Haftanın Hikayesi – Metroda / Hatice Sönmez Kaya
Başkentin yağmurlu, sıradan günlerinden biri…
Semtte oturanlar için, yıllardır bekledikleri büyük gün gelmişti.
İki haftadır kullandıkları yeraltı treni sonunda ulaşımı rahatlatacaktı.
O gün, Aysel’in giysi seçimi uzun sürdü. Annesinin, “Geç kalma, babandan önce dön eve” uyarısına, “İş görüşmesine gidiyorum, ne zaman sıra gelir bilemem” yanıtını verirken, Aysel’in yalana alışık olmadığı, sesinin titreşiminden anlaşılıyordu.
Aynı okuldan mezun olduğu, aralarında duygusal yakınlık kurduğu arkadaşı Remzi’yle Kızılay’da buluşacaklardı.
Sabah başlayan bahar yağmuru, metroya yürüyen yolcuların rahatını kaçırsa da ıslatamayacak denli incelmişti. Yaşlıca bir kadın, biletini okuturken “Altmış Beş yaş!” duyurusuyla “Sana ne yaşımdan?” diye söylenip, başını iki yana salladı. Göz göze gelip gülümsediler ve ilk vagona aceleyle bindiler.
İstasyonda bekleyen tren çabucak hareket etti. Binemeyenler bir sonrakini beklemek zorunda kaldı.
Yanında ayakta duran genç kızlardan birinin, ayak bileklerine değin inen yırtmaçlı uzun eteği, kısa kahverengi ceketi vardı. Lacivert ipek başörtüsünün altına siyah bir bant geçirmişti. Yüksek sıkmabaşı ve öz güvenli duruşuyla “Müslüman’ca Denemeler” kitabını okuyordu. Gözleri sanki kitaba değil de yakın çevresini kollamaya dönüktü.
Kapının yanında, direğe yaslanmış zayıf, yorgun bir genç; çevresine salgıladığı tütün ve ter kokusuyla ara sıra öksürüyor, ağzını kapatarak, yakınındaki yolcuları rahatsız etmemeye çalışıyordu.
Altmışlarında tombulca bir kadın, oturanlara yer istemiyle baktı.
“Zamanın gençleri işte…” dedi yaşlıca bir erkek.
İki genç kız gülüşerek konuşuyor, biri kulaklığında dinlediği şarkının ritmine ayaklarıyla eşlik ediyordu.
Aysel, rahat edebileceği bir yer arayışıyla ilerideki vagona doğru yürüdü.
Kafka’nın ‘Babaya Mektuplar’ı okuyan gözlüklü, saçsız ve yuvarlak yüzlü bir erkek, ineceği durağa yaklaşınca ayağa kalktı. Yerine oturan kadın, ağrıyan belini tutarak, “Of!” diye iç geçirdi.
İzleyen durakta, başörtülü bir grup kadınla genç bir anne bindi. Aysel çekilerek bebekli anneye yardımcı oldu. Kadınların çoğunun elleri deterjan kokuyordu. Yorgun oldukları belli olmasına karşın coşkuyla evlerinden, çocuklarından, kocalarından ve ortak tanıdıklarından söz ettiler. Çalıştıkları evin hanımlarını çekiştirdiler. Ayakta olan, “Allah var, benim hanım karışmaz. Ben de bir dediğini ikiletmem” diyerek evinde çalıştığı insanları övdü. Diğeri dudak bükerek, “O kadar da olsun eşek gibi çalışıyoruz valla! Benimkinin eli sıkıdır, pek de titizlenir” diye yakındı.
Her duraktan topluca yolcular binerken, tren kalabalıklaştıkça havası ağırlaştı. Kimi yaşlılar soluk almakta zorlanıyor, kimileri de ağızlarını kapatarak olası mikroplara karşı korunmaya çalışıyordu.
Atatürk Hastanesine hangi durakta ineceğini soran iri yarı, kilolu bir kadın iki koltuğu birden kaplamıştı. Yanında oturan erkek, büzüldüğü yerden ineceği durağın adını söyledi. Yarım kalan söyleşilerini komşuları üstünden sürdüren kadınlar, sanki günlerindeymiş gibi dedikodulara kaptırdılar kendilerini…
Aysel’in, “Bu durakta ineceksiniz teyze” sözüyle iri yarı olan kadın zorlukla kalktı. Çocuklu bir kadın oturdu yerine.
Emekli oldukları duruşlarından belli olan, orta yaşı aşkın ama genç gösteren bir çift; okudukları dergiden, “Köprü yıkılınca intihar eden Japon mühendis ve biz” konulu yazıyı tartıştılar aralarında. Kendi politikacılarının yüzsüzlüğünü, arsızlığını fısıldadılar birbirlerine. Hem üzgün, hem de kaygılıydılar.
