Haftanın Hikayesi | Oğlumun Babası
Merih Günay
Eve erken geldiği gün
sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi pek. Akşamları evimizin demir
parmaklıklı camından sokaktaki çocukları seyrederdim. Babasıyla top oynayan
çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar, babasıyla bakkal dükkânına giren
çocuklar… Babalar ve çocuklar; babalı çocuklar. Anneme seslenirdim. Canım,
güzel, melek anneme:
-Babam ne zaman gelecek anne?
-Birazdan gelir oğlum.
Çok ender olurdu o ‘Birazdan’, o muhteşem, o
harika ‘Birazdan’ ve ben şaşırır, inanamaz, ne yapacağımı bilemezdim.
-Top oynayacak mıyız baba?
-Bisiklete bindirecek misin beni baba?
-Bakkala da gidecek miyiz baba?
Onu ayık gördüğümü hiç hatırlamıyorum eve
gelişlerinde. Yorgun ve yavaş hareket ederdi; gözleri kısık ve kırmızı olurdu
hep, şarap kırmızısı. Ne sorulursa sorulsun, hızlı ve keskin tek bir yanıtı
olurdu: “Hayır!” Aynı ‘Hayır’lar, hızla ve kesin birer ‘Evet’e dönüşürdü
az sonra. Ne kadar sarhoş ve yorgun olursa olsun ve saat kaç olursa olsun, beni
mutlaka dışarı çıkarırdı. Özlediğimi, ihtiyaç duyduğumu ve uyumayıp beklediğimi
bilirdi, ya da ben öyle hissederdim; belki de böyle olduğuna inanmak isterdim.
İnanırdım da. Beni kucağına alıp merdivenlerden inerken hiç de sarhoş
görünmezdi gözüme. O kadar dikkat ederdi ki kucağından düşürürse, yok olacak
bir hazine taşıdığını sanırdınız. Karanlık ve ıssız olurdu sokaklar o
saatlerde. Belki birkaç kedi ya da bir köpek, insan olmazdı ama hiç. Onlar
uyuyor olurlardı. Berbat bir günün üzerine evlerine gelmiş, yemeklerini yemiş
ve uyumuş olurdu insanlar. Sabah erkenden kalkıp gitmeleri gereken işleri
vardı. Hayat buydu o sokakların insanları için: Uyumak, uyanmak, işe gitmek,
eve dönmek, yemek ve tekrar uyumak. Arada bir de sevişmek, bazen yorgun ve
isteksiz bedenleriyle.
Sokakların ıssızlığı, karanlığı umurunda değildi
babamın. O uyanıktı, ayaktaydı. O benimleydi ve bir ilahtı çünkü benim babamdı.
Aldırmazdı insanların, daracık sokaklardaki karşılıklı apartmanların karanlık
pencereleri ardında uyuyor olmalarına. İnsanlar, aynı insanlardı. Yorgun,
umutsuz, yarı aç, yarı uykulu, hayalsiz, mutsuz insanlar. Nereden ve nasıl
geldiklerini, ne uğruna yaşamaları gerektiğini ve nereye gideceklerini
bilmeyen, bilmek istemeyen insanlar. Sadece karınlarını doyurmak, evlenmek,
çocuk yapmak, bakmakla geçiyordu yaşamları ve salt bunlar için verdikleri o
sonsuz mücadele, savaş… Etkileyiciydi. Avuntu yüklü aptalca inançlar, birkaç
beyaz eşyalık hayaller, inanılmaz şükürler, yorgun yüzlerdeki sahte gülücükler,
o aynı kaderin miras gülücükleri…
Yürürdük o sokaklarda, sessizce, konuşmadan ve o
aynı soru gelirdi hemen ardından: “Oğlum, söyle bakalım, kitabım basılacak
mı?”- “Hayır.” Her gün aynı cevabı aldığı halde tepkisi hiç
değişmezdi. Acı bir hüzün kaplardı yüzünü ve sorardı hep: “Neden
oğlum?” – “Basılmayacak işte.” Bıkmaz, usanmazdı. Her gece ve
her sabah bu soruyu mutlaka sorardı bana. Cevabımı çok önemserdi ve her
seferinde üzülür, yıkılırdı. Az sonra kendini toplar, yanıma yaklaşırdı;
saçlarımı, yanaklarımı usulca okşar, öper ve şansını zorlardı.
-Oyuncak alayım mı sana?
-Al.
-O zaman söyle, yayınevinden arayacaklar
mı?
-Aramayacaklar!
-Kahretsin! Almıyorum oyuncak.
Tekrar çömelirdi yere, sokağın ortasında.
