Acı veya mutluluk, insanın kalbine dokunan anlar öyle mi? Ende, “Zamanın bu garip kısalığı ve uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır.” der ve ekler: “Çünkü zaman, yaşamın ta kendisidir ve yaşamın yeri yürektir.” Kim bilir, sevgili okur. Her şeye rağmen yaşamak ne güzeldir.
Loş bir havada, dağların çatlak yamacından gümbür gümbür çığlar yuvarlanıyor, sırtları buzlarla kaplı kayalıklar arasında kar fırtınası tüm şiddetiyle çalkalanıyor ve buzulların yüzeyini yalıyordu. Bu yöre için alışılagelenin dışında bir hava değildi bu; çünkü Kader Dağları -adı böyleydi-, Fantazya’daki en büyük ve en yüksek dağlardı; görkemli zirvesi kelimenin tam anlamıyla ‘ta göğe kadar’ yükseliyordu.
En cesur dağcılar bile bu sonu gelmez gibi görünen buzlu dağlara tırmanmaya çekiniyordu. Ya da şöyle söyleyelim: birisi zirveye tırmanmıştı ama üzerinden o kadar uzun bir zaman geçmişti ki, kimse bunu bilmiyordu. Çünkü Fantazya İmparatorluğu’nun akıl almaz kurallarından bir tanesi de şöyleydi; Kader Dağı’na ancak ve ancak bir zirve tırmanıcısı çıkabilirdi; ama ondan evvel başka birisi bunu başarmışsa, önce onun tamamen unutulması ve bu başarısını kanıtlayacak ne bir taş basması ne de bir tunç basması yazıt bulunmaması gerekirdi. Yani bu kurallara uyan her kimse, ‘ilk başarıya ulaşan kişi’ olmuş oluyordu.
Bu dağlarda tek tük devasa buzcular dışında; hiçbir canlı yaratık barınamazdı; tabii bunları canlı yaratıktan sayarsanız; çünkü öylesine ağır hareket ederlerdi ki, akıl durur. Yani tek bir adımı bir yılda atarlardı; ufak bir gezinti yapmaları içinse yüzlerce yıl gerekirdi. Bu nedenle ancak kendileri gibi olanlarla düşüp kalkarlardı ve de Fantazya âleminin varlığından zerre kadar haberleri yoktu. Kendilerini evrendeki tek canlı yaratık olarak görüyorlardı.
Şimdi gözlerini faltaşı gibi açmış, dolambaçlı yollardan, el değmemiş-ayak basmamış kayalıkların çıkıntılarından, buzulların parladığı dikey yamaçlardan derin uçurumlara ve çanaklara doğru ilerleyen, oradan da gitgide zirveye doğru yol alan o ufacık noktaya bakıyorlardı.
Bu, Çocuk İmparatoriçe’nin yatıp uyuduğu, dört görünmez gücün taşımakta olduğu cam tahtırevandı. Çevreye hiç de uyumsuzluk göstermiyordu, çünkü tahtırevanın camı saydam bir buz parçası gibiydi ve Çocuk İmparatoriçe’nin saçlarıyla beyaz giysisi de etraftaki kardan pek ayırt edilemiyordu.
Uzun zaman yoldaydılar; dört güç gece gündüz dememiş, kâh yağmur, kâh kızgın güneş altında, aydınlıkta ve karanlıkta, Çocuk İmparatoriçe’nin emri üzerine tahtırevanı taşıyarak durmadan yürümüştü; ama hep ileriye… herhangi bir yere doğru! İmparatoriçe, dayanıp dayanamayacağı şeyler arasında bir ayrım yapmıyordu; tıpkı eskiden imparatorluğunda karanlıkla aydınlığı, güzelle çirkini bir tuttuğu gibi… Kendisini her şeye karşı hazırlamıştı; çünkü Yürüyen Dağın İhtiyarı her yerde karşısına çıkabilirdi, ya da hiç çıkmayabilirdi.
Yine de dört görünmez gücün önerdikleri yol tam rastlantı sayılmazdı. Gitgide tüm ülkeleri yok eden hiçlik, onlara çıkış yolu olarak sadece tek bir geçit bırakıyordu. Bu bazen bir köprü, bir mağara veya içinden ancak geçebilecekleri bir kapı oluyordu; bazen de ölümcül hastanın içinde bulunduğu cam tahtırevanı taşıyan güçleri üzerlerinde taşıyan bir körfezdeki, ya da göldeki dalgalar olabiliyordu; çünkü bu güçler için yol sıvı veya katı olmuş, fark etmezdi.
Ve böylece Kader Dağları’nın buz kesmiş zirvesine çıktılar ve de tırmanmaya devam ettiler; durmak yorulmak bilmeksizin. Çocuk İmparatoriçe başka bir emir vermediği sürece de tırmanmayı sürdüreceklerdi. Ne var ki, İmparatoriçe yastıklara gömülmüştü, gözleri kapalıydı ve hiç kımıldamıyordu. Uzun zamandır böyle yatmaktaydı. Fildişi Kulesinden ayrılırken son söylediği şey şu olmuştu: ‘Nereye olursa olsun!’