Okuldan çıktıkları belli olan bir grup liseli genç, büyükşehir belediyesinin yaptırdığı dev robot resmini birbirlerine gösterip yüksek sesle gülüştü. Kimi yaşlıların kendilerine ayıplarcasına bakmalarına karşın neşelerini eksiltmediler. “Dinozor da dikilecekmiş, üstüne binsek mi?” diyen arkadaşlarına kahkahayla karşılık verdiler.
Gençlerin çoğu cep telefonlarıyla oynuyor, çevreyle bağlantısız, duyarsız, sanal oyun yaşamının içinde çiftlik alıp satarak sürdürüyorlardı yolculuklarını.
Ara durakta binen yeni yetme bir genç, Aysel’in tutunduğu direğe yaslanıp ilk kez giydiği ayakkabısına ara sıra göz atıyor, şakaklarından yukarı doğru jöleyle dikleştirdiği saçlarını parmaklarıyla tarayıp yakışıklılığını kızlara yansıtmaya çabalıyordu.
Vagonların ayrıldığı köşede genç bir çift; birbirlerinin gözlerinin içine sevgiyle bakıyor, arada bir tanıdık birilerinin görebileceği kaygısıyla çevreyi süzüp aşk fısıltılarını sürdürüyorlardı. Başörtülü kimi genç kızlar, imrenerek ya da kınayarak bakıyordu onlara. Sakallı bir yaşlı sesini yükselterek, “Ne günlere kaldık. Kıyamet yakın. Eviniz yok mu sizin?” sözleriyle onay bekledi yanında oturanlardan. Kitap okuyan biri, gözlüğünün üstünden bakıp ses vermedi.
Aysel, Remzi’yi düşündü. El ele tutuştuklarında heyecanlanıyor içi bir hoş oluyordu. Tanıdık biriyle karşılaşmamak için gözden uzak parklarda buluşuyor, geleceklerine ilişkin planlar yapıyor, ama her defasında karamsar duygularla ayrılıyorlardı. İş görüşmelerinde “Sizi ararız” söylemine karşın, yanıt gelmemişti ikisine de. Şimdilik birlikteliklerini ailelerinden gizli tutuyorlardı.
Üniversite durağında binen kızlı erkekli gençler, kendilerine ayakta durabilecek yer arayışıyla kimseyi rahatsız etmeden vagonlara hızla dağıldılar.
Yaklaşan seçimler üzerinde yorumlar yapan yaşlı iki erkekten kısa boylusu sesini yükseltip, el kol hareketiyle mevcut iktidarı eleştirdi. Yakınındaki bir kadın; “Ötekiler olsa ne yazar. Hepsi aynı değil mi? Onları da gördük ne değişecek ki” diye umursamaz ses tonuyla araya girdi. “Dua edin bedava yolculuk yapıyorsunuz. Koalisyon olursa yandınız.”
“Nasıl görmüyor tehlikeyi bu halk anlamıyorum” diye söylendi Aysel’in yanındaki ince uzun adam. “Bedava binmek istemiyoruz! Emeklilere adam gibi yaşayacak maaş versinler önce. Biz paramızla yolculuk yaparız, onurumuzla oynamasınlar!” derken ses tonu iyice yükselmişti. Kimi yolcular başıyla onayladıklarını belirtti. Kiminin de yüz mimiği “Tartışmanın yeri mi burası” der gibiydi.
Tren, şehrin merkezine geldiğinde yolcuların çoğunluğunun bakışlarında yılgınlık, yüzlerinde ifadesizlik okunuyordu. Yaşama can katamayan başıboş sürüler gibi görünüyorlardı.
Aysel de diğerleri gibi aceleyle iniş kapısına yöneldi. İki katı uzunlukta olması gereken trenin vagon sayısının yetersizliği, kentin batısındaki tüm semtlerin aynı hattı kullanması nedeniyle günün her saatinde kalabalıktı. Bekleyen yolcuların atağıyla, kuralsız iniş biniş, kimilerinin birbirlerine olumsuz davranmasına, dahası küfürlü konuşmalara dönüşüyordu.
Yaşanan kargaşada Remzi’nin Aysel’e armağanı, boynundaki kırmızı ipek fular sıyrılıp yere düştü. Kalabalığın üstüne bastığı boyunluğu alıncaya değin elleri de ezilmişti. “Umutsuzluk yok” diye geçirdi içinden. Duygularını paylaşacağı, sevdiği insana bir an önce ulaşmak için gözyaşlarını tutarak hızla buluşma yerine koştu…
Bu sıralarda bir televizyon kanalında; alaysamalı gülüşüyle kentin yöneticisi, “Dünyanın en büyük Disneylandı biz yapacağız. Milyon dolarlar harcayacağız ama turizm kenti olacak burası…” söylemiyle cennet vaat ediyordu şantiyeye dönmüş kentin insanlarına.
“Ulaşım” diyecek oldu sunucu. Yanıt vermedi.
Acelesi vardı.
Ata’dan kalıt, ormanlık alandaki başkanın görkemli sarayında, altın bardaklarla ayran içmeye geç kalmıştı…