Cebinden bir sigara çıkarır, yakar ve gözlerini bir noktaya dikip bakardı boş
boş. Yorgun, umutsuz, öfkeli. Kin kusardı gözleri, alev saçardı. Çok sürmezdi
bu durumu, birkaç dakika sonra ayağa kalkar, bana bakar ve bağırırdı boş ve ölü
sokakta: “Aptal bunlar, hepsi aptal! Bak oğlum, uyuyorlar, hepsi uyuyor,
herkes uyuyor. Işıkları kapalı, gözleri kapalı; yaşlı kadınlar gibi uyuyorlar!
Bize bak, sana ve bana bak! Buradayız, ayaktayız, dünya bizim, bize ait!
Onların hepsi ölü. Ölmüşler! Kafanı yukarı kaldır ve şu yıldızların güzelliğine
bak, havayı kokla, rüzgârı hisset, aya el salla! Hayat bu oğlum, hayat gece,
hayat sessizlik, hayat yalnızlık!” Gülerdim. Söyledikleri hoşuma giderdi,
yanında olmaktan gurur duyardım. Benim gülmem de onun hoşuna giderdi. Hemen
yanıma gelir, beni kucağına alır ve öper, koklardı.
-Arayacaklar mı yayınevinden?
-Hayır!
Ona hep hayır derdim, henüz beş yaşındaydım ve
neden hayır dediğimi bilmiyordum. Ona hayır demek hoşuma gidiyordu belki çünkü
o eve hep geç ve sarhoş geliyordu, diğer babalar ise erken ve ayık. Ben
üzülüyordum, sorularına hayır cevabı verdiğimde ise o üzülüyordu, adildi
durumumuz bence.
Eve dönerdik. Annem çoktan uyumuş olurdu ya da
uyuyor gibi görünürdü. Babam mutfağa girip yemeğini hazırlar, yerdi ve sonra
soyunurdu. Beni yatağıma yatırıp annemin yanına uzanırdı. Uyumadığını bilirdim,
geç ve zor uyurdu. Döner dururdu yatakta, sonra yavaşça kalkar, önce anneme
bakardı, sonra bana ve mutfağa giderdi. Dolabı açardı -şişe sesini duyardım- ve
alıp diğer odaya geçerdi. Başka odamız da yoktu zaten. Bilirdim, pencerenin
yanındaki koltuğa oturuyor, yıldızları seyrediyordu. Yıldızlara hayrandı,
şişelere de. Dönmezdi geri. Uyurdum. Sabah gözlerimi açtığımda onu yatağında
bulurdum. Tıpkı ormanda devrilmiş bir ağaç gibi tek başına uyurdu. Beklerdim
ben, uyanmasını beklerdim. Bozuk paralardan şekiller yapması için, kâğıtlardan
uçak, gemi yapması için beklerdim. Yapardı da, dakikalarca uğraşır, nefis
şeyler yapardı. Zevkle, keyifle, isteyerek yapardı ve sorardı bittiğinde:
-Nasıl oldu oğlum?
-Güzel. Yıkayım mı?
-Önce annene göster.
Annem o sırada ya diğer odada olurdu ya da
mutfakta. İstemeyerek gelir, bakardı göz ucuyla. “Çok güzel olmuş
oğlum.” der ve çıkardı.
-Yıkayım mı baba?
-Yık oğlum.
İki oyuncak kamyon darbesiyle yerle bir ederdim
kaleleri, çiftlikleri. Babam beni kucağına alırdı.
-Arayacaklar mı?
-Kim?
-Yayınevinden.
-Aramayacaklar!
Ayağa kalkar, savururdu tekmesini yıkık
oyuncakların üzerine. Oyuncaklar onun kırmızı ve kısık gözlerinde o an kim
bilir ne olurdu. Giyinirdi sonra yavaş ve isteksizce. Beni kucağına alıp sokağa
çıkarırdı.
-Etrafına bak, ne görüyorsun?
-Çocuklar.
-Ya babalar, baba görüyor musun?
-Hayır.
-Kimin babası oğlunun yanında?
-Benim!
Öperdi beni, ben de onu öperdim.
Yıllar geçti. Uzun, zor yıllar. Florida’da
yaşıyordum. Eşim Dilara ile beş yaşına yeni basan oğlumuzu alıp ailemi ziyarete
geldim. Annemle babam ayrılalı çok olmuştu. Önce anneme uğradık. Büyük ve güzel
bir dairede yaşıyordu. İki erkek üvey kardeşimle tanıştırdı beni ve cici
babamla. Ondan hiç hoşlanmadım. Her şeyi vardı ama hayalleri, coşkusu, ilgisi
yoktu. Yaşıyordu, sadece yaşamak adına yaşıyordu, vazife gibi. Soğuktu, çok
soğuk. Orada geçirdiğimiz gece bitmek bilmedi. Babam olsaydı, diye düşündüm,
şimdi beni dışarı çıkarır ve bağırırdı: Bu dünya bizim, bu yıldızlar bizim!
Birden yatakta doğruldum, Dilara ve Merih uyuyorlardı. Aceleyle giyindim,
Merih’i usulca kucağıma aldım. Öptüm onu, kokladım, kapıya doğru yürürken
Dilara’nın sert sesiyle durdum.
-Ne yaptığını
sanıyorsun sen?
-Oğlumu dışarı çıkarıyorum.
-O uyuyor, derhal yatağına yatır çocuğu!
Bir an duraksadım, geri döndüm sonra. Oğlumu
yatağına yatırdım. Gözlerimden iki damla yaş süzüldü. Salona geçtim. Pencerenin
yanındaki koltuğa oturdum, yıldızları seyrettim; harikulade görünüyorlardı.
Mutfağa girdim, dolabı açtım, kendime bir içki doldurup geri döndüm. Harika bir
duyguydu, sabaha kadar uyumadım. Babamı nerede bulabileceğimizi sordum anneme
kahvaltıda. Burun kıvırdı.
-Çöplüğündedir, başka nerede olacak ki?
Bir taksiye bindik, adresi söyledim. Yaklaşık
yirmi dakika sonra kapının önündeydik. Aynı kapı, aynı koku, aynı top oynayan
çocuklar… Merdivenlerden çıktık; apartmanın kokusu hiç değişmemişti sanki,
büyüleyiciydi. Zili çaldım. Açıldı kapı. Bembeyaz saçlarıyla bir İlah duruyordu
karşımda. Yetmişli yaşlarda, gözleri kan kırmızı ve kısık, çok kısık… Önce
bana baktı, sonra Dilara’ya ve torununa ilişti bakışları. Yorgun ve kısık
gözlerden burnuna doğru iki damla yaş aktı.
-Adı ne?
-Merih, baba.
Ayakkabılarını giydi, oğlumu kucağına aldı ve
merdivenlerden inmeye başladı. Sesini duyduk evden içeri girerken:
-Sana dondurma alayım mı?
-Al.
-Söyle bakalım Merih, kitabımı basacaklar mı?
-Hayır!
-Neden oğlum?
-Basmayacaklar işte!
Evimdeydim. Geçmiş kokuyordu, baba kokuyordu,
hayal kokuyordu ve şarap kokuyordu. Pencerenin yanına geçtim, aşağı baktım.
Babam yere çömelmiş, oğlumun gözlerine bakıyordu. Elini gömleğinin cebine
götürdü, bir sigara çıkardı ve yaktı. Biraz sonra yeniden soracaktı:
“Yayınevinden arayacaklar mı beni?” Yavaşça kalktım koltuktan; yatak
odasına geçtim. Yatağa baktım, boştu. Annem yoktu. Yatağım da yoktu yerde.
Yatak odasının camını açtım. “Baba! Yarın arayacaklar seni! Kitabın basılacak!”
demek istedim, diyemedim. Yere çöktüm, ağladım, ağladım… Bir el hissettim
saçlarımda sonra. Başımı kaldırdım, Dilara’ydı. Elinde bir kitap vardı. Bana
uzattı. Şaşırdım, kapağını çevirdim, yatık harflerle ‘Oğluma’ yazıyordu.
Bir sayfa daha çevirdim. Kitap şöyle başlıyordu:
Oğlumun Babası
Eve erken geldiği gün sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi
pek. Akşamları evimizin demir parmaklıklı camından sokaktaki çocukları
seyrederdim. Babasıyla top oynayan çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar,
babasıyla bakkal dükkânına giren çocuklar… Babalar ve çocuklar; babalı
çocuklar.
Kitabı yatağın üzerine bıraktım, dışarı çıktım.
Babam yerde çömelmiş, sigara içiyordu. Oğlum da yanında onu izliyordu.
Aralarına oturdum. Bir elimi babamın, diğerini oğlumun omzuna attım.
-Yıldızlar ne kadar da parlaklar bu gece, değil
mi?
Gece değildi, doğal olarak yıldız da yoktu
gökyüzünde. “Evet.” dedi babam. “Evet.” dedi oğlum.
Yıldızları seyrettik o sabah beraber.
Üçümüz…
Harikulade görünüyorlardı.