmüyordu. Gelenler birbiri arkasına birçok
nutuklar verdiler, atılan dev adımlardan, köylerin nurlanmasından bahsettiler
ve alkışlandılar. Sıra okulun gezilmesine geldi. Misafirler, henüz badana kokan
binanın içini dolaştılar. Maarif müdürü davetlilere, binanın şurasında, burasında
görülen sıva dökükleri, çatlaklar hakkında izahat verdi; henüz kati tesellümün*
yapılmadığını, bütün bu kusurların müteahhide tamir ettirilmesine çalışıldığını
söyledi. ‘Efendim!’ diyordu, Nafıa mühendislerine meram anlatamıyoruz… Bakın,
koridorlara döşenen parkeler daha okul açılmadan yerinden oynamaya başladı.
Kontrole gelen mühendisler, amele fazla gezindiği için böyle olmuştur,
müteahhidin kabahati yoktur, diye rapor verdiler… Yarın talebe bunların
üzerinden uçarak gidecek değil ya, onlar da gezinecek, koşacak… Bu müteahhitlerle
başa çıkamıyoruz efendim… Misafirler köy ve civarını da beş on dakika içinde
iyice gezip dolaştılar. ‘Köycü’ler yolda ve kahvede rastladıkları bazı
köylülerle lafa girişmek teşebbüsünde bulundular. Aralarında köycülük tahsili
için Paraguay’a gidip senelerce kalmış biri vardı, sesini tatlılaştırıp
yumuşatarak türlü şeyler soruyor, hiçbir şey ifade etmeyen kısa cevaplar
alıyordu. Bütün gayretlere rağmen, konuşmalar birkaç sual ve cevaptan ileri
gidemedi. Soran karşısındakinin acaba ne diye bu kadar her şeyden habersiz,
vurdumduymaz olduğunu, sorulan ise ötekinin neden böyle ipe sapa gelmez şeyler
sorduğunu düşünerek birbirlerinden ayrıldılar. Bu aralık, şehirden gelenlerin
arasında bulunan bir ‘iktisatçı’, köylüye daha faydalı olmak isteğiyle,
kooperatifçilik alanındaki bilgilerini kullanmayı akıl etti. Maarif müdürüne ve
köye beraber gelmiş olan nahiye müdürüne: ‘Tam fırsattır, şunlara
kooperatifçilik hakkında bir konferans vereyim!’ dedi. Kendisi, memleketi
sadece bu nevi şirketlerin yükselteceğine inanmıştı. Böyle bir teklifi kabul
etmemeye imkân yoktu. Herkes: ‘Pek güzel olur… Biz de istifade ederiz!’ diye
samimi fikrini beyan etti. Yalnız, konferansı asıl dinleyecek olanların
mütalaası alınmadı. Köyde adam dolaştırılarak halk yeni okulun boş
sınıflarından birine toplandı. Hatip duvarın dibinde yerini alarak boynunu
ileri geri uzattı; mendilini çıkarıp gözlüğünün camları arkasındaki çipil
gözlerini sildi. Köylüler henüz pek kurumamış olan çimento döşemenin üzerine
oturmuşlar, şehirliler de sağ ve soldaki duvarların kenarına dizilmişlerdi.
‘İktisatçı’ sözüne başlamadan evvel dinleyicilere, üst üste birkaç defa: ‘Aman,
sözlerimde anlamadığınız bir yer olursa hemen sorun!’ diye ihtar etti. Ondan
sonra kooperatifçiliğin kısa bir tarihçesini yaptı ve tam kırk beş dakika, hiç
durmadan, sözüne devam etti. Ara sıra dinleyicilerin yüzüne şüpheyle bakarak:
‘Nasıl, anlıyor musunuz?’ diye soruyor, köylülerin evet makamında başlarını salladıklarını, bazılarının ‘anladık, anladık!’ dediklerini görüp işitince emniyetle sözüne devam ediyordu. Karşısındakilere ancak bir kısmını verebildiği büyük ilim denizine dalmıştı. ‘İstihsal kooperatiflerine gelince…’, ‘İstihlak kooperatiflerine gelince…’, ‘Kooperatifçiliğin memleketin ekonomik bünyesi üzerinde yapacağı şifakâr tesirlere gelince…’ diyerek meseleyi her tarafından ele alıyor, tüketmeden bırakmıyordu. Nihayet, ağzı kurumuş, fakat gözleri kendi sözlerinin heyecanıyla yaşarmış bir halde ve: ‘Söyleyin bakalım, şimdi aklınız yattı mı? Beni iyice anladınız mı?’ sorusuyla konferansını bitirdi. Bütün köylü dinleyiciler, derin bir uykudan uyanır gibi kımıldadılar. ‘Çok doğru dedin!.. Hepimiz anladık!’ diyerek hatibi mükâfatlandırdılar, sonra hep birden yerlerinden kalkıp bir kenara çekilerek misafirlere yol verdiler. Herkes çıktıktan sonra içerde beş on köylü ile nahiye müdürü, bir de şehirden gelenler arasında bulunan eski bir köy öğretmeni kalmıştı. Bu sonuncusu, şüpheyle dolu gözlerini, kabahatli gibi hepsi önlerine bakan köylülere çevirdi: ‘Ülen, ne anladınız o efendinin dediklerinden?’ diye sordu. Köylüler cevap vermeden birbirlerinin yüzüne baktılar. Nahiye müdürü, öğretmenden cesaret almış gibi, gülümseyerek: ‘Hadi canım, doğrusunu söyleyin… Ben bile bir şey anlamadım da, siz ne anlayacaksınız?’ dedi. Bunun üzerine köylülerin birkaçının yüzünde hafif bir gülümseme dolaştı. Nihayet içlerinden orta yaşlı biri genç nahiye müdürünün ve yaşlıca öğretmenin yanına sokuldu: ?Aslını ararsan biz de bir şey anlamadık amma, müdür bey…’ dedi, ‘ne idelim, dinledik işte!..’ Öğretmen, bir talebesini paylar gibi: ‘Peki, ne diye anlamadık demediniz öyleyse? Adamcağız kaç defa sordu da!..’ dedi. Köylü, içinden gelen bir gülüşü zapt etmek istiyormuş sandıracak kadar ciddi bir çehre ile: ‘Aman beyim!’ dedi, ‘Anlamadık diyelim de bir daha baştan mı anlatsın?’ 1941 Teslim alma.
Yeni Dünya : Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, 